TBMM Başkanı Kurtulmuş'tan yeni anayasa vurgusu! İlk önce TBMM içtüzüğü değişmeli

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, Fildişi Sahili ziyareti dönüşünde uçakta gazetecilerin sorularını cevapladı. Kurtulmuş, ''Köklü iç tüzük değişikliğiyle Meclis'i daha demokratik hale getirmek ilk iş. Arkasından doğru zeminlerde anayasanın tartışılmasına çok uzatmadan başlanmalı'' dedi.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, Fildişi Sahili ziyareti dönüşünde uçakta gazetecilerle röportaj gerçekleştirdi.

GENEL DEĞERLENDİRME

Fildişi Sahili'nde çok yoğun ve güzel bir program gerçekleştirdik. 2015'te Fildişi Sahili Cumhurbaşkanı Alassane Ouattara'nın Türkiye'yi ziyareti, ardından Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın Fildişi Sahili'ne ziyaretiyle yeni bir dönem başlamış ve Türkiye'ye karşı son derece pozitif, çok istekli bir haletiruhiye içindeler.

Fildişi Sahili Cumhurbaşkanı Ouattara bizi kabul etti. Uzun bir görüşmede, Türkiye ile Fildişi Sahili arasındaki ilişkilerde neler yapılabilir, hangi alanlarda neler olur onu ele aldık.

Abidjan'da, Fildişi Sahili Ulusal Meclisi Başkanı Adama Bictogo, Fildişi Sahili Senato Başkanı Kandia Kamissoko Camara ve Fildişi Sahili Başbakanı Robert Beugre Mambe ile görüşme imkânımız oldu.

Bu dört üst düzey görüşmeyle birlikte aşağı yukarı Türkiye Fildişi Sahili arasındaki muhtemel geliştirilebileceğimiz bütün alanlar üzerine çok geniş görüşmeler yapıldı. Hemen hemen tamamında hemfikir olduğumuzu görüyoruz. Ayrıca Fildişi Sahili, Batı Afrika'daki en önemli ülkelerden birisi. Gelişme potansiyeli olan, ekonomik kalkınma ve siyasi istikrara sahip olan ülkelerden birisi. Bu anlamda Türkiye ile işbirliklerini ve Türkiye'nin yapacağı yatırımları çok önemsiyorlar. Yani savunma sanayiinden inşaat sektörüne kadar, teknoloji alanından hizmetler alanına kadar birçok alanda Türkiye ile işbirliğine hazırlar. Bu bakımdan çok faydalı bir görüşme zinciri oldu. Hemen hemen geriye hiçbir konu kalmadı. Ben de bu görüşmelerden elde ettiğim notları ilgili bakan arkadaşlarımıza aktaracağım. Mesela enerji alanında bir büyük yatırım yapılacak. Bir Türkiye firması Enerji alanında burada büyük yatırım yapacak, tek başına o yatırım aşağı yukarı 1,5 milyar dolar seviyesinde. Burada enerji santrali kuruyorlar ve eğer bu santralin kurulumu gerçekleşirse bütün ülkenin enerji ihtiyacının üçte biri karşılanmış olacak.

Savunma sanayiinde iş birliğine son derece açık olduklarını görüyoruz. Özellikle ülkenin kuzey bölgelerindeki sınır güvenliği bakımından birçok alanda Türkiye'nin ürettiği ürünlere ihtiyaçları var. Bunları söylüyorlar. Güven ve istikrarı en temel meseleleri olarak görüyorlar.

Afrika'ya her geldiğimizde Türkiye'nin politikasını anlatıyoruz. Burada bizim Afrika açılımımızın temelindeki temel yaklaşımımız şudur. "Gelin biz size öğretelim değil, tam tersine gelin elinizi uzatın, hep beraber kalkınalım. Kazan kazan prensibi çerçevesinde hangi alanlarda işbirliği yapacaksak bunları gerçekleştirelim ve Afrika'nın daha güçlü kalkınmasını temin edelim."

