HABER MERKEZİ
İsrail'in askeri yapılanması, kuruluşundan itibaren "savunma" esasına dayandığını iddia eden bir söylem etrafında şekillendi. İsrail ordusuna verilen "İsrail Savunma Kuvvetleri" adı da bu iddianın kurumsal ifadesi olarak kabul edildi.
Ancak bu sözde "savunmacı" kimlik zamanla pratikte proaktif, hatta saldırgan stratejilere evrildi.
İsrail'in askeri doktrinleri, sadece çatışma sahasında değil; diplomatik, psikolojik ve stratejik düzlemlerde de uzun vadeli bölgesel yıkıcı bir etki üretmeyi hedefledi.
Klasik Savunma Doktrini: Asimetrik tehdit algısından saldırgan savunmaya
1950'li yıllarda David Ben-Gurion'un liderliğinde şekillenen İsrail'in "Klasik Savunma Doktrini" İsrail'in bölgedeki demografik, ekonomik ve coğrafi dezavantajlarını temel aldı. Arap ülkeleriyle yaşanan asimetrik güç dengesi, caydırıcılık, erken uyarı ve hızlı sonuç alma prensiplerini öne çıkardı.
Her ne kadar doktrin "savunma" temelli görünse de, uygulamada savaşları düşman topraklarına taşıyan, önleyici saldırıyı meşrulaştıran bir yaklaşıma dönüştü ve İsrail, topraklarını çatışmalardan uzak tutmak ve üstünlüğünü pekiştirmek için proaktif bir askeri strateji izledi.
Çevresindeki Arap ülkeleriyle kalıcı barışın mümkün olmadığını varsayan bu anlayış, İsrail'i tamamen bölgesel yalnızlığa itti.
1948 Arap-İsrail Savaşı, 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı bu doktrinin sahadaki yansımalarıydı. İsrail, bu savaşların ardından sürekli tehdit altında olduğu inancıyla kendi güvenliğini yalnızca kendi inisiyatifiyle sağlama yoluna gitti.
Çevre Doktrini: Düşmanları parçala, dostları kazan
Yaşanan bu çok sayıda savaşın ardından İsrail, doğrudan çatışmak yerine çevresini diplomatik, askeri ve siyasi araçlarla şekillendirmeye dayanan Çevre Doktrini'ni benimsedi.
Bu doktrin üç ana stratejiye odaklandı. Dost kazanma, tehditleri sınır dışında karşılama ve düşman olarak görülen unsurları kendi içinde ayrıştırma.
İsrail bu çerçevede Mısır ile 1979'da, Ürdün ile 1994'te barış anlaşmaları imzaladı. Daha sonraki yıllarda ise Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas ile Abraham Anlaşmaları yaparak Körfez ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmeye çalıştı.
Diğer yandan İsrail bu doktrin doğrultusunda; Suriye, Lübnan ve İran gibi ülkelerdeki askeri hedeflere yönelik düzenli saldırılar gerçekleştirerek sadece 2022-2023 döneminde Beyrut, Tahran, Şam ve Sana gibi başkentleri hedef alan saldırılar gerçekleştirdi.
İsrail bu doktrini doğrultusunda sadece düşmanlarını zayıflatmaya değil, iç ayrılıkları da derinleştirmeye çalıştı. Filistin'de Hamas ile El Fetih arasındaki ayrımın devam etmesini sağladı. Lübnan'da mezhepsel bölünmelerin kurumsallaşmasını fırsata çevirdi. Suriye'de ise etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden etkisini artırmaya yöneldi.
Son olarak yaşanan Dürzi isyanları ve Suriye'nin güneyinde bulunan terör örgütü PKK'nın uzantıları ile olan bağları da, bu doktrini doğrultusunda Suriye'yi istikrarsızlaştırma ve bölme anlayışının bir parçası olarak gerçekleştirdi.
Dahiya Doktrini: Caydırıcılığı yıkımla kurmak
2006 yılında Beyrut'un Dahiya bölgesine yönelik saldırılar sonrasında geliştirilen Dahiya Doktrini, İsrail'in orantısız güç kullanımını resmi strateji haline getirdi. Doktrin, sivil altyapıyı ve nüfus alanlarını hedef alarak uzun süreli bir caydırıcılık oluşturmayı amaçladı.
Bu anlayış 2007'de İsrail'in resmi doktrini haline geldi ve tıpkı Dahiya'da olduğu gibi Gazze'de de bu doktrin uygulandı.
Elektrik santralleri, köprüler, limanlar, kanalizasyon sistemleri gibi temel altyapı unsurları meşru hedefler olarak belirlendi.
2008'den 2025'e kadar süren Gazze saldırılarında, bu doktrinin sistematik olarak uygulandığı görüldü. Saldırılar; yoğun hava bombardımanı, kara işgali, derin sızma ve bölgenin yeniden şekillendirilmesi şeklinde dört aşamada gerçekleştirildi.
