1
Aksam.com.tr
Tarihi romanların ünlü yazarı Beyazıt Akman “Ben, Yunus: Bir Garip Âşık”, “Ben, Piri: Pusula Elifi’nin Peşinde”, “Dünyanın İlk Günü” ve “Cennetin Kapıları 1492” kitaplarının yazım süreçlerini bizimle paylaştı. Beyazıt Akman, Doğu-Batı çatışması çerçevesinde oryantalist bakışı, sömürgeci ülkelerin tarihten bugüne sürdürdükleri engizisyon damarını ve o damarın bugüne yansımalarını anlattı.
Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’a konuşan Akman, “Amerika’nın Bağdat işgalinde Iraklılara yaptıkları, İsrail’in Filistin’deki katliamlarını ve Suriye’de katledilen çocukları Batı’nın sessizce izleyişi de birer engizisyon geleneğidir! Engizisyon damarı beş asırdır canlı olan ciddi bir güruh var.” ifadelerini kullandı.
Yazar yönünüz çok geniş; hem derin bir tarih bilgisi, hem şiirsel bir roman, hem de epik bir roman tarzı… Yazarlıkta kendinizi nasıl keşfettiniz?
Ben her şeyden önce bir akademisyenim. Bütün romanlarımın arkasında yıllar süren okumalar ve araştırmalar vardır. Romanlaştıracağım şeyin gerçekliğine önce benim ikna olmam lazım. Hâlihazırda bu konularda doktoram varken, yine de her romandan önce yıllar süren araştırmalar yaparım. Son yıllarda tarihi kurgu işini ayağa düşürdüler, altı ayda bir Osmanlı sultanı romanı yazan tipler türedi. Benim altı ayım sadece karakterlerin gardırobuna gider! Sonra bu işin mutfağı var, silahları var, o dönemde çalışılan ilmi kitaplar, icra edilen sanatlar vesaire. Bir romanı roman yapan kurgudan, karakterlerden, diyaloglardan ve işin ruhundan hiç bahsetmiyorum bile. Huyum kurusun, çalakalem hiçbir şey yazamadım... İşin epik yönü ise anlattığım konulardan ileri geliyor olsa gerek.
Yıllar yılı hep kendi tarihimizi keyifli, serüvenli romanlarda okumanın hayalini kurdum. Saray entrikalarını yazmadan da iyi ve kaliteli bir tarihi roman yazılabileceğine inandım. Bu romanları yazmaya koyulduğumda ortada egzotik bir dünyayı gösteren, benim bu harem takıntılı romanlar dediğim kitaplardan başka şey yoktu. Oryantalist romanlar yani... Belki burada oryantalizmi kısaca tanımlamak gerekir: Batı’yı her türlü güzel şeyin, medeniyetlerin beşiği, ilmin, sanatın, demokrasinin merkezi, Doğu’yu ise bunların tezatı olarak, yani barbar, cahil, despot bir dünya olarak göstermek.
“KENDİ TARİH ANLATIMIMIZ BUNDAN NASİBİNİ ALDI”
Sömürgeci emperyalist ülkeler tarafından asırlar boyunca inşa edilen bu kurgu-söylem, onların Doğu’yu daha iyi kontrol edebilmelerine ve bu milletlerde ciddi bir özgüvensizlik oluşmasına neden olmuştur. Bu sömürgeci emperyalistlere karşı, Atatürk’ün önderliğinde destansı bir mücadele verdik ve dik durabildik, ama bizim kendi tarih anlatımımız, edebiyatımız ve sinemamız ne yazık ki kültürel sömürgecilikten payını almıştır. Hâlbuki ben istedim ki şövalyelerin maceralarını okuduğumuz kadar, Romalı gladyatörlerin yeteneklerini izlediğimiz kadar ya da Vikinglerin cesaretlerine hayran kaldığımız kadar, biraz da kendi tarihimizi okuyalım. Kral Arthur’un Excalibur’unu ezbere bilen insanımız biraz da yeniçerilerin meziyetlerini öğrensin! Ama bunu hamasete de kapılmadan, birinci sınıf kalitede yapalım.
