OP. DR. BİLGEHAN AYDIN
Arzuladığı o kokuyu elde ettiği anda ulaştığı nokta ise romanın harika finalinde olanca ihtişamıyla anlatılır. Koku duyusunun ve hissinin ne denli güçlü olduğunu şu satırlarla zihnimize kazımıştır Süskind: “Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. Savılıp atılamaz bu inandırıcılık; soluduğumuz havanın ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur.”
Olfaksiyon, yani koku alma duyusu, insan bedeninin biyolojik yapısından kaynaklanan ve tamamen doğal çevre tarafından biçimlendirilen sabit ve değişmez bir olgu olduğu kadar, algılanma ve anlamlandırılma bakımından kültürden kültüre çok büyük farklılıklar gösterebilecek antropolojik bir kavramdır. Öncelikle koku alma duyusunun insanlığın erken evrelerinden beri var olan en ilkel duyu olduğu söyleyelim. İnsanın en temel dürtülerini harekete geçirebileceği gibi, gündelik hayatı içerisinde birçok tercihini de şekillendirebilecek güçte bir uyarıcıdır koku. İnan hayatının çeşitli dönemlerinde algılanma seviyesinde değişiklikler olur; örneğin hamilelerin veya kemoterapi tedavisi gören hastaların koku hassasiyeti çok artar, bu kişiler normalde nahoş bulmadıkları kokulardan bir anda nefret edebilirler. Bununla birlikte, insanlardaki (ve muhtemelen birçok memeli canlıdaki) en güçlü ve en kalıcı hafıza çeşidi koku hafızasıdır. Bunun nedeni beyin anatomisinde koku merkeziyle hafıza merkezinin birbirine komşu olmasıdır. Koku her zaman en eski ve en güçlü anıları canlandıran bir uyarıcıdır. Mesela bazı yiyeceklerin kokusundan tiksinme hissi çocukluk çağında ortaya çıkıp insanın yaşlılık dönemine kadar devam edebilmektedir. Her insanın belleğinde çoğu güzel, bir kısmı nahoş hisler uyandıran ama mutlaka çok eskiden kalma bir koku hafızası deposu vardır. Bunun nedeni beyinde diğer duyuların hepsini çarpıtma, eksiltme, genelleme gibi birtakım semantik süzgeçlerden geçiren talamusun bu filtrelemeyi kokular için yapmamasıdır. Kokular hafızaya beyin tarafından bir duygusal değer verilerek, diğer bir deyişle “iyi” veya “kötü” olarak kodlanarak kaydedilir.
Tam da bu nedenle koku duyusu bir yandan da kültüreldir. Cinsiyet bile koku algısı üzerinde etkili olan bir faktördür. Örneğin, National Geographic’in 1986 yılında 1.5 milyon kişiyle yaptığı anket sonucunda kadınların koku duyusunun erkeklere kıyasla daha kuvvetli olduğu görülmüştür. Erkeklerle kadınların sevdikleri ve sevmedikleri kokular da birbirinden farklıdır. Bir kişi, dış görünüşü ne kadar hoş olursa olsun, nahoş bir kokuya sahipse, karşısındaki kişinin gözünde bu cazibesini bir anda yitirebilir.
Kokuların Anadolu’nun kadim gelenekleri içerisinde de çok önemli bir yeri vardır. Kokunun Anadolu’da Hitit uygarlığıyla başlayan serüveni yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın buhurcularından modern kentlerin kendine has kokularına kadar harikulade bir seyir izlemiştir. Türk kültüründe iğde, defne, ıhlamur, adaçayı kokusunun her zaman çok ayrı bir yeri olmuştur. Özelikle defne ve adaçayı ile yapılan tütsüler hastaların yattığı odaları dezenfekte eden şifa verici bir uygulama olduğu kadar, Türk kültüründeki atalar kültünde kötülüğü evlerden uzak tutacak bir efsun olarak görülmüştür. Anadolu insanı yağmurdan sonraki humuslu toprak kokusunu özünden gelen bir koku olarak algılar, o kokuda kendini bulur, “çamurdan süzülmüş bir hülasadan yaratılmış olduğunu” hatırlar.
Bütün bu bilgilerin ışığında düşündüğümüzde burnumuzun ne kadar önemli bir organ olduğunu anlıyoruz. Burnumuz yalnızca aldığımız her nefeste bizi havadaki zararlı taneciklerden ve mikroplardan koruyan bir organ değil, etrafımızdaki sayısız kokuyu birbirinden ayırt ederek fizyolojik ve psikolojik halimizi belirleyen, hatta yeri geldiğinde hayatta kalmamızı bile sağlayan en değerli hazinemizdir. Burnumuzu iyi korumalı, onun her kokuyu alabilecek sağlıklı bir organ olmasını sağlamalıyız.