Hem acının hem de direnişin ülkesi Suriye… Bu kitap unutulmasın diye yazıldı!

Suriye: Gül Bahçesindeki Mayınlı Ülke kitabı, okurla buluştu. Gazeteci ve aktivist Aynur Ulutaş Karabulut'un kaleme aldığı kitap, Suriye'de yaşanan acının ve direnişin hikâyesini anlatıyor. “Bu kitap, unutulmasın diye yazıldı. Çünkü unuttuğumuz her hikâye, bir kez daha ölüyor. Ama hatırlamak; direnmek demek” şeklinde konuşan Karabulut, aksam.com.tr'den Merve Yılmaz Oruç'un sorularını yanıtladı.

AKSAM.COM.TR

MERVE YILMAZ ORUÇ

"Bu bir savaş kitabı değil... Bu, insanların unuttuğu bir coğrafyada hâlâ yaşayanların, susmayanların, unutmayanların hikâyesidir" diyen gazeteci ve aktivist Aynur Ulutaş Karabulut, Suriye: Gül Bahçesindeki Mayınlı Ülke kitabını okurla buluşturdu. Son on yılı aşkın süredir Suriye'nin çeşitli bölgelerine giderek yardımlar götüren ve gözlemler yapan Karabulut, tanıklık ettiği direnişi, umudu kaleme aldı. Bu kitabı yaşanılanlar unutulmasın diye yazdığını dile getiren Karabulut şunları aktardı: "Suriye sadece acının değil, umudun da ülkesidir. Zulüm kadar direnişin, kayıplar kadar umudun yaşandığı bir toprak... Ben bu satırları, hem bir hafıza kalsın hem de yarınların yeniden kurulabileceğine dair bir umut olsun diye yazdım. Çünkü inanıyorum ki bir gün Suriye sokaklarında çocukların kahkahaları yeniden yükselecek; bu kitap da o günlere tanıklık eden bir hatırlatma, bir selam olarak kalacak."

"BU KİTAP GELECEĞE BIRAKILMIŞ BİR HAFIZA"

Suriye kitabınız hayırlı olsun... Uzun yıllar boyunca Suriye'nin farklı bölgelerine gittiniz, geldiniz. Ama bu kitap on yılı aşan yolculukların ardından kaleme alındı. Öncelikle kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Savaşın en ağır yıllarında çok sayıda insana tanıklık ettim; onların hikâyelerini dinledim, onlarla ağladım, defterlerime notlar aldım. Ama o günlerde yazmaya elim varmadı. Çünkü acı ve zulüm hâlâ sürüyordu, gözyaşı dinmiyordu. İçimden hep, "Bir gün bu zulüm biter, bu topraklar yeniden nefes alır, işte o zaman bu satırlar özgür bir geleceğe şahitlik eder" niyeti vardı.

Ama zamanla fark ettim ki unutulmak, yaşatılan zulmün kendisi kadar ağır bir yaradır. İşte bu yüzden yazmaya karar verdim. Çünkü Suriye sadece göç edenlerden, mülteci kamplarına sığınanlardan ibaret değil; içeride kalan, her şeye rağmen direnen milyonlar da var. Onların sesi kaybolmasın, onların hikâyeleri unutturulmasın istedim. Bu kitap hem geleceğe bırakılmış bir hafıza hem de "Biz buradaydık, susturulmadık" diyen bir tanıklık olsun diye yazdım.

Evet kitabın arka kapağında da "Bu kitap unutulmasın diye yazıldı" şeklinde bir ifade var...

Savaş sadece bombalarla değil, hafızayla da kaybedilebilir. En büyük korkum, yıllar sonra bu acıların gündemden düşmesi, insanların sadece rakamlardan ibaret görülmesi. Bu kitap, yıkıntıların arasında yaşamaya, direnmeye devam eden milyonlara bir selamdır. Onların sesi kaybolmasın, çabaları unutulmasın istedim. Ama aynı zamanda dışarıda olanlara, yani diasporadaki Suriyelilere de bir çağrı: "Suriye sadece göç yollarında değil, hâlâ içeride yaşayan, nefes almaya çalışan insanlarda da var."

Ve elbette uluslararası kamuoyuna... Çünkü dünya çoğu zaman yalnızca manşetlere sığan fotoğrafları gördü; oysa ardında görünmeyen hayatlar, kaybolan şehirler, yarım kalan dualar vardı. Ben bu satırlarla bir halkın hafızasına not düşmek istedim: "Biz buradaydık, bu zulüm yaşandı ve unutulmadı."

"BİR YANIYLA GÜL BAHÇESİ DİĞER YANIYLA MAYIN TARLASI"

Sizin gözünüzde nasıl bir ülke Suriye? Kitabın kapağında "Gül bahçesindeki mayınlı ülke" yazıyor...