İstanbul’un fethini ya da Osmanlı’nın kuruluşunu epik bir şekilde anlatmayacaksınız da neyi anlatacaksınız? Yok, eğer kendi tarihine kederle ve utançla bakan mızmız oryantalist yazarlardansanız, o başka. O zaman elinizde bir tek hüzün kalır, kimliksizlik kalır, aidiyetsizlik oluşur ve bunlar üzerinden bir dünya yaratırsınız. Batı da pek sever o romanları! Ben tarihime hiçbir zaman bu şekilde bakmadım, bakamadım. Öğrendiğim şeyler ve ilmim bunu gerektiriyor.
“Ben, Yunus: Bir Garip Âşık” ve “Ben, Piri: Pusula Elifi’nin Peşinde” kitaplarınızla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
“Ben, Yunus” adlı romanım diğer eserlerimden biraz farklı bir çalışma. O romanın Yunus’un dili gereğince su gibi akmasını, az ama öz olmasını istedim. Bunu yapıp yapamadığıma okurlar karar verecek. “Ben, Piri”de ise romanlarımdaki karakterlerin zengin dünyalarından tadımlık bir derleme yapmak istedim. Zira romanlarımın kalınlıklarına bakarak gözü korkan çok oluyor. Alıp okuyanlar da iki gecede bitirdik diyorlar. Bu iki romanda olabildiğince ince kitaplarla yeni okurumla tanışalım istedim.
Kitap yazmadan önce yazım süreciniz nasıl oluyor? Konuya ve kitap ismine nasıl karar veriyorsunuz? Hangi noktalara dikkat ediyorsunuz?
Benim için araştırma esastır; tüm romanlarım akademik araştırmalarımdan kaynaklanıyor. Yıllar yılı Batı’daki Türk-İslam algısının, Doğu-Batı çatışması denilen şeyin izlerini sürdüm. Bu konuda yaptığım okumalarda öğrendiklerim o derece göz açıcıydı ki bunları daha geniş kitlelere iletmek için romanlaştırma ihtiyacı duydum. Sonra araştırmayı hikâyelendirme süreci başlar. O zaman hayal gücüm devreye girer ama bu hayal gücü araştırmaya halel getirmemelidir.
“YERLİ VE YABANCI YÜZE AŞKIN KAYNAĞI İNCELEDİM”
Bu yüzden benim için en önemli nokta, akademisyenliğim ile yazarlığım arasındaki dengeyi iyi tutturmak. Ne hikâye, araştırmanın desteklemediği bir gerçeklik sunmalı; ne de araştırma, hikâyemin önüne geçerek kitabı bir tarih kitabının sıkıcılığına büründürmeli. Örneğin; 29 Mayıs 1453’te Batılı bir yazar, “Bugün dünyanın son günü, güzelim şehrimiz barbar Türklerin eline geçti ve güneş battı.” diye yazıyor. Bu benim çıkış noktamdır; ben de beş yıllık bir araştırmanın ardından, yerli ve yabancı fetih üzerine yazılmış yüzü aşkın kaynağı inceleyerek, o günün dünyanın sonu mu yoksa medeniyetler tarihi adına, hümanizm ve insanlık namına, tarihin en önemli altın çağlarından birini başlatan bir milat mı olduğu sorusuna cevap aradım. “Dünyanın İlk Günü 1453” de böyle ortaya çıktı.
“BATI’DA DOĞU’YU KEŞFEDEN BİRİSİYİM”
Kapsamlı bir çalışma sonrası hazırladığınız “Dünyanın İlk Günü 1453” kitabınız edebiyattan beyaz perdeye, hatta televizyon yapımlarına birçok kez konu oldu. Bu başarınızı neye bağlıyorsunuz?
