AKSAM.COM.TR
Gülcan Tezcan
Kendi hikâyesine sahip çıkan kalemlerden Selvigül Kandoğmuş Şahin, "Aşkların, sorgulamaların, sancılı zamanların, aile içi çatışmaların, inanmanın aşkın boyutunun yaşandığı ama hiçbir zaman umutsuz olmayan gençlerin yaşadıkları bir dönem romanı" diyor yeni kitabı Kar Yağarken için. Özgürleşmek ve kendini bulmak için başını örten genç kızların hikâyesini Selvigül Kandoğmuş Şahin ile konuştuk.
Yakın geçmişi değerlendirirken genelde görmek istediğimiz yerden bakıyoruz. Son dönemde 1990'lar sıklıkla nostaljik ve 'her şey ne kadar da güzeldi' kabulüyle hatırlanıyor. Kar Yağarken romanınızda nasıl bir 1990'lar anlatısı kurdunuz?
Edebi eserler, roman, hikâye ve dahi şiir yaşanılan döneme ayna tutar bir bakıma. Yaşanılanlar, yazarın ortaya koyduğu eserde değişim ve dönüşüm gerçekleştirerek, eserin kendi öznel, kurgusal gerçekliğini oluşur. Bu itibari bir dünyadır, kurgusaldır ama ilham alınan bir hayat, yaşanmışlıklar, acılar, mutluluklar vardır. Romanlara ve hikayelere baktığımızda hayatın damarlarından süzülüp gelmiş o derinlikli ilhamı hissederiz.
Doksanlar benim üniversite yıllarımın geçtiği yıllar. Hayatımın inanç temellerini oluşturan, yaşantıma anlamlı bir rota çizdiğim, şu andaki anlamlı yürüyüşümün mayalandığı, gerçek dostlukları ve yol arkadaşlıklarını bulduğum yıllar. Aynı zamanda yazı yolculuğumu da anlamlandırdığım zaman dilimi. Yazıyordum ama ne için, niye yazdığımı bilmiyordum. Yazıya başladığım bu gençlik yıllarımda bu sorunun da peşine düşüp sağlam dünya görüşü olan, inançlı, Müslüman yazarlarla yol arkadaşlığımın başladığı bir zaman dilimi.
O yılların gençliği olarak okuyor, araştırıyor, sorularımıza cevaplar arıyorduk. Daha çok sol düşünceye ait kitaplar okuyan ve o çevreden arkadaşları olan birisi olarak doğrusu inandığım değerleri sorgulayarak, araştırmalar yaparak, düşünsel sancılar yaşayarak yaklaştım. Sonra Rabbim bir yol açtı. Bu Rabbim'in inayeti ile gerçekleşen bir hâldi. Kendimi inananların içinde buldum. 28 Şubat'ın hemen öncesi bir dönem ama yine de zor bir dönem. Faili meçhuller var, Körfez Savaşı başlamış, terör olayları her yerde. Biz de gençler olarak kendimizi inşa etmeye çalışıyoruz. Muhalifiz, sorguluyoruz ve çok okumalar yapıyoruz.
Doksanların gençliği olarak o atmosferde bulunmak yıllar sonra anladım ki çok anlamlıymış benim için. O yılları hiç unutmadım. Yer yer hikâyelerimde anlattım ama yetmedi. Bu yaşanan anlamlı ve zorlu yılları roman haline getirmeliydim. Demlenmesini bekleye bekleye Kar Yağarken romanını yazdım. Araya pek çok kitap girdi. Hatta bu kitaplardan ödüller aldım. O yılların güzel tarafları da vardı tabi, dostluklar, samimi ilişkiler, kavi duruşlar, ödünsüz yaşantılar gibi... Ama bıçak sırtı, gençliğimize ağır gelen imtihanlar da yaşadık. Beraber örtündüğümüz arkadaşlarımız aileleri tarafından dışlandılar, büyük eziyetler yaşadılar, okulda da bu dışlanmalar gerçekleşti. Nihayetinde 28 Şubat'a kadar gelen doksanlı yıllardaki o gençlerin anlamlı yaşantılarını, şahitliğimi bu roman vesilesiyle anlatmayı murat ettim. Rabbim de yazmayı nasip etti. Böylelikle aşkların, sorgulamaların, sancılı zamanların, aile içi çatışmaların, inanmanın aşkın boyutunun yaşandığı ama hiçbir zaman umutsuz olmayan gençlerin yaşadıkları dönem romanı olarak ortaya çıktı.