Bir Afrika bilincinin olması lazım. Evet, emperyalizmden kurtulmuşlar, kolonyalizm büyük oranda geride kalmış, ülkeler bağımsızlıklarını kazanmış ama kolonyalist dönemlerden kalma tortunun bir kısmı hala duruyor. Buradaki tüm görüşmelerde bunu çok açık ifade ettim.

Ayrıca, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırıları ile Filistin davasında geldiğimiz noktada çok daha ciddi bir şekilde İsrail'in saldırganlığının aleyhine bir havanın geliştiğini görüyoruz. Genelde bu böyle. İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi diğer ülkelerde de bunu böyle gördük. Dolayısıyla ikili ilişkiler bakımından dolu dolu bir ziyaret gerçekleştirdik.

İslam İşbirliği Parlamenter Asamblesi (İSİPAB) 18'inci Konferansı da önemliydi. Orada da çok şükür biz kendi tezlerimizi ifade ettik. Özellikle Filistin meselesinin çözümüyle ilgili konularda çok net, çok açık eğmeden bükmeden görüşlerimizi ifade ettik ve artık insanlığın sabrının taştığı, İsrail'e karşı gerçekten bütün tedbirlerin alınması gerektiğini, özellikle Güney Afrika'nın başvurusu üzerine Uluslararası Adalet Divanı'ndaki ara kararın aslında Filistin davası bakımından yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu, bundan sonra çok daha fazla safları sıklaştırarak büyük bir mücadele dönemine hazır olmamız gerektiğini ifade ettik.

Üç konunun altını çizdik. Bunlardan birisi, Siyonist rejimin ve Netanyahu hükümetinin uluslararası alanda yalnızlaştırılması. İkincisi, uluslararası alanda oluşmaya başlayan ve çok hızlı, pozitif anlamda gelişen insanlık cephesinin tahkim edilmesi; yani dünyanın her yerinde vicdan ve insaf sahibi insanlarla işbirliğinin arttırılarak uluslararası kamuoyunda ciddi bir baskının İsrail üzerine ve İsrail dostları üzerine oluşturulması. Üçüncü alan da İslam ülkelerinin maalesef dağınıklığı, parçalanmışlığı, iradesizliği, kararsızlığı... Bundan da süratle soyutlanarak saflarımızı sıklaştırmamız ve ortak hareket etmemiz gerektiğini ifade ettik.

Bu üç alandaki çalışmaların, önümüzdeki dönemin, İslam ülkeleri açısından ana gündemi olması gerektiği konusunda anlattıklarımızın hüsnükabul gördüğünü müşahede ettim.

Ayrıca toplantı marjında katılımcı ülkelerin temsilcileriyle ikili görüşmelerimiz oldu. Cezayir'le Gabon'la ikili görüşme yaptık, diğer arkadaşlarımız Mısır'la, Tunus'la ve bizimle görüşmek isteyen diğer ülkelerle görüştü.

Fildişi Sahili'nin, İsrail'in saldırganlığı karşısında temkinli yaklaşımları vardı. Saldırının başladığı ilk zamanda birçok ülke için kendi kamuoylarında açıkça İsrail'i eleştirmek neredeyse mümkün değildi.

Fildişi Sahili Meclis Başkanı, İSİPAB toplantısında çok açık, çok net bir şekilde İsrail'i kınayan, bu saldırganlığın durdurulması gerekli olduğunu ifade eden sözler söyledi. Hem de o sözler, ertesi gün ilk sefer belki de bu kadar net İsrail aleyhtarı cümleler olarak buradaki gazetelerin manşetine çıktı. Dolayısıyla artık hakikaten insanlık, böylesine büyük bir saldırganlığı taşıyamıyor. Tabii güçlü sesle söyleyemeyen ülkeler de var. Türkiye güçlü olduğu için bunları söyleyebiliyor, gündeme getirebiliyor gibi bir yaklaşım içerisindeler.

