HABER MERKEZİ
İsrail ile İran arasında yıllardır süregelen gerilim, yüzeyde nükleer programlar etrafında şekilleniyor gibi görünse de, bu krizin esas dinamiği çok daha derin bir yapısal çatışmaya dayanıyor.
Uranyum zenginleştirme konusundaki endişeler, asıl stratejik hesapların üstünü örten sembolik bir perde işlevi görüyor.
Bu tablo, temelde İsrail'in sözde "bölgesel hakimiyetini" koruma ve rejimini güvence altına alma çabası ile İran'ın caydırıcı güç kazanma ve bölgesel özerklik arayışı arasında çözümsüz bir denklem oluşturuyor.
Nükleer başlık ise; pratik bir tehditten ziyade, her iki tarafın geniş çaplı askeri ve siyasi hamlelerini meşrulaştırdığı bir anlatı platformuna dönüşmüş durumda.
Zira Ortadoğu'da, resmi olarak nükleer silaha sahip olan 2 ülkeden birisi olan İsrail'in, İran'ın nükleer silah sahibi olmaması için açtığı savaş, tam anlamı ile bir ironi olarak devam ediyor.
Yani aslında bu krizin merkezinde, İsrail'in İran'a dair geliştirdiği sözde "varoluşsal bir tehdit algısı" bulunuyor.
Gazze'deki soykırımı nedeniyle artık Uluslararası Ceza Mahkemesi dahil olmak üzere küresel arenada savaş suçlusu olarak anılan Netanyahu liderliğindeki İsrail, İran'ı sadece düşmanca davranışlar sergileyen bir devlet değil, rejim yapısı itibarıyla ortadan kaldırılması gereken bir tehdit olarak görüyor.
Tahran'da iktidarda bulunan ve hem Batı hem de İsrail'e göre, "teokratik ve askeri elitin oluşturduğu rejim", İsrail açısından ideolojik nedenlerle değil, kendi "jeopolitik özerkliğini" korumakta ısrar ettiği ve askeri-endüstriyel kapasitesini bağımsız biçimde geliştirdiği için kabul edilemez addediliyor.
Bu yaklaşım, neredeyse 1979 Hümenyi Devrimi'nin ardından İsrail güvenlik stratejisinin temel direği haline gelmiş durumda ve bu doğrultuda rejimin istikrarsızlaştırılması veya çevrelenmesi stratejik bir öncelik olarak ele alınıyor.
Yani "Nükleer söylem", bu büyük stratejik hedefe ulaşmak için kullanılan esnek bir gerekçeye indirgeniyor ve daha açık bir ifade ile İran'ın devlet kapasitesine yönelik sistematik operasyonların siyasal ve diplomatik zeminini hazırlayan bir araç haline geliyor.
Bu yaklaşımın kökleri, İsrail'in 1980'li yıllarda benimsediği Begin Doktrini'ne kadar uzanıyor.
O dönemden bu yana bu doktrin, "rakip ve düşman" devletlerin nükleer silah edinmesini önlemeyi amaçlıyor.
Nitekim; Irak'taki Osirak reaktörüne (1981) ve Suriye'deki Al-Kibar tesisine (2007) yönelik saldırılar, bu çerçevede şekillenmişti.
Ancak Netanyahu döneminde bu doktrin sadece teknik kapasiteyi ortadan kaldırmaya odaklı bir anlayış olmaktan çıkıp, "düşman ve rakip" rejimlerin yapısal sürekliliğini hedef alan daha kapsamlı ve agresif bir stratejiye dönüştü.
Artık mesele sadece tesisleri yok etmek değil, İran'ın komuta zincirine, güvenlik kurumlarına ve karar alma yapılarına yönelik doğrudan müdahalelerle, rejimi sistemsel olarak zayıflatmaktır.
Bu stratejinin başarılı olup olmayacağı ayrı bir mesele. Ancak asıl önemli olan, İsrail'in esasen bir bombayı engelleme değil, o bombayı üretme kararını verecek sistemin kendisini ortadan kaldırma gayreti içinde olmasıdır.
Sonuç
İsrail'in son dönem hamlelerinin zamanlaması ise bu bilgiler ışığında aslında daha derin bir stratejik anlam taşıyor.
Hizbullah'ın zayıfladığı bir konjonktürde ve Washington'daki yönetimin Tel Aviv üzerindeki etkisinin zayıfladığı bir ortamda, İsrail kendisi için nadir bulunan bir fırsat penceresi yakalamış görünüyor.
Netanyahu yönetimi, bu elverişli momentumu kullanarak İran rejimini ciddi bir ikilemle baş başa bırakma stratejisi ile harekete geçti.
Bu çerçevede, nükleer söylemin işlevi bir tehdit uyarısı olmaktan çok, operasyonel bir manivela halini alıyor ve Netanyahu'nun İran'ın "dokuz bomba yapacak kadar" uranyuma sahip olduğu yönündeki açıklamaları, teknik olarak yanıltıcı, fakat siyasi olarak oldukça etkili bir işlev görüyor.
Bu tür beyanlar, kamuoyunda acil tehdit algısı oluşturarak hem askeri operasyonları meşrulaştırıyor hem de diplomatik yolların meşruiyetini sorgulatıyor. Böylece İsrail'in daha agresif bir tutum izlemesi için gerekli olan siyasi manevra alanı genişliyor.
Bir haftalık savaşın ardından artık taraflar arasında müzakereye dayalı çözümler, bu doktrine ulaşmaya yakın olan İsrail'in algıları ve ABD'nin desteği üzerinden şekilleniyor.
Bu tabloda, İsrail'in "caydırıcılık kavramı" artık sabit bir denge değil, duruma göre sürekli yeniden tanımlanan ve tamamen İsrail'in isteği bir değişkene dönüşmüş durumda.
Artık ortada bir dengeleme ya da barışa dair bir yol haritası değil, sadece İsrail'in "ne olursa olsun galip gelmesi gereken", Batı'ya göre galibin ve suçlunun belli olduğu bir satranç tahtası var.