Romanın merkezinde Saliha, Çiğdem ve Harun var. Sol çevrenin içinde Saliha ve Harun'un adalet arayışı onları nasıl bir noktaya getiriyor?
Doksanlı yıllar, seksenli yılların devamı. 80 darbesinde gençler büyük acılar yaşadı. Hem soldan hem sağdan asılanlar oldu ki yaşları büyütülerek ve denk olsun diye asıldı bu gençler. Aslında biz doksan kuşağı, kendini feda etmiş, diplomaların, barodan ruhsatlarını alamamış, yılları hapishanelerde geçmiş bir gençliğin üzerinden yürüdük. Onlar bize yol açtı. Ama kendi hayatlarını feda ettiler; inandıkları değerleri yaşamak için ailelerini, yeri geldi evliliklerini feda ettiler. Saliha, Çiğdem ve Harun sorgulamalar yaşıyor. Haksızlıklara uğrayınca, adaletsizlikler yaşanınca zaten ideolojiler ortaya çıkıyor. Solcular da adalet arayışıyla meydanları dolduruyor, hak arayışında buluyorlar.
Özellikle Saliha'nın ve Çiğdem'in çoklu okumaları ve sorgulamaları onları inanmaya, maneviyata taşıyor. Tabi yaşanan savaşlar var. Patlak veren Körfez Savaşı. Bu savaşla gençlerin sorgulamaları artıyor. Acaba Müslüman olan işgal edilen Irak tarafını mı tutacağız yoksa işgal eden süper güç haline gelen Amerika'nın tarafını mı tutacağız diye düşünüyorlar. Fanon'un "Yeryüzünün Lanetlileri" kitabını okuyorlar ve daha pek çok kitabı. Tüm bunlarla birlikte okumaları, şahitlikleri, savaşların mazlum halkları yok etmeleri onları hakikat yürüyüşüne yöneltiyor. Bir bakıma kendilerine yürüyorlar.
Bugünün gençliği ile kıyasladığınızda 1990'lar gençliği ile aralarındaki farklar neler?
Bizler o yıllarda kitaplara sığınmıştık adeta. Roman kahramanlarım da böyle. Ders kitaplarından çok romanlar, hikâyeler, düşünce kitapları okurduk. Saliha ve Çiğdem'i değişip dönüştüren, onları hakikat yolculuğuna, kendilerini aramaya, kendi içsel yolculuklarına doğru yürüten okumalar var. Nihayetinde Saliha'nın okuduğu Muhammed Esed'in Kur'an meali onu sarsıyor. Benim de böyle bir anım vardır. Cağaloğlu'ndaki Diyanet Yayınevinden aldığımı Kur'an meali beni çok etkilemişti. O güne kadar okumadığıma şaşırmıştım.
O yıllarda cep telefonu, internet yok, medya bu kadar çeşitli değil. Sadece televizyon var. Yayınlar da sınırlı. Belki de bu durum o dönemin gençliği için bir imkândı. Mahrumiyetlerin nimetini yaşamış olduk. Otobüslerde, duraklarda, evde, amfide mutlaka okurduk, çantamızda taşıdığımız kitaplarımız, dergilerimiz vardı. Şimdi tramvaya, metroya biniyorsunuz herkesin elinde cep telefonu adeta afyonlanmış gibiler.