Ziyaretimizin son gününde Abidjan Üniversitesi'nde, İslam İşbirliği Gençlik Forumu'nun organize ettiği programa katıldık. Gençlere dedik ki, hayal kurun... Hem şahsınızla ilgili hem ülkenizle ve İslam dünyasıyla ilgili hem de bütün dünyayla ilgili hayal kurun dedik. Çünkü hayali olmayanın geleceği olmaz. Mevcut durumumuz, asla kabul edebileceğimiz bir durum değildir. Bu kadar büyük imkanlarına, bu kadar büyük fırsatlarına rağmen İslam dünyası tabiri caizse yerlerde sürünüyor. Bunu hak etmiyoruz. Sizin, bizim yaşadığımız şu dönemden çok daha iyi bir dünyayı kurabilecek imkânınız ve gücünüz olmalıdır. Bunları söyledik.

Hele Batı medeniyetinin söyleyeceği sözlerin bittiği bir dönemde, bunların artık somut olarak çok iyi algılandığı bir dönemde, İslam medeniyetinin dünyaya söyleyeceği evrensel sözler olduğunu hatırlattık. Semerkant'ın, Buhara'nın, İsfahan'ın, Bağdat'ın, İstanbul'un, İskenderiye'nin, Kurtuba'nın tarihi geçmişlerini de hatırlatarak, geçmişte bu kadar büyük medeniyetler kuran bu birikim, önümüzdeki dönemde de tekrar dünyada etkin olabilir. Gençlerin ilgisi de çok iyiydi, hepsine bir kez daha teşekkür ediyorum.

Abidjan'da son olarak Türkiye Maarif Vakfı'nın okulunu ziyaret ettik. Burada güzel bir alanda sıfırdan inşa edilmiş çok güzel bir bina bulunuyor. İyi bir eğitim kalitesi var.

Ayrıca Grand Bassam Kız Yetimhanesini ziyaret ettik. Bu yetimhaneye Türkiye'nin katkıları dolayısıyla insanların sevgi ve sempatisi de artıyor, bu da fevkalade önemli. Çok yerde karşılaştığımız bir konu ise, Sayın Büyükelçimizin aracının önünde Türk bayrağımız var. Biz bu araçla geçerken çok sayıda insanın el salladığını gördüm. Bu bambaşka bir şey...

Tabii yıllar içerisinde bizim kültürel diplomasi kurumlarımızın çok büyük bir gücü oluştu. Başbakan Yardımcısıyken, o kuruluşlardan sorumluydum. Mesela TİKA, muazzam bir güç artık. Burada 185 kişi YTB burslarından istifade ederek Türkiye'de okumuş. Şu anda 50 tanesi eğitimine devam ediyor. Maarif okullarında Türkiye mezunlarıyla da görüştük. Hepsi mükemmel Türkçe konuşuyor. Türkiye'den dönünce burada göreve başlamış bu kardeşlerimiz. Bir tanesi burada bir özel sektörde genel müdür olmuş. Bunlar onur verici şeyler.

Bu ülkelerle kültür ve edebiyat alışverişi nasıl yapılabilir?

Bu alanda tabii en etkili kuruluş, Yunus Emre Enstitüsü. Bunun için illa çok büyük binalara da gerek yok. Mesela bazı ülkelerde hatırlıyorum, üniversite bünyesinde Türkoloji enstitüsü gibi ya da herhangi bir birimin içerisinde. Mesela Bahreyn'de Yunus Emre Enstitüsü'nde çalışan bir hanımefendi çok sayıda insanın Türkçe öğrenmesine vesile olmuş. Bunu sadece Türkçe olarak değil Türk kültürünün yaygınlaştırılması, hatta karşılıklı kültür alışverişi bakımından da Yunus Emre'yi biz çok daha etkin hale getirebiliriz.

