Mehmet Garip Tanyıldızı
Fatma Barbarosoğlu'nun 9. öykü kitabı "Herkes Kendi Sandığında Saklı" Profil Yayınları'ndan çıktı. Aşk, evlilik ve boşanma temalı hikâyelerin yer aldığı kitap "Öznesi Erkek" ve "Öznesi Kadın" olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Biz kitabın "Öznesi Erkek" bölümünün ve kitabın ilk ve en uzun öyküsü "Dünya gözümden iri bir yaş gibi düştü" üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncelikle şunu sormak istiyorum neden tek öykü üzerinden söyleşi yapmak istediniz?
Öykü kitapları üzerine söyleşi yapmak çok zordur. Söyleşiyi yapan kişi yoğun bir hayatın içindedir, her an iş yetiştirmek zorundadır ve bu hızın içinde birbirinden oldukça farklı duygu dünyasına sahip olan metinleri burada ne anlatmak istediniz, şunun sonunu niye yarım bıraktınız gibi birbirini tekrar eden sorulardan öteye geçilemiyor. Tek öykü üzerine söyleşi vermeyi bir önceki öykü kitabım olan Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim'deki "Yokluğun gecesi kısa gündüzü uzun" öyküsü üzerinden Sibel Kılıç ile Cins dergisi için gerçekleştirdik.
Bana çok iyi geldi o söyleşi, okuyucularımın da çok hoşuna gittiğini sonradan öğrendim. O günden beri öykü kitapları üzerine söyleşi yapılacak ise tek öykü üzerinden yapılmalı, layıkıyla derinleşebilmek için tek öykünün bütünlüklü atmosferi iyi olur diye düşünüyorum.
"Otuz dört yaşında istesem de terk edemeyeceğim bir sıfat kazandım. Üstelik mahkeme huzurunda. Tescillenip onaylandı."
Hikâyenin girişindeki bu cümle "Öznesi Erkek" kısmında yer almasaydı muhtemelen bir kadın tarafından kurulduğu düşünülürdü. Bunu boşanmanın mağduriyetini kadınlarla özdeşleştiren algıya karşı bir sorgulama cümlesi olarak görebilir miyiz?
Bundan sonrası okuyucunun dikkatine ve rikkatine emanet. Nereden nasıl okumak istiyorsanız ve okuduğunuz yerden neyi görüyorsanız gördüğünüz şey sizin artık. Sizin bu sorunuzda benim için aşikar olan durum şu: "Ağlayan adam"ın duygu dünyasına uzak bir noktadan başlamışsınız okumaya. Neden uzak bir noktadan başlamışsınız? Sadece siz değil muhtemelen pek çok erkek okuyucu o uzak noktadan başlayacak. Hemcinslerinizi, evliliğin atmosferi içinde mağduriyetin öznesi olarak görmemişsiniz. Görmek, evet, fizyolojik bir şeydir ama neyi nasıl gördüğümüz kültüreldir ve bakış, geçmiş bütün kültürlerin yükü ile birlikte modern kültürün yükünü bir arada taşıyarak görür. Ataerkil toplum "erkekler ağlamaz" der, oysa Efendimiz ağlayan insanları severdi. Gözü yaşlı olanları... Gözyaşı kalpteki merhametin teridir çünkü.
Hikâyenin başlangıç cümlesine gelince... Sosyal medya çağında cümleler metnin içinden cımbızla çekilerek servis ediliyor. Ortalık aforizmadan geçilmiyor. Metnin içinde çok başka bağlamda olan cümleler yerinden yurdundan edilip onu kullanan kişinin emrine amade kılınıyor. Sizin o cümleyi sorgulama cümlesi olarak görmeniz ya da görmemeniz değil benim açımdan önemli olan. Metnin bütününde "ağlayan adam'ın duygu dünyası ile kuşatılıp kuşatılmadığınızı merak ediyorum, bunu önemsiyorum. Metnin atmosferindeki duygu ağırlığını hissederken erkeklerin dünyasına değil de kadınların dünyasına yakın durmanız benim açımdan yeni bir idrak alanı. Yakın durduğunuzu nereden mi çıkardım? Siz biraz önce kendiniz söylediniz. Öznesi erkek bölümünde yer almasaydı dediniz.
İnsan ilişkilerini birçok farklı açıdan irdeleyen bir hikâye okuduk. Sizce gerçek hayatta insan ilişkilerini hangi mecradan gözlemlemek daha doğru? Sosyal medya mı, aile çevresi mi, iş hayatı mı, sokak mı, toplu taşıma mı? Hangisinde insanlar gerçek "persona"larını yansıtıyor?