"Gül bahçesindeki mayınlı ülke" ifadesini özellikle seçtim; çünkü Suriye benim gözümde hep iki uç duyguyu aynı anda barındırdı. Bir yanda dünyanın en kadim medeniyetlerine ev sahipliği yapmış şehirler, mozaiklerin, ezgilerin, duaların harmanı olan bir gül bahçesi... Diğer yanda ise bu güzelliklerin ortasına bırakılmış korkular, ihanetler, bombalar ve zulümle dolu bir mayın tarlası. Benim için Suriye sadece yıkıntılar değil; aynı zamanda o yıkıntıların arasından filizlenen umut da demek. Bombaların altında çocuğunu sarıp sarmalayan anne, yasaklara rağmen ders vermeye devam eden öğretmen, karanlıkta bile resim çizen çocuk... İşte bu yüzden Suriye hem mayınlarla örülü bir acı coğrafyasıdır, hem de o acıya rağmen gül kokusunu kaybetmeyen insanların ülkesidir. Suriye'yi anlatmak demek hem güzelliği hem de kırılganlığı aynı anda dile getirmek demek. Gül bahçesinin kokusunu duymadan mayınların gölgesini, mayınların acısını hissetmeden gülün güzelliğini anlayamazsınız.

"DİKKAT: BU BÖLÜM CANINIZI ACITABİLİR"

Kitap içerisinde çeşitli bölümler var. Kısaca bölüm başlıkları içlerinde neler yer aldığını aktarır mısınız?

Kitap altı bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, geçmişten bugüne Suriye tarihini ele alıyor. "Tarih Aynasında Suriye" başlığı altında Osmanlı'dan Mandaya, savaştan direnişe, direnişten bağımsızlığa kadar kısa, akıcı ve anlaşılır bir üslupla kronolojik bir yolculuk sunuyor. İkinci bölüm, Suriye'nin "gül bahçesi" diyebileceğimiz kültürel mirasını işliyor. "Belleğin Katmanları" başlığıyla, tarih boyunca şekillenen kültürel dokuyu detaylarıyla okuyucuya aktarıyor. Üçüncü bölüm bir ülkenin nabzı olan gündelik yaşamı ele alıyor. Çayın buharından, ezanın sesine, sokağın tozuna kadar Suriye sokaklarında okuyucuyu adeta bir yolculuğa çıkarıyor. Dördüncü bölüm tanıklıklar bölümünde, gölgede kalan acıları, yoksunlukları ve hüznü öykü tarzında aktararak, yokluk ve yoksunluğun farklı bir dil ile hissedilmesini sağlıyor. Beşinci bölüm kitabın can acıtan bölümü. "Dikkat: Bu bölüm canınızı acıtabilir" notuyla yer verildi. Savaş süresi boyunca Suriye zindanlarında kalmış kadınların yaşadıkları acılar, zulümler ve travmalar sansürsüz bir şekilde anlatılıyor. Altıncı bölüm ise kapanış... Burada kenara düşen notlar, devrim sonrası süreç ve Suriye'nin tüm şehirlerinin savaş öncesi, savaş sırası ve sonrasındaki durumu ele alınıyor.

"YIKINTILAR ARASINDA UMUT ETMEYİ SEÇEN İNSANLAR GÖRDÜM"

Sizin gözünüzde nasıl bir Suriye vardı bu on yılda?

Bu on yıl boyunca Suriye benim gözümde hem acının hem de direnişin ülkesi oldu. Tüm yokluk, yoksunluk ve açlığa rağmen orada inanılmaz bir umut, direnç ve teslimiyet vardı. Günlerdir yemek yememiş bir insanın "Allah bizi görüyor" dediği anı hatırlıyorum; öylesine derin bir iman ve şükür vardı ki, o anın karşısında yukarıdan bir sofra inse asla şaşırmazdım. Bombaların, yıkıntıların arasında hayatta kalmayı, direnmeyi ve umut etmeyi seçen insanlar gördüm.

Suriye'de her şey fazlasıyla gerçekti... Ben içinde bulunduğumuz yapay, samimiyetsiz hayatlardan uzaklaştığımda kendimi Suriye'ye atıyordum. Oradaki samimiyet, gerçeklik bana iyi geliyordu, ruhumu iyileştiriyordu. Benim gözümde Suriye, yalnızca yıkıntılardan ibaret değil; o yıkıntıların içinden filizlenen inanç, direniş, insan ruhunun gücü ve samimiyetle var olan hayat demek. Anlatmaya çalıştığım şey de tam olarak bu: "Suriye'yi sadece savaşla değil, umutla, imanla, gerçeklik ve hayatla görmek."

Oradaki ziyaretlerinizde kitapta da anlattığınız birçok hikâye var aslında ama sizi en çok etkileyen an?