SORU: Sayın Cumhurbaşkanı da birkaç konuşmasında değindi... Öyle görünüyor ki seçim sürecinden sonra anayasa esas başlıklarımızdan olacak. Bir mutabakat arayışı sonrasında yeni anayasa ya da anayasa değişikliği gibi tartışmalar gündemde yer alacak. Nasıl bir altyapımız var. Hemen nisan başında Meclis açıldığı zaman bu iş gündeme gelir mi?

Hemen seçimden sonra bu konunun gündeme gelmesi biraz erken olur. Ama bunun bir hazırlık safhasının olması gerekir. Ama önce Meclis'teki bu diyalog zeminin oluşturulabilmesi için herhalde iç tüzük çalışmasını önce getirmek gerekir. Zira hakikaten köklü bir İçtüzük değişikliğiyle Meclis'i daha demokratik bir hale getirmek ilk iş gibi görünüyor. Arkasından da düzgün yöntemlerle doğru zeminlerde anayasanın tartışılmasına çok uzatmadan başlamak lazım. Yani zaten burada mühim olan Meclis'teki aritmetiğin hazır hale gelmesidir. Yani Meclis, ümit ederiz ki büyük bir konsensüsle bu işi çıkartır. Tabii ki aslolan açık yüreklilikle anayasa tekliflerini tartışabilmemizdir.

Sadece partiler arası bir tartışma olmanın ötesinde, Türkiye'nin tamamına mal edilmiş, bu konularda fikri olan bütün kesimlerin sözünü ifade edebildiği bir çalışma ve tartışma zemininin oluşması... Eğer doğru zeminlerde, doğru yöntemlerle çalışırsak sonuç alınabileceğini düşünüyorum.

Sizin tercihiniz sıfırdan yeni bir anayasa mı yoksa daha önce 64 maddede sağlanan bir mutabakat vardı, onun üstünden devam etmek midir?

Şu tartışmayı son derece sakıncalı buluyorum ve böyle bir tartışma gündeme geldiği zaman açıkçası tüylerim diken diken oluyor. Yani 'Bu Meclis kurucu meclis değildir, bu Meclis'te sıfırdan bir anayasa yapılamaz tartışması Meclis'e hakarettir ve demokrasiye karşı bir tavırdır. Bu Meclis isterse, gerekli çoğunluğu bulursa yeni bir anayasa yapabilir. Bir kere bunu tespit etmemiz lazım. Ama nihayetinde bunun gerçekleşebilmesi bir siyasi ortam meselesi. Yani partiler nasıl yaklaşacak, tartışmalara nasıl katkı verecek? O zaman eğer böyle mükemmel bir çalışma ortaya konulamayacaksa, ideal olan budur, daha doğrusu mükemmele yakın bir anayasa değişikliği teklifinde partiler arasında bir konsensüs oluşamayacaksa o zaman hangi konularda birtakım zorluklarımızın, sıkıntılarımızın olduğu gündeme getirilir. Her parti kendisince önemli gördüğü noktaları, alanları ortaya koyar, bunların üzerinden tartışma yapılır ve sonuçta bir çoğunluk elde edilirse yani 400 oy bulunursa zaten sorun yok. Ha yeni bir anayasa yaptınız, ha anayasa değişikliği yaptınız fark etmez. Ama bulunamazsa bile Türkiye'nin referanduma götürecek bir oy bulunduğu takdirde partilerin uzlaştığı konular referanduma gider. Ben yöntem bakımından herhangi bir sıkıntı görmüyorum. Her şey gayet açık. Bu anlamda da Meclis'in anayasa yapamaz olduğunu ya da kurucu Meclis olmadığını söylemenin de son derece yanlış, son derece sakıncalı olduğunu düşünüyorum.

DEM Parti ve CHP olmasa da bir aritmetik olarak nasıl bir sonuç oluşur?

