Muhammed Gökalp
Donald Trump'ın Beyaz Saray'a dönüşü, ABD dış politikasının geleneksel yörüngesinden neredeyse tamamen sapmasına neden oldu.
Ancak şüphesiz olarak en çok merak edilen konu, bu değişen politikanın Amerikan karşıtı olarak oluşan Çin-Rusya-Ukranya ve Güney Kore blokunun dağılıp dağılmayacağı.
Özellikle Trump yönetiminin Rusya'ya yaklaşımı, küresel dengeleri Washington lehine yeniden şekillendirmeyi amaçlayan temel bir stratejiyi ve önceliklerin yeniden ayarlandığı bir yaklaşımı işaret ediyor.
Trump, önceki yönetimlerin çatışmacı tutumunu sürdürmek yerine, Moskova'ya karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşımı tercih ediyor gibi görünüyor ki bu da büyük ölçüde Çin'in yükselişine karşı koyma zorunluluğunun dikte ettiği bir değişim.
Ancak bu değişim, özellikle transatlantik ittifak ve küresel istikrar için daha geniş sonuçları hakkında kritik soruları gündeme getiriyor.
Rusya ve Çin: Yeni stratejik denklem
ABD dış politikası on yıllardır hem Rusya hem de Çin'e yönelik ikili bir çevreleme yaklaşımı ile karakterize edildi.
Ancak Trump'ın iktidara gelmesi, Rusya ile gerilimi azaltmaya çalışırken Çin'i birincil jeopolitik rakip olarak önceliklendiren bir odak kaymasına işaret ediyor.
Bu değişiklik, Moskova'ya karşı devam eden rekabetin Rusya'yı Çin'in stratejik yörüngesine daha fazla itmekten başka bir işe yaramayacağı inancı üzerine şekilleniyor.
Bu yaklaşımın arkasındaki varsayım, yerleşik bir Çin-Rus ortaklığının ABD hegemonyasına karşı en zorlu meydan okumayı teşkil edeceği düşüncesi.
Zira; eğer iki güç askeri, ekonomik ve diplomatik koordinasyonlarını daha da derinleştirirse, Washington çok daha karmaşık bir tehdit ortamıyla karşı karşıya kalacak.
Çin, dünyanın en büyük ticaret ülkesi haline geldi ve ABD'yi geride bıraktı. Diğer yandan yapay zeka, yarı iletken üretimi ve kuantum hesaplama alanlarında önemli ilerlemeler kaydetti.
Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun modernizasyonu ve artan deniz gücü ABD'nin Hint-Pasifik'teki stratejik üstünlüğüne meydan okuyor ve bu arada Pekin'in Kuşak ve Yol Girişimi gibi inisiyatiflerle ortaya çıkan küresel çaptaki etkisi, Afrika, Latin Amerika ve hatta Avrupa'daki etkisini önemli ölçüde arttırdı.
Bu çerçevede Trump'ın dış politika ekibi Rusya'yı ikincil bir endişe kaynağı olarak görüyor.
Rusya-Çin yakınlaşmasını baltalamaya yönelik strateji
Trump'ın yaklaşımı Richard Nixon'ın 1972'de Çin'e açılımını hatırlatıyor. O tarihlerde Washington, Moskova'yı kontrol altına almak için Çin-Sovyet bölünmesini kullanmıştı. Ancak bu kez roller tersine dönmüş durumda.
ABD, Çin'in stratejik konumunu zayıflatmak için Rusya'yı devreye sokmaya çalışıyor. Yönetim, Rusya'yı Batı ile daha dengeli bir ilişkiye geri getirecek mekanizmalar olarak diplomatik angajmanı, belirli yaptırımların kaldırılmasını ve Ukrayna üzerindeki gerilimin potansiyel olarak azaltılmasını öngörüyor.
Varsayım, doğru teşviklerle Moskova'nın Pekin ile ilişkilerini yumuşatmaya istekli olabileceği yönünde.
Ancak bu varsayım hatalı.
Çünkü; ideolojik ayrılıkların Çin ve Sovyetler Birliği'ni birbirinden ayırdığı Soğuk Savaş döneminin aksine, günümüz Rusya-Çin ortaklığı Batı egemenliğine karşı ortak muhalefet üzerine inşa edildi.
Her iki ülke de ekonomik işbirliğinden, ortak askeri tatbikatlardan ve BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü gibi çok taraflı kurumlardaki diplomatik koordinasyondan faydalanıyor.
Bu gerçekler göz önüne alındığında, Rusya'nın ABD'nin belirsiz tavizleri karşılığında Çin ile yakın ilişkilerini terk etme olasılığı düşük.
NATO ve Avrupa güvenliği için çıkarımlar
Trump'ın yaklaşımının ardındaki mantık açık olsa da, önemli stratejik riskler taşıyor.
Trump, Ukrayna'ya desteği öncelik olmaktan çıkararak ve Moskova üzerindeki baskıyı hafifleterek Rusya'yı ve Vladimir Putin'i cesaretlendirebilir.
Diğer bir ifade ile; ABD'nin geri adım attığı algısı Rusya'yı Doğu Avrupa'daki etki alanını hibrit savaş ya da doğrudan askeri harekat yoluyla genişletmeye teşvik edebilir.
Trump yönetimin NATO'ya yönelik şüpheciliği de, Ukrayna'ya askeri yardım taahhütlerini sürdürme konusundaki isteksizliği ile birleştiğinde, transatlantik ittifakı için parçalama riskini beraberinde getirebilir.
Zira Trump'ın bu yeniden hizalanma anlayışı, somut politika kararlarında kendini göstermeye başladı bile.
Trump yönetimi Avrupa'nın güvenliğine yönelik önceki taahhütlerinden uzaklaştığının sinyallerini vererek NATO üyelerini savunma harcamalarını arttırmaya çağırırken ABD'nin 5. Maddeye bağlılığı konusunda da şüphe uyandırdı.
Trump yönetimi Rusya'ya diplomatik ve ekonomik teşvikler sunarak bu ortaklığı zayıflatmayı ve Pekin'in gelecekte ABD ile karşı karşıya geldiğinde Moskova'nın kaynaklarını kullanmasını engellemeyi amaçlıyor.
Washington, Moskova'ya koşulsuz tavizler vermek yerine, güçlendirilmiş caydırıcılıkla birlikte seçici bir angajman stratejisi izleyebilir miydi?
Şüphesiz evet.
Zira Rusya ile diplomatik angajman, Ukrayna'daki gerilimin azaltılması ve Doğu Avrupa'daki agresif askeri duruşa son verme taahhüdü içermiyor. Böyle bir durum olası Rus saldırganlığını caydırırken NATO'nun dayanıklılığını da sağlayabilirdi. Ancak Trump, Avrupalı müttefiklerine güvence vermek yerine Rusya'ya güvence vermeyi seçti.
Sonuç
Trump'ın Rusya'ya yönelik dış politika değişikliği, küresel hizalanmaları yeniden şekillendirmek için iddialı bir sürece işaret ediyor. Ancak uzun vadeli sonuçları belirsizliğini koruyor.
Bu strateji, ABD-Çin çatışmasında Moskova'nın tarafsızlığını güvence altına almayı amaçlasa da, ABD ve Avrupa için kısa vadeli kazanımlarından daha ağır basabilecek uzun vadeli riskler taşıyor.
Şüphesiz olarak küresel güç dengesi değişiyor ve Trump'ın bu stratejisi, Rusya-Çin ve ABD karşıtı bloku dağıtamadığı gibi, Batı blokunun dağılmasından başka bir etki de uyandırmıyor.