Beni en çok etkileyen anlar öylesine derin ve unutulmazdı ki... "Gazeteden Bacaklar" bölümünde anlattığım Ömer'i hatırlıyorum. Savaşta kopan bacağını, parçalara ayrılmış gazetelerden yaparak hayata tutunmaya çalışıyordu. Uyuyamadığı için aklını yitirmiş insanlar vardı; kızının parçalanmış uzuvlarını toplarken, kesik kulağını hâlâ kulağında duran küpesiyle gömen ve o günden sonra asla konuşmayan bir baba vardı. Bunlar, aklımdan hiç çıkmayan, rüyalarıma giren acı anılardı.

Ama sadece acılar değil... Her gittiğimde, bir akrabasını, kızını, kardeşini karşılar gibi kendinden gören, koşarak kucaklayan ailelerimle kurduğumuz kopmaz bağlar da vardı. Elindeki tek varlığını, bir misketi, "hediye" deyip avucuma bırakan o güzel gözlü çocuklar da... Ve en çok da, "Kızım, misafir ağırlamayı özledim" diyen teyzenin sıcaklığını unutamıyorum.

O kadar çok anı birikti ki, onları unutmak mümkün değil. Çünkü on yıl boyunca, en geç iki ya da üç ayda bir mutlaka bölgeye gittim; her seferinde hem acıya hem de umuda tanık oldum. Orada yaşananlar, sadece gözlerimde değil, ruhumda da derin bir iz bıraktı.

"İNSANLANLARIN OMUZLARINDAKİ O YÜK KALKMIŞTI"

Suriye'de artık Esad rejimi yıkıldı. Yeni bir Cumhurbaşkanı var. Şara yönetimi başa geçtikten sonra ülkeyi ziyaret ettiğinizde nasıl bir fark vardı insanlarda?

Suriye'de rejim değiştiğinde ve yeni yönetim göreve başladığında, insanlarda yıllarca omuzlarında taşıdıkları devasa yükten kurtulmuş olmanın hafifliğini gördüm. Baas rejiminden, Dede Esad'tan Oğul Esad'a uzanan despot ve zalim yılların ardından, çocukların gözlerinde, dağlarda, taşlarda, yaşlısında gencinde bir rahatlama ve huzur vardı; bu her hallerine yansıyordu.

Umut vardı, güven vardı. İnsanlar Şara'ya ve yol arkadaşlarına güveniyordu. "Savaş boyunca canlarıyla, mallarıyla, kanlarıyla bizim için mücadele ettiler, asla geri durmadılar ve kötülük etmediler. Bundan sonra da etmezler" diyorlardı. Şara ve yol arkadaşları da çadırda, soğukta, kışta direnmiş bu halk, açlık ve yoksulluğa karşı gösterdikleri cesaretle baş tacımız olmuştu; onlar hem umudumuz hem siperimizdi.

Karmaşık duygulara tanık oldum ama sokaklara çıkan herkes yükünden kurtulmuş, özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Marşlar, eğlenceler, kutlamalar... Herkes geçmişin acısını geride bırakıp yeniden nefes alıyordu. Suriye, hâlâ yaralıydı; ama omuzlarından o dev yükü kaldırmış, yeniden başlama iradesiyle dolu bir halk vardı. O anı görmek, bana sadece geçmişin acılarını değil, geleceğe dair güçlü bir umut ışığını da gösterdi.

"RUHUM, KALBİM SURİYE'DEN DÖNMÜYORDU"

Suriye'den evinize, çocuklarına döndüğünüzde nasıl hissediyordunuz?

Aslında Suriye'den dönmüyordum; en azından ruhum, kalbim dönmüyordu. Çünkü çok ağır hikâyelere şahit oluyordum ve bir anda geri dönmek imkânsızdı. Bunu aşabilmek için hep yardım organizasyonları yapıyor, dönmeden tekrar gitmenin planlarını kuruyordum. O acıları görüp, şahit olup geri dönmek ve hiçbir şey yapmamak bana aykırı geliyordu; böylesi bir durum insanlığa sığmazdı, sığmamalıydı.

Bu yüzden elimden geleni yapmaya çalıştım. Daha çok çocuğa, kadına, gence, yaşlıya dokunarak, hayatlarından geçerek, onların sesini tüm doğruluğuyla dışarıya aktararak şahit olduklarımdan mesul olduğum kısmı yerine getirmeye gayret ettim. Böylece o acıların arasında kaybolmamayı, bu ağır süreçle başa çıkmayı denedim.

Evime, çocuklarıma döndüğümde ise onlara o dağılmış, kaybolmuş hâlimi yansıtmamak için çabaladım, hâlâ da çabalıyorum. Bütün bunların içinde kendimi çoğu zaman kaybolmuş hissediyordum. Dünyanın bu acılara karşı üç maymunu oynamasına kızgın ve öfkeli, bazen de tarifsiz bir yalnızlık içinde... Ama bütün o öfkenin yanında, sorumluluk duygusu ve dayanışmanın verdiği güçle ayakta kalıyordum.