Ben şahsen işe o tarafından bakmıyorum. Doğru olan, en yüksek konsensüsü bulmaktır. Ortada henüz bir metin yokken, hangi parti bu metni kabul ediyor, hangi parti kabul etmiyor diye bir tartışmayı da lüzumsuz ve zamansız görürüm. Şu anda partilerin hangisi nereye kadar işbirliği yapabilir farazi bir şeydir. Önce bir metin çıksın, Meclis'in üzerindeki temel sorumluluk... En azından hangi alanlar tartışılıp olgunlaştırılacak bunlar ortaya çıksın. Bunların çok zor olmadığını düşünüyorum. Sonuçta nihayetinde sayı yeter, olur; yetmezse de olmaz. Millet bu tartışmaları da bir kenardan seyreder, kimin yapıcı olduğunu, kimin de son derece ciddi şekilde süreçleri tıkadığını görür.

Bu anayasa çalışmasının bir altyapısı olması açısından İçtüzüğü söylediniz ama Meclis'in daha demokratik bir çalışma ortamına kavuşması için dediniz ama hangi başlıklar ele alınmalı?

Zihnimde aşağı yukarı bu konuyla ilgili olgunlaşmış kanaatlerim var. Ama benim bunları söylememin de bu aşamada doğru olmadığı kanaatindeyim. Burada şunu söyleyebilirim. Özellikle ele almamız gereken konuların başında komisyonların etkin çalıştırılması, Meclisin çalışma sürelerinin gözden geçirilmesi, ihtisas komisyonlarının aktif hale getirilmesi, yasa yapım süreçlerinin kalitesinin arttırılması gibi birtakım temel meseleler var. İçtüzük konusunda Meclis'teki müzakereler olgunlaştırılarak daha rahat sonuç alınabileceğini düşünüyorum.

Ben kendi fikrimi söylemiyorum. Bu saygısızlık olur. Milletvekili arkadaşlar, siyasi partilerin grupları çalışıyorlar. Benim de fikirlerim, tespitlerim var. Bunları zaman zaman arkadaşlarla paylaştık, paylaşıyoruz. Zaman zaman milletvekillerinin, siyasi parti gruplarının tamamına yakını Meclis'in çalışma düzeninden şikâyet ederler. Hadi o zaman buyurun. Başkası gelip bunu düzenlemeyecek.

Yeni anayasa hayal. Olmayacak gibi değerlendirmeler var. Siz bunu nasıl görüyorsunuz?

Partilere sorsak, şu andaki sistemin nerelerde tıkandığından şikâyet ediyorsunuz desek, aşağı yukarı benzer şikayetleri dile getirdiğini göreceğiz. Anayasa yapım meselesinin bir teknik tarafı var, doğru. Ama esas bir de siyasi atmosferle ilgisi var. Anayasa yapmaktan daha önemli olan, o siyasi atmosferi oluşturmaktır. Bu atmosferi oluşturmak için ben Meclis Başkanı olarak katkıda bulunurum ama bütün siyasi partilerin de burada olumlu bir yönelim içinde olması lazım.

Önce siz siyasi partilerle görüşmüştünüz. Şimdi partiler arasında bir görüşme olur mu?

Olur tabi... Yöntem belirlenir. Ben işin yönteminin, kolay kısmı olduğu kanaatindeyim. Siyasi atmosferin ve o siyasi atmosferi kuvvetlendirecek niyetin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Muhalefetin genel endişesi şu. "Rejimi değiştirecekler." Bu konuda değerlendirmeniz ne olur?