Nitekim doktrin, şimdi de Suriye'de uygulanmaya çalışılıyor ve Dürzi gruplar bahane edilerek bölge acımasızca bombalanıyor.
Hanibal Doktrini: Esir düşmektense öl
İsrail, 1976'da gerçekleşen Entebbe Operasyonu'ndan itibaren esir değişim süreçlerinde ciddi zorluklar yaşadı. 1982'de altı İsrailliye karşılık 4.700 Filistinliyi, 1998'de Gilad Şalit'e karşılık ise 1.076 Filistinliyi serbest bırakmak zorunda kaldı.
Bu gelişmelerin ardından İsrail 2000 yılında Hanibal Doktrini yürürlüğe girdi.
Bu doktrin, bir İsrailli asker esir alındığında kurtarılması mümkün değilse, kaçırılmasını önlemek için öldürülmesini dahi meşru saydı. İsrail açısından esir düşmenin siyasi, askeri ve psikolojik maliyeti, insan hayatından daha önemli hale geldi.
7 Ekim 2023'teki Aksa Tufanı sırasında, Hamas'ın paramotorlarla sınırı geçmesi sonrası, İsrail ordusunun kendi vatandaşlarını hedef aldığına dair güçlü kanıtlar ortaya çıktı.
Ahtapot Doktrini: Vekilleri değil, başı yok et
2018 yılında dönemin Savunma Bakanı Naftali Bennett tarafından ortaya konan Ahtapot Doktrini, İsrail'de İran'a karşı yeni bir paradigma sundu. Bu doktrin ile İran'ın bölgedeki vekil güçleri yerine doğrudan Tahran rejiminin hedef alınması gerektiği savunuldu.
Bu doktrin, İsrail'in istihbarat faaliyetlerini İran topraklarına taşımasını sağladı ve İsrail, İran içinde sabotajlar, suikastlar ve siber saldırılar düzenlendi.
2023'teki 12 Gün Savaşı sırasında da, İsrail'in İran içerisinde saldırı üsleri kurduğu iddiaları ve 700'den fazla İsrail casusunun İran içerisinde tutuklanması bu doktrinin ulaştığı noktayı gösterdi.
Doğu Akdeniz ve Suriye: İsrail'in Türkiye rahatsızlığı
Gelinen noktada ise; İsrail'in tüm bu askeri ve diplomatik doktrinleri ile ulaşmaya çalıştığı hedefleri, gerek Gazze gerekse Doğu Akdeniz gereksede Suriye gibi noktalarda sadece Arap dünyasını değil, doğrudan Türkiye'yi de hedef alacak bir noktaya evrildi.
Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin KKTC ve Libya ile yaptığı MEB anlaşmaları, İsrail'in enerji planlarını sekteye uğratırken, İsrail'in büyük umutlar bağladığı EASTMED projesinin de Türkiye tarafından geçersiz kılınması, Tel Aviv için ciddi bir jeopolitik kayıp olarak kayıtlara geçti.
Bu nedenle İsrail, GKRY ile enerji ve güvenlik alanlarında stratejik iş birlikleri geliştirmeye çalışırken, aynı zamanda da hem Suriye'de Türkiye destekli bir yönetim hem de KKTC'deki Türk varlığından giderek daha fazla rahatsız olmaya başladı.
İsrail vatandaşlarının son dönemdeki Güney Kıbrıs'ta toprak alımlarına yönelmesi de bu stratejik rahatsızlığın ekonomik ayağı olarak ortaya çıkmaya başladı.
Diğer yandan İsrail, Suriye'de ise Türkiye'nin artan etkisini, kendisi açısından çok katmanlı bir tehdit olarak görmeye başladı.
İsrail, terör örgütü PKK/YPG unsurlarını etnik bir yapı üzerinden, Nusayrileri mezhepçilik üzerinden, Dürzileri ise bölgesel çıkarlar üzerinden kendi nüfuz alanına çekmeye çalışıyor ve bu şekilde doktrinleri doğrultusunda Suriye'yi böl ve işgal et stratejisini hayata geçirmek için adımlar atıyor.
Sonuç: Doktrinler aracılığıyla bölgesel mühendislik ve işgal
İsrail'in askeri doktrinleri, klasik anlamda savunma kavramının çok ötesine geçti.
Bu doktrinler; bölgesel mühendislik yapma, caydırıcılığı artırma, düşman ülkeleri ayrıştırma ve stratejik üstünlük kurma hedeflerine hizmet etti ve etmeye devam ediyor.
Bu nedenle, İsrail'in askeri doktrinlerini doğru okumak ve bunlara karşı çok boyutlu bir strateji geliştirmek, hem bölge ülkeleri hem de Türkiye açısında kritik bir noktaya geldi.