Gözlemek terimine pek sıcak bakmıyorum. Gözlemek teknik bir şey. Anlamaktan ziyade gözetlemeye yakın duruyor benim nezdimde. Benim dert alanımda basar ve basiret kayıtlı. Gözlemek terimine neden sıcak bakmadığıma gelince... Fiziki şartları gözler ve gözetlersiniz. Belli bir mekânda ve belli bir zaman diliminde dikkatimizi yoğunlaştırdığımız işler için gözlemek anlaşılabilir bir şey. Tıpkı sokakta oynayan çocuğa pencereden göz kulak olmak gibi. Orada gözlediğimiz fiziki bir durum. Ama insan ilişkileri dediğimiz zaman gözlemek, gözetlemek ilişkilerde ister istemez bir hiyerarşik üstünlük kurma boyutuna evrilir. Gözlediğiniz birini anlamanız pek mümkün değildir. Dış çerçevede kalırsınız. Doğal karşılaşma mekânlarında insanların birbirinin dünyasına dâhil olması ile sahih bir iletişim kurulabileceğini düşünüyorum. İnsanlar kendilerini en saf şekilde dinlerken ve konuşurken aşikâr kılar. Konuşurken seçtiği kelimeler, öfke anında ağzından çıkan kelimeler, sevgisini ifade ediş biçimi. "Aynen aynen" çağında bunları görebileceğimiz kaç kişi kaldı? Birisinden çok çarpıcı bir cümle duyuyorum. Çok etkilendiğim o cümlenin bir dizi film repliği olduğunu öğreniyorum. Kadının biri minibüste muhatabına "Çin tuzu gibi adamsın" diyordu. Bunun üzerine yazı yazdım. Benim için çok çarpıcı idi. Aynı cümleye mahalledeki bir esnafın ağzında da rastlayınca kendilerine ait olmadığını öğrenmiş oldum.
Esra karakterinin sorunu tam olarak neydi ve bugünkü kadını hangi açıdan temsil ediyor? "BENESRA" bir prototip miydi yoksa ayrıksı bir karakter mi?
Öncelikle şunun altını çizmem gerekiyor: Karakterlerim sadece kendilerini temsil ediyor. Prototip değiller. Ama sevgili okuyucumun o karakterin toplum içindeki temsillerini görüp ben bunu şu öyküdeki karakter kadar tanıyorum duygusunu ulaşmalarına engel değil bu söylediklerim. Esra karakterinin sorunu neydi sorusunu uzun uzun cevaplamak mümkün. Lakin okuyucunun doğal bir şekilde karşılaşacağı duygu coğrafyasını "Dikkat! Taş düşebilir" enformasyonuna indirgemiş olmaktan korkarım. Bir ipucu olarak "ağlayan adam" babadan, Esra anneden mahrum bir çocukluk geçirmişti cümlesini takdim edeyim.
Bekir Viyana'da okumuş bir İmam Hatipli. Esra da hikâyedeki detaylardan anlaşıldığı kadarıyla başörtülü bir kadın. Muhafazakar kesimdeki kadın-erkek ilişkileri ya da evliliklere dair bir krize mi dikkat çekiyorsunuz? Esra karakteri üzerinden başörtülü kadınlara bir eleştiri mi var?
Dikkat çekme meselesi için doğrudan deneme ve makale kaleme alıyorum. Hikâye ve romanlarımda var olan sorunları hikâye yoluyla ifade ederek görmeye ve görünür kılmaya çalışıyorum. Esra sadece Esra'yı temsil ediyor. Muhafazakar kadınları değil. Ama diğer taraftan anlatıcı-yazar, Esra başörtülü diye onun kusurlarından azade bir şekilde anlatmaya kalkmıyor.
-Ağlayan adam karakteri peki...
2016-2017 yılları arasında Yeni Şafak'taki köşemde uzunca bir süre okuyucularımdan gelen, evlilik üzerine yazılmış mektuplarını değerlendirdim. "Ağlayan adam" karakterinin atmosferini inşa ederken bu mektuplardan çok istifade etmiş olduğumu metni bitirip bir kaç ay uzaklaştıktan sonra fark ettim. Tanık olduğumuz her olay, her cümle seyrettiğimiz filmler, dinlediğimiz müzikler bir şekilde bize rağmen inşa ettiğimiz eserin içine sızar, sızıyor.