Belki de tüm romanlarımda benzer bir başarı söz konusudur denebilir, ama “Dünyanın İlk Günü” 28 yaşındaki bir gencin ilk çıkış romanı olduğu için biraz da ondan bu kadar popüler oldu herhalde. Amerika’da beş yıllık bir araştırmanın ardından yazmıştım o romanı. İngiliz edebiyatı alanında master yapmaya gittiğim bu ülkede, doktoramın tam ortasına o 600 sayfalık romanı sığdırmıştım. Her zaman söylerim, ben Batı’da Doğu’yu keşfeden bir insanım. Orada kendi kültürüme dair gördüklerim ve yaşadıklarım o kadar sarsıcıydı ki bu işin tarihsel kökenini incelemiş ve az önce anlattığım üzere bu işin ucunun 1453’e kadar dayandığını görmüştüm.
“AMERİKAN KİTAPÇILARDA MEDENİYETİMİZİ ANLATAN KİTAPLAR ARARDIM”
Bir edebiyatçı olarak bu konuyu kesinlikle romanlaştırmalıydım. Ama bunu daha önce hiç yapılmamış bir şekilde yapmalıydım. Şimdi çok var piyasada, sağ olsunlar (!) seviyeyi de iyice düşürdüler; elinizi atsanız tarihi romandan geçilmiyor. Batı kitabevlerinde durum daha da kötüydü. Amerikan kitapçılarının raflarında saatlerce dolaşır, kendi medeniyetimizi anlatan kitaplar, romanlar arardım. Hadi tamamen romantik bir mit haline getirilen şövalye kültürü kadar olmasa da, en azından Japonya’nın samurayları kadar da dünyaya katacak değerimiz yok muydu? Ben istedim ki tarihimizi oryantalist çerçeveye hapsolmadan, çok daha hakkaniyetli bir şekilde, tamamen araştırmaya dayalı bir şekilde anlatan romanlar olsun.
Kendi maceralarımızı, kendi serüvenlerimizi, kendi hikâyelerimizi uluslararası standartlarda romanlaştıralım. Eserlerim bu motivasyonla yazılmıştır. Bunu başarıp başaramadığıma okurlar karar verecektir. Ama bu benim için büyük bir mesele. Şunu da kabul edelim ki tarihimizi doğru bilenler, onu nasıl hikâyelendireceğini ya da televizyona aktaracağını bilemiyor. Bu işin nasıl yapılacağını bilenler de ne yazık ki tarihimizi doğru bilmiyor. “Dünyanın İlk Günü”nün başarısında sanırım biraz da bu ikisini birden yapmaya çalışması yatmaktadır.
“AVRUPA KENDİNDEN OLMAYANLARI CEZALANDIRDI”
“Cennetin Kapıları 1492” kitabınızda Orta Çağ Avrupası’na ve engizisyon mahkemelerine dikkat çekiyorsunuz. Kitabınız hakkında konuşmak isteriz. Okurlarınızı ne bekliyor? Ortaçağ Avrupası nasıldı?
Endülüs medeniyeti beni en çok etkileyen dönemlerden biridir. Avrupa Rönesansı’nın hem temelindeki bilim mirasının bu döneme dayanmasıyla, hem de ironik bir şekilde Avrupa’nın İslam karşıtı kimliğini oluşturmasında temel yapıtaşlarından biridir. Avrupa’nın kendinden olmayanı cezalandırdığı ötekileştirici kimliğinin harcı da yine bu dönemde karılmıştır. “Cennetin Kapıları” işte tüm bunların romanıdır.
“ARİSTO’NUN KİTAPLARINI YAKTILAR”
Engizisyona gelecek olursak, insanları fazla temiz oldukları için (çünkü sürekli abdest aldıkları için suyla haşır neşirler) “Muhammedi”, yani o dönemde Müslümanlara verdikleri ad, diye suçlayabilecek kadar ileri gitmiş, okumasını bilmediklerinden Aristo’nun Arapça yazılan eserlerini dini kitap sanıp yakabilecek kadar manyaklaşmış, Hristiyan olmayanları diri diri yakarken aslında onların ruhlarını kurtardıklarını düşünecek kadar da sapıtmış bir yapıdan bahsediyoruz.