Şimdiki gençlikten şikâyetçi değilim. Onlar da kendi çağının çocukları. Çok zekiler, pratikler, anlama kabiliyetleri çok yüksek. Okuyan da var, okumayan da. Her dönem aynıdır diye düşünüyorum, her dönemin okuyanları ve boş, malayani yaşayanları vardı. Ama şöyle bir durum var; bizim kuşak pek çok engel, ambargo, yok sayma ile karşılaştığı için güçlü olmak, kendini ispatlamak, kendini en iyi şekilde yetiştirmek zorundaydı. O nedenle çok okumalar yapar, derneklere, vakıflara, konferanslara, seminerlere koşardık büyük bir öğrenme aşkıyla.
Kendi gençliğimizle bu dönemin gençliğini kıyaslamak istemiyorum aslında. Onlar bu zamanın gençleri. Sorguluyorlar, ahlaklı duruşları, ilkeleri var. Biz onlara ne kadar değer ve kıymet verirsek, saygı duyarsak, kendi hayatlarını ve varoluşsal sancılarını yaşamalarına izin verirsek onlar kendi yürüyüşlerini o kadar anlamlı yapacaklar. Kendi doğrularını yaşayarak, düşerek, yanılarak, yaralanarak bulacaklar o zaman daha anlamlı olacak.
Çiğdem, Doğu'dan Batı'ya çok zengin ve derinlikli okumalar yapıyor. Sol ideolojiye bakışı da çok farklı. Harun da babasının hem solcu hem de inançlı olduğundan söz ediyor. Böyle bir yaklaşım mümkün iken neden Türkiye solu inançla hep mesafelidir sizce?
Kendi romanımı yazarken pek çok romanı tekrar okudum. İlk defa okuduklarım da oldu. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Tezer Özlü, Sevgi Soysal ve pek çok yazarı okuyunca bu yazarların kendi düşüncelerini sol ideolojiye yaslı yazarken aslında büyük bir boşluğun içinde olduklarını fark ettim. Özellikle Tezer Özlü ve Sevgi Soysal gibi 1950 kuşağının yazarlarını okuyunca büyük bir çıkmaza girdiklerini gözlemliyoruz. Bir taraftan jakoben bir sistemin, seküler baskıcı bir yaşantı bir taraftan yaşamak istedikleri sol yaşantının tükenişe odaklı anlamsız, dengesiz ilişkiler yumağı. Özellikle kadınların zorlu yaşantıları var. Yaşar Kemal, Orhan Kemal de Anadolu insanını ahlaktan yoksun, haksızlıklarla köylüyü daima ezen bir halde anlatırken toplumcu gerçekçiliğe yaslı yazıyor. Ama bu dönemin eserlerine baktığımızda Anadolu irfanıyla yoğrulmuş bir halk yok. Cami gölgesi satırlara düşmez, din adamları ahlaksızdır. İnanan insanlar yobaz, yalancı ve kişiliksizdir. Bu mesafe niye vardır, inanca, maneviyata karşı bu karşı koyuş niye vardır? bunu düşününce kendilerince bir çıkış yolu arıyorlar. Tanımak, bilmek istemiyorlar inanan insanları. Günümüzde de bu devam ediyor maalesef. Sosyalist olmak, batı düşüncesine sahip olmak, aydın olmakla aynı değerde. Bir karmaşa yaşıyorlar aslında ama farkında değiller. Türkiye solunun inançla olan mesafesi ne yazık ki büyük önyargılarla oluşmuş ve bu Batılılaşma maceramıza kadar dayanıyor.
Kar Yağarken'de her bölüm Mantıku't-Tayr'dan alınmış epigraflarla başlıyor. Neden özellikle bu eseri seçtiniz bu bölümlemeler için?