Esra karakterine gelince... Bir arkadaşım, ağladığı için kocasını boşayan komşusundan bahsetti. Şaşkınlıkla bu olayı bir kaç yerde naklettim. Şaşkınlığım giderek katmerlendi. Çünkü anlattığım olaya her defasında şaşıran sadece bendim. Hal böyle olunca gözyaşının izini metin içinde sürmeye çalıştım.
Hikâyede anlatıcının kadınlara yer yer yüklendiğine şahit oluyoruz? Burada neye vurgu yapmak istediniz? Sizce karakterlerin oluşumunda kadın ve erkek arasındaki terazi dengede duruyor mu?
Edebi metinde ne yüklenme olur ne de savunma. Benim edebi anlayışım birbirine en uzak noktaları birbiri için anlaşılır kılmak. Size bu soruyu sorduran muhtemelen hikâyenin, birinci tekil şahıs erkek anlatıcı tarafından anlatılıyor olmasından kaynaklanan duygu dünyası. Sanatsal ürünlerde kıvam meselesi olmazsa olmaz şarttır. Ama denge her zaman iyi bir kıvam tutturulacağı anlamına gelmez. İnşa edilen şeyin mekanikleşmesine vesile olabilir. Dolayısıyla bu metinde "ağlayan adam"ı görüyoruz. "Ağlayan adam"daki eski karısı Esra'yı görüyoruz.
Bekir'in naifliği ve buna karşı Esra'nın karikatürize yaklaşımı toplumsal roller bağlamında değerlendirilebilir mi? Erkeğin toplumsal rolü ile kadının doğal beklentileri arasında bir paralellik olması gerekmiyor mu? Günümüz toplumunda farkın fazla açıldığını düşünüyor musunuz?
Siz bir okuyucu olarak Bekir'i naif Esra'yı karikatürize yaklaşım içinde bulmuş olabilirsiniz. Neden böyle bulduğunuzu uzun uzun konuşmamız gerekiyor. O zaman edebiyatın dünyasından sosyolojinin dünyasına hızlı bir geçiş yapmış oluruz. Lakin ben bu geçişe eşlik etmekten yana değilim. Özellikle bu hikâyede toplumsal roller ile ilgili bir durumun izini sürmekten ziyade kahramanlarımızın duyarlılık haritasını iyi okumamız gerekiyor diye... Sanat ve özellikle edebiyat ambardaki bir buğday tanesinde bütün bir cemiyeti resmeder. Ağlayan adam ile BENEsra'nın hikâyesindeki çatlağı görmeyi önemsiyorum. Bu çatlak idrak edildikten sonra toplumsal roller meselesi de konuşulabilir. Ancak ben ısrarla ve inatla duyguların coğrafyasında kalmayı sürdüreceğim söyleşi boyunca.
Hikâyenin sonunda oluşan duygu ve mesaj yoğunluğu ile en başta gösterilen sosyolojik yapı ile bir çatışma yaşandığını söyleyebilir miyiz? Gündelik hayat ile duyarlılıklar arasında örtüşme beklentisi bir gerginlik oluşmasına mı sebep oluyor?
Metni henüz okumamış okuyucularımızın okuma heyecanını azaltmamak üzere hikâyenin sonunu söylemediğiniz için çok teşekkür ederim. Bu hassasiyetten dolayı hem sizin sorunuz hem de benim cevabım biraz soyut olacak ister istemez. Bütün metinlerimde bireyin psikolojik zamanı ile toplumsal zamanı bir arada vermeye gayret ediyorum. Hangi duyarlılık frekansında, hangi eğitim düzeyinde olursak olalım bizler yaşadığımız zamanın çocuklarıyız. Dışımızdaki zaman içimizi, içimizdeki zamanın ritmi dış dünyayı algılamamızı, idrak etmemizi doğrudan etkiler. Eşlerin, arkadaşların, kardeşlerin psikolojik zaman uyumu çok merkeze alınıyor günümüzde. Ama esas önemli olanın toplumsal zamanı idrak etmek olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda aziz okuyucularıma şöyle bir tavsiyem olacak, üzerine konuştuğumuz bu öykü için... Lütfen bitirdikten sonra metni tekrar okusunlar. İlk okuyuşlarında dikkatlerinden kaçan pek çok şeyi ikinci okuyuşta idrak ederek, kendi psikolojik zamanları ve toplumsal zamanlarını ilave ederek metne yeni bir katman kattıklarını fark edecekler. Esra ile Bekir'i birbiri için yabancı kılan toplumsal zamanda asla buluşamayacak olmaları. Birinin başının örtüsü ötekinin İmam Hatip Lisesi mezunu olması yirmi yıl önce onları aynı toplumsal zaman atmosferinde yol arkadaşı olmalarını mümkün kılardı...