Çocukluğumdan beri "Rejimi değiştirecekler" lafını duyarım. Bu artık eski Türkiye'nin siyaset tarzı içerisinde kaldı. Yani öyle kimsenin rejimi değiştirmek gibi bir niyetinin olmadığı açıktır. Bu anlamda Türkiye'deki anayasal sistem içerisinde eksiklerimiz neyse ele alınması lazım. Zaten şimdiye kadar bu anayasanın çok sayıda maddesi değişmiş. Biz de diyoruz ki ya sadece mesele maddelerini değiştirmek değil, gelin şu anayasanın ruhunu değiştirelim. Ruhu hala orada duruyor. Hala 1960 darbesinin, hala 1980 darbesinin "Ola ki siviller üzerine bir tahakküm kurarız" diye anayasanın metinleri içerisine yerleştirdikleri o tuzaklar duruyor. Bunları biliyoruz. Yani bunları da ortadan kaldırmak gerekir. Yoksa ben hiç kimsenin bir rejim değişikliği niyeti içinde olduğunu zannetmiyorum.

14 Mayıs seçimleri sonrasında konuşulan meselelerden birisi de şu. Artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin toplum tarafından tamamen kabul gördüğü ve bu anlamda geriye dönüş tartışmasının olmayacağı yazılıyor. Meclis'in bu yapı içerisinde güçlendirileceği adımların atılması gerekir şeklinde de değerlendirmeler var. Siz bu çerçevede aynı düşünceyi paylaşıyor musunuz? Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi evet nihai onayı almıştır, o tartışma bitmiştir. Ama Meclis'i güçlendirmeli miyiz? Bunu hangi alanlarda yapabiliriz?

Yıllardır ifade ettik, bir kere daha söylemek isterim. Yani bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ya da başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi, parlamenter sistem... Demokrasilerde bilinen, yaygın üç sistemden bahsediyoruz. Türkiye'de uygulanmakta olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bir şekilde, sabah kalkıp hadi bu sisteme geçelim diye olmamış. Millet bunu oylamış, anayasa değişikliği yapılmış. Milletin isteği doğrultusunda bir anayasa değişikliğiyle kabul edilmiş olan bir sistem değişikliği. Ayrıca bu sistem içerisinde Türkiye, anayasa değişikliği yaptıktan sonra üç kere daha seçim yapmış. Bu seçimlerin hepsini de bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içerisinde gerçekleştirmiş. Dolayısıyla bu sistemin halk oyları bakımından, seçimler bakımdan ele aldığımızda bu tartışmanın artık çok geride kalmış olması lazım.

Ama nihayetinde sistemin de ülkenin de cumhuriyetin de sahibi millettir. Millet derse ki, kardeşim ben bu sistemi değil de yarı başkanlık sistemi istiyorum, parlamenter sistemi istiyorum. Bunun da yolu bellidir. Ama şu anda Türkiye'nin siyasi aritmetiği bunun, bu parlamento yapısı içerisinde, bugünkü siyasi dizayn içerisinde imkansıza yakın olduğunu gösteriyor.

Ben bu tartışmanın da Türkiye'ye vakit kaybettirdiğini düşünüyorum. Bu artık geride kaldı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yıllardır uygulanıyor.

Burada uygulamadan kaynaklanan birtakım noksanlar olabilir. Onlar oturulur, tartışılır. Nihayetinde uygulamadan kaynaklanan bu eksiklikler de giderilebilir. Bunun anayasa değişikliği gerektiren kısmı varsa onlar yapılır, gerektirmeyen kısmında da uygulamada değişiklik ortaya konulur. Dediğiniz gibi denge denetim mekanizmalarının da bir şekilde güçlendirilerek o anlamda Meclis'in daha etkin hale gelmesi temin edilebilir.

Bakanlar Genel Kurul'da sunum yapsın deniliyordu...