Kitaptaki önemli cümlelerden biri, engizisyon keşişinin şu cümlesidir: “Önce kitapları yakmaya başladık, sonra insanları.” Ben de diyorum ki eğer bir yerde bir Kur’an yakılıyorsa bilin ki o zihniyet başka bir yerde insanları yakıyordur. İnsanlar sanıyorlar ki engizisyon dediğim şey tarihin karanlık odalarında hapsoldu. Unuttukları şey ise şu; Hitler, Engizisyon Avrupası’nın bir devamıydı sadece. Ya da bugün Filistin’de, Suriye’de ya da dünyanın başka yerlerinde Müslümanlara yapılan katliamlar, işkenceler ve ötekileştirmeler yine bu engizisyon geleneğinin bir uzantısıdır. Çocuğunu açlıktan kurtarmak için sınırdan koşan göçmen babaya çelme takan zihniyet bu kafanın devamıdır.
“AVRUPA’NIN ZULMÜ DEVAM EDİYOR”
Bugün Türkiye’nin Avrupa’daki yerini hala tartışıyorlarsa, hala daha Türkleri ve Müslümanları Avrupa’dan atmaya, kovmaya uğraşıyorlarsa bilsinler ki onların büyük büyük babaları da bir zamanlar Hristiyan olmayanlara aynı muameleyi Orta Çağ Avrupa’sında yapmışlardı. Srebrenista’da ve Ruanda’da Birleşmiş Milletler’in gözü önünde gerçekleşen soykırımlar, Amerika’nın Bağdat işgalinde Iraklılara yaptıkları, İsrail’in Filistin’deki katliamlarını ve Suriye’de katledilen çocukları Batı’nın sessizce izleyişi de birer engizisyon geleneğidir! Burada tabi haksız bir genellemeyle tüm Batı insanını aynı kefeye koyduğum sanılmasın, bu adil olmaz. Onlar da ekseriyetle bu barbarlıkları lanetlemişlerdir, lanetliyorlar. Ama benim demek istediğim şey, engizisyon damarı beş asırdır canlı olan ciddi bir güruh da var.
Bir de şunu hatırlayalım: Katolik İspanyollar o dönemde Amerika’da asırlarca sürecek bir katliamı ve köle ticaretini başlatıyorken, Kolomb gemileriyle Amerika diye anılacak toprakları sömürmeye doğru yol alıyorken, bir Osmanlı sultanı gayri Müslümanlara yardım eli uzatıyor, beş asır sonrasında bile, günümüzde mumla aranacak bir insanlık dersi veriyordu. Osmanlı, diğer insanları kolonileştirmek için değil, onları kurtarmak için gemilerini seferber etmiştir!
Yakın gelecekte hayata geçirmeye çalıştığınız yeni bir projeniz var mı? Varsa detayları bizimle paylaşabilir misiniz?
Tarihi romanların devamı gelecek inşallah. Bunun dışında çok büyük başka bir proje var ki onun yoğun bir çalışması içindeyiz. Ama ne yazık ki bu sektörde öğrendiğim bir şey varsa o da hiç kimseyle bu fikirleri paylaşmamaktır. Çünkü romanlarımdan çalakalem çalınarak yazılan romancıkları, kitaplarımdan hoyratça, orasından burasından alınarak yapılan dizileri ve sinemaları görmekten inanın bıktım. Bu projeyi de söyler söylemez bir iki yayınevinin ve yapımcının harekete geçip yalan yanlış yapmalarını ve projemi daha başlamadan mahvetmelerini istemem. O yüzden biraz daha sabretmemiz gerekecek.