Romanı yazarken tekrardan okuduğum kitaplardandı Mantıku't - Tayr. Bir arayış, hakikate doğru bir yolculuğu anlatır eser. Bu yolculuktaki kuşların hepsi de ayrı karakterde ve ayrı özellikleri olan kuşlar. Yolculuk zorlu ve meşakkatlidir, bahaneler uydurup yolculuğa çıkmak istemeseler de Hüdhüd onları ikna eder. Talep, aşk, mârifet gibi pek çok vadiyi aşarlar. Yolculuk sonunda gördükleri, ulaşmak istedikleri Simurg, kendilerinden başkası değildir. Duydukları ses onlara: "Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır." der. Aradıklarının kendileri olduğunu bilmek asıl kendi yürüyüşlerini tamamladıklarını gösterir. Benim kahramanlarım da bir hakikat yolculuğuna çıkıyor. Sorgulamaları ve sancıları ile vadilerden geçiyorlar kendilerince. Epigraf olarak kitaptan alıntı yapınca yazdıklarım adeta bu alıntıların açılımı hâlini aldı. Çok anlamlı bir buluşma oldu yazdığım bölümlerle. Romana çok yakışacağını ve anlam bulacağını düşündüğüm için epigraflar kullandım Mantıku't – Tayr'dan.
1990'lı yıllarda yazılan 'hidayet' romanlarında özellikle genç kızları erkekler dini yaşantı ile tanıştırır ve İslam'ı tebliğ ederlerdi. Kar Yağarken iki yakın kız arkadaşın arayışını konu alıyor. Bildik ezberlerin tersine Saliha'nın tavrı Harun'un değişimini tetikliyor. Bu yaklaşımınız özel bir tercih miydi?
Kar Yağarken bir hidayet romanı değil. Modern ve post modern bir anlatıyla gerçekçi bir dönem romanı diyebiliriz. Genelde ne yazık ki 'hidayet romanları'nda sizin de belirttiğiniz gibi erkeklerin tebliği ile hidayete eren kızlar konu ediliyor. Hatta bu konuda şahane bir eser var. "Bellekteki Huriler" Ahmet Sait Akçay'ın. Bu durumu ironi yüklü anlatımıyla çok güzel ele almış. Kadın veya erkek Allah'ın indinde bir kul. Sevapları ve günahları, yaşantısıyla direkt Allah'la muhatap oluyor kadın. Ama o yıllarda örtünen kızlara, maneviyata yönelenlere, baba zoruyla, abi zoruyla vb. gibi etmenlerle örtündü yaftası da yapıldı.
Roman kahramanları özgür iradeleri ile sadece inandıkları gibi yaşamak istiyor. Ve bu durumda da seküler yapıya sahip olan babasını bile karşısına alıyor Çiğdem. İnandığı değerlerden vazgeçmiyor. "İnanmak onlarda aşk gibi". Bu cümleyi önemsiyorum aşk gibi inanınca kıldıkları namaz onları dönüştürüyor, değiştiriyor. Aşk gibi sadece Allah için, o istediği için, O daha iyi olur dediği için örtünüyorlar. Bunu önemsiyorum. Yoksa bir erkek dediği için değil. Öyle de olmamalı. Bir kadın zaten geleneğin, törenin, ham softa yobaz bir bakış açısının kurbanı haline geliyor. Ama benim kahramanlarım kendi özgür iradeleri ile, sancılar çekerek, bedeller ödeyerek inandıkları gibi yaşamak istiyor. Mustafa Kutlu'nun "Yoksulluk İçimizde" hikâyesinde de Süheyla'dan etkilenen Engin karakteri vardır. Roman böyle aktı ama istediğim de tam buydu.
Başörtü yasakları kimi değinmeler dışında romanın merkezinde yer almıyor. Çiğdem'in babasıyla çatışması daha görünür durumda. Kamusal alandaki yasakçı zihniyetin Çiğden'in babasında vücut bulduğunu söyleyebilir miyiz?
Roman 28 Şubat'a gelindiğinde bitiyor. Tam da tüm yasakların başladığı zamanda. Asıl anlatmak istediğim ruhlarda inkişaf eden dönüşümlere vurgu yapmaktı. O nedenle başörtüsünü okuyucunun gözüne dayamak istemedim. Önemli olan ruhta o yüceliği ve teslimiyeti yaşamaktı. Dönüşüm içten başlayınca, yürekten olunca, ruhta olgunlaşınca dış görüntüyü etkiliyordu. Nihayetinde Gökçe başı örtülü bir kız değil ama camiye namaz kılmaya onun çağrısıyla gidiyorlar kahramanlarımız. Karlı, soğuk bir günde Gökçe'nin Vakfa Saliha'yı davet etmesi ile kırılma yaşıyor, dönüşüm yaşıyor. Kalpte olan daha kıymetli. Önce kalplerde yaşanmalı ve anlam bulmalı inanç. Örtü tamamlıyor bu olgun yaşantıyı.