Olabilir. Bu dönemde bir kaç kez bakanları Genel Kurula çağırdık, meclisi bilgilendirdiler. Ama onun ötesinde bakanlar özellikle ihtisas komisyonlarında, kendileriyle ilgili konular mevzu bahis olduğunda gelsinler Meclis'e ve komisyonları bilgilendirsinler. Oradaki tartışmanın içerisinde olsunlar. Dolayısıyla evet, bu sistem ağırlıklı olarak bakanların milletvekili olmamasını gerektiriyor. Ancak, bakanlarla meclis arasında daha aktif güçlü bir çalışmaya ortamını oluşturmak lazım. Birkaç senedir pratik olarak yaptığımız bir şey var. Nöbetçi bakanlar. Nöbetçi bakanlar meclise geliyorlar, milletvekili arkadaşlar kendi seçim çevreleriyle ilgili Türkiye'nin geneliyle ilgili talep ve görüşlerini ilgili bakan arkadaşa söylüyorlar. Ben zaman zaman ziyaret ediyorum odalarını. Bakıyorum bakan arkadaşlar da çok memnun. Yani onlar da böylece siyasetle birebir temas kurmuş oluyorlar.

Meclis'te bir CHP'li milletvekilinin odasında para dolu poşet bulunduğu iddiasıyla ilgili neler söylersiniz?

Bu bir iddia. Biz söylentiler üzerinden hareket edemeyiz. Genel Sekreterimize talimat verdim. Hemen muhakkik tayin ederek, bunun ne olduğunu, ilgili görüntüleri de izleyerek, oradaki görevli arkadaşların ifadelerine de başvurarak bir çalışma yapılıyor. Zannediyorum kısa bir süre içinde rapor hazırlanır.

Gazetecilere yeşil pasaport verilmesi konusu gündeme gelecek mi?

Ben bu konudaki görüşümü daha evvel de ifade ettim. Gazeteci arkadaşlarımızın, belli bir tecrübeye sahip olan ve diyelim ki 15 yıl gazetecilik yapmış olan arkadaşlarımızın yeşil pasaport almalarının uygun olacağı kanaatindeyim. Bu konu uygun bir zamanlama ile Meclis'in gündemine alınabilir.

Gazze'yle ilgili de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın görüşmeleri var, sizin bu konuda çabalarınız var. Saldırılar da bir yandan devam ediyor. Neler söylemek istersiniz?

Aslında kestirmeden söylemek gerekirse, sözün bittiği yerdeyiz. Artık böylesine büyük bir vahşet karşısında söylenecek hiçbir sözün kıymetiharbiyesi kalmamıştır. Biz Türkiye olarak başından itibaren Sayın Cumhurbaşkanımız, Meclis Başkanı olarak ben, Dışişleri Bakanımız, bütün arkadaşlarımız ilgili uluslararası platformların tamamında bu konuyla ilgili üzerimize ne düşüyorsa yapmaya gayret ediyoruz.

Şunu da görüyorum. Hemen 7 Ekim'den sonra gittiğimiz uluslararası toplantılarda özellikle bazı Batılı ülkelerin İsrail'den daha fazla İsrailci olduğunu görüyorduk. Bazı ülkelerin "Çok fazla ses çıkarmayalım aman başımıza bela almayalım" tavrı içerisinde olduğunu görüyorduk. Bu zaman içerisinde şunu görüyorum. Artık neredeyse kimse, uluslararası platformlarda İsrail'i açıkça savunamıyor. İlk günlerde Avrupa Parlamento Başkanları toplantısında bir ülkenin parlamento başkanıyla, hem de çok tecrübeli bir siyasetçi, onunla konuşurken, El Ehli Baptist Hastanesi'ne bomba atılmıştı. Adam dedi ki, "Nereden biliyoruz orayı İsrail'in bombaladığını. Belki Hamas bomba attı oraya" dedi. Çünkü o zaman Batı dünyası kendisini avutacak ya da İsrail'i koruma altına alacak laflar söylüyordu. Artık kimse bunları söyleyemiyor.

