HABER MERKEZİ
Özellikle son NATO zirvesinde Trump'ın baskılarıyla kabul edilen %5'lik savunma harcaması hedefi ve NATO Genel Sekreteri Mark Rutte'nin geçtiğimiz günlerde Beyaz Saray'a ziyareti sırasında verdiği taahhütler, Avrupa ülkelerinin hem siyasi hem de stratejik bağımsızlıkları açısından kırılgan bir döneme girildiğini açıkça ortaya koyuyor.
Trump'ın ilk döneminde olduğu gibi, ikinci başkanlık döneminde de NATO'yu yalnızca bir güvenlik ittifakı değil, aynı zamanda Amerikan savunma sanayi ürünlerinin satıldığı bir "müşteri" gibi değerlendirdiği düşünüldüğünde, sürecin geleceğine dair öngörülerde daha net şekilleniyor.
Trump; NATO'nun yüzde 2'lik GSYH oranı üzerinden yapılan savunma harcama limitlerini yüzde 5'e çıkararak, Avrupa ülkelerini yüksek ihtimalle başaramayacakları bir hedefe yönlendirirken, diğer yandan da bu ülkeleri ekonomik anlamda sürdürülebilir olmaktan uzak bir yola soktu.
Aslında Trump, Avrupa tarafından korkulan senaryoyu hayata geçirdi! Ya güvenlik için ödeme yapacaksınız ya da savunmasız kalacaksınız.
Ancak görünen o ki; bu baskı yalnızca sembolik değil ve Trump tarafından NATO'nun karar alma süreçlerine doğrudan etki edecek şekilde kurgulanıyor.
Zira harcama artışları, özellikle Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, bütçelerinde savunmaya daha fazla kaynak ayırmak zorunda kalacak ülkelerin iç siyasetlerini de etkileyecek. Bu da hem Avrupa Birliği içindeki dayanışmayı hem de transatlantik ilişkilerin istikrarını riske atıyor.
NATO Genel Sekreteri Mark Rutte'nin geçtiğimiz günlerde Beyaz Saray'daki ziyaretinde verdiği iki önemli taahhüt, Avrupa'nın ABD'ye olan savunma bağımlılığının kurumsallaştığını gösteriyor.
Bunlardan ilki, Ukrayna'ya yardımın "istikrarlı ve kesintisiz" şekilde sürmesinin Avrupa'nın önceliklerinden birisi olduğu, ikincisi ise Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarını, kendi sanayisine yatırım yapmak yerine ABD yapımı silah ve savunma sistemlerine aktarma konusunda çaresiz olduğu.
Ve bu iki gelişme, net bir şekilde göseriyor ki; NATO içindeki denge artık daha da Amerikan eksenine kayacak.
Zira; Avrupa savunma sanayisinin rekabet gücü zayıflarken, yerli üretim kapasitesi yerine Amerikan sistemlerine bağımlı kalmak, uzun vadede Avrupa'nın stratejik özerkliğini daha da zora sokacak.
Özellikle Fransa ve Almanya'nın zaman zaman seslendirdiği "Avrupa ordusu" ve "stratejik özerklik" vizyonlarının altının, bu süreçte ciddi biçimde boşaldığı görülüyor.
Trump'ın NATO zirvesinden hemen sonra, Rusya'ya verdiği ve kulislerde "50 gün" olarak konuşulan süre, Avrupa başkentlerinde yeterince yankı bulmadı.
Bu sürenin, eğer Avrupa keskin adımlar atmazsa, ABD tarafından Ukrayna'ya verilecek desteğin de tamamen kesileceğine dair bir zaman dilimini ima ettiği yönünde ciddi göstergeler var.
Trump, bu süre içerisinde Avrupa'dan daha somut adımlar, daha fazla Amerikan ürünleri satın alma, daha fazla askeri destek ve daha yüksek savunma harcamaları talep ediyor.
Aksi takdirde ise, NATO'nun kolektif savunma ilkesine olan bağlılığını yeniden sorgulayabileceğinin sinyalini veriyor.
Bu durum, şüphesiz olara Rusya'ya büyük bir stratejik fırsat penceresi açabilir.
Eğer bu 50 günlük süreç içerisinde Trump bekleme sürecine girer ve Ukrayna'ya yapılan yardımları keser veya NATO'nun doğu kanadına yönelik güvenlik taahhütlerini azaltırsa, Kremlin bu durumu hem cephede hem de jeopolitik masada avantaja çevirebilir.
Özellikle Moldova, Baltık ülkeleri ve Karadeniz hattında yeni gerilimlerin patlak vermesi ihtimali artık daha yüksek.
Bu bağlamda Türkiye'nin rolü daha da kritikleşiyor.
Avrupa'nın ABD'ye daha fazla bağımlı hale geldiği, NATO'nun ise politik olarak bölündüğü bir dönemde Türkiye, hem coğrafi hem de askeri kapasitesiyle öne çıkan nadir aktörlerden birisi olarak öne çıkıyor.
Ancak bu yeni denklemde Ankara'nın da dikkatli bir denge siyaseti yürütmesi gerekecek.
Zira ABD ile ilişkilerdeki kırılganlık ve Avrupa ile stratejik vizyon farklılıkları, Türkiye'nin bu ortamda, yıllardır sürdürdüğü özerk güvenlik vizyonu sürdürmesini zorunlu kılıyor.
Sonuç olarak Avrupa, yalnızca askeri değil aynı zamanda da özerkliğini korumak anlamında büyük bir kriz süreci yaşıyor.
Görünen o ki Avrupa ülkeleri, NATO'nun ortak savunma ilkesi doğrultusunda belki de asla gerçekleştiremeyeceği taahütlerin altına imza atarken, ABD'ye olan bağımlılığını azaltmak yerine bu bağımlılığı daha da derinleştiriyor.
Nitekim NATO Genel sekreteri Rutte'nin Washington'daki taahhütleri de bu eğilimi perçinledi.
Eğer Avrupa, ABD'nin güvenlik şemsiyesine karşılık bu kadar yüksek bir mali ve siyasi bedel ödemeye devam ederse, stratejik özerkliğini tamamen yitirme riskiyle karşı karşıya kalacak ve bu, Avrupa'nın da küresel aktör olma rolünü tamamen ortadan kaldıracak.