Yasakçı zihniyeti Namık Bey'le anlatmaya çalıştım. Arkadaşlarımızdan birinin babası da aynen romandaki gibi davranmıştı. Seküler bir zihniyete sahipti ve kızının örtünmesini hiçbir şekilde kabul etmedi. Bizim ailelerimiz geleneksel yapıya sahipti ama onlar da çok üzülmüşlerdi yasak başlayınca. Çünkü istikbalimizi karartmıştık. Bütün kapılar yüzümüze kapanacaktı. Meslek sahibi olamayacaktık. Böyle bir bakış açısı da vardı geleneksel yaşayıp şuurluca düşünmeyen ailelerde.
Son yıllarda başını açanlar bunu özgürleşme hikayesi olarak sunuyorlar. Ama sizin kahramanlarınız tersi bir arayış ve özgürleşme süreci yaşıyor. Siz bu bağlamda nasıl bir anlam yüklüyorsunuz başörtüsüne?
"Aşk gibi inanmak" tan bahsediyorum romanda. Kahramanlar coşkulu, onlara büyük bir mutluluk ve huzur veren bir yaşantıya adım atıyorlar. Ayrıca taraflarını belli ediyorlar. Bir bakıma örtünmek onlar için iç dünyalarının dışa vurumu. Modern eğitimden geçmişler, sol ideolojinin kitaplarını okumuşlar, ateist arkadaşları var. Hocaları da onları kabullenmekte zorlanıyor. Ama onları güçlü kılan, kavi bir duruşla sapasağlam, sarsılmadan inanmanın o aşk boyutu var. Doğrusu o yıllarda öyle hissettik. Arkadaşlarımız bizden yüz çevirdi. Hocalarımız şaşkınlığa uğradı. Dışlanmışlıklar yaşadık. Ama Rabbim öylesine bir teslimiyet vermişti ki hamdolsun bu tepkilere sadece tebessüm ettik. Tabi 28 Şubat sürecinde büyük acılar da yaşandı. Acılar romanlara, hikayelere sığmıyor. Kelimeler, cümleler yetmiyor yaşanan acıları, çalınan hayatları anlatmaya. Ki ben bu dönemin hemen öncesini anlattım. Kahramanlar inandıkları gibi yaşamaya başlayınca büyük bir özgürleşme yaşıyorlar. Herkesi karşılarına alma, özgüvenli duruşları bu özgürleşme ve inandıkları gibi yaşamalarından kaynaklanıyor.
Şimdi örtüsünü çıkaran bir kuşakla karşı karşıyayız. Onlar da bizim kardeşlerimiz evlatlarımız, kendi zamanlarının imtihanını yaşıyorlar. Belki daha kavi bir halde dönüşüm yaşayacaklar, bilemeyiz. Amak – ı Hayal'de bir cümle vardı: "Olmak için, olmamak gerekir" Bu cümleyi okuyunca çok etkilenmiştim.
Öyle bir zamandayız ki sosyal medya, internet ortamları hepsi dış görünüşe, görselliğe önem veriyor. Bir gösteri çağındayız. Gençler için de zor bir zaman. Ayartıcılar çok fazla. Derinden bir teslimiyetle değil de yönlendirme, bazen ailenin telkini ile küçük yaşta örtününce böyle durumlar da olabiliyor.
Başörtüsüne nasıl bir anlam yüklediğim sorusu zor bir soru. Takva örtüsü duyarlılığında örtünmek maksat ama bu kolay değil tabi. Önemli olan ahlaklı, erdemli, soylu bir duruşla yaşamaya çalışmak, örtü bunu tamamlıyor.