Açık söyleyeyim, Güney Afrika'nın Lahey'e müracaatından sonra da Filistin davası bakımından yeni bir dönem başlamıştır. Bundan sonra ümit ediyorum ki birinci apartheid rejimini yıkan Güney Afrika ikinci apartheid rejiminin yıkılmasına da vesile olacaktır. Bu anlamda da bizim güçlü bir şekilde uluslararası dayanışmayı sürdürmemiz lazım. Özellikle Müslüman olmayan ülkelerde, halkı Müslüman olmayan ülkelerde ortaya konulan olağanüstü yüksek direniş ve dayanışma ruhu her türlü takdirin üstündedir. Bu artık dünyanın hiçbir yerinde İsrail yanlısı bir politikacının gidip, diyelim ki bir Batı ülkesinde bir konferansta rahat rahat pişkin bir şekilde İsrail'in yaptığı bu saldırganlıkları, bu vahşeti savunması mümkün değildir. Hiçbir yerde doğru dürüst konuşabilmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla yeni bir dönem başlıyor.

Hukuk alanında da bu mücadele devam edecek. Özellikle Lahey'deki Adalet Divanı'nın ara kararından sonra ümit ederiz uluslararası ceza mahkemesinde de karar ortaya çıkacak. Dolayısıyla artık bu yükü Batı da taşıyamaz. Hiç kimse taşıyamaz.

Açık söyleyeyim İsrail'e bu kadar destek verenlerin, ellerini yıkayarak bu kandan da kurtulmaları mümkün değildir. Netanyahu'yu indireyim sırtımdan, yoluma devam edeyim... Yok öyle bir şey. İnsanlık tarihinin görmediği kadar büyük bir katliama onlar da destek oldular. Yani bu ne ikiyüzlülüktür. Bir taraftan İsrail'e silah vereceksiniz, diğer taraftan da bir an evvel ölüm gelsin de beni bulsun diyerek bombalardan, açlıktan, evlatlarını kaybetmekten, büyüklerini kaybetmekten bunalmış olan insanlara iki dilim ekmek atacaksınız. Bu, insanlığın aklıyla, vicdanıyla dalga geçmektir. Kabul edilemez. İnşallah yaşananlar insanlık aleminin toparlanmasına vesile olacak.

Cumhurbaşkanımız "Dünya beşten büyüktür" diyerek uluslararası alanda yeni bir dünya kurmak fikrini dile getirdiğinde bazıları bıyık altından gülüyordu. Artık Türkiye'ye sempati beslemeyen ülkeler bile yeni bir Birleşmiş Milletler'in, yeni bir uluslararası siyasi mimarinin kurulmasının şart olduğunu düşünüyorlar. Bu dönemde Türkiye'nin bu öncülüğünün çok büyük bir rolü var. Siyasi olarak da birçok dengeyi değiştirecek bir noktadayız. Ama hakikaten sözün bittiği yerdeyiz. Bu saldırgan rejim şimdiye kadar onlarca kere ispat etmiştir. Birleşmiş Milletler kararları ortadadır. Yani işgalin durdurulması ilgili çok sayıda BM kararı mevcut. Yine işgal politikalarıyla ilgili kararlar vardır. İsrail Hiçbirine uymuyor.

Yabancı karşıtlığı konusunda son zamanlarda bir takım provokatif olaylar yaşanıyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Türkiye'deki yabancı karşıtlığının üretilmiş bir mesele olduğunu, yani halkın kendi duygularıyla ortaya çıkan bir mesele olmadığını düşünüyorum. Birtakım yerlerde üretilmiş Türkiye'nin içerisine virüs gibi sokulmaya çalışılan bir siyasi kodlama olarak görmek lazım. Sahici değil, üretilmiş bir meseledir. Çünkü hakikaten bizim milletimizin kodlarında yabancı düşmanlığı, ırkçılık yoktur.

Dünyadaki bu yabancı düşmanlığı da aşağı yukarı son 20 yıldır süratle geliştirilen İslamofobinin bir alt versiyonudur. Yani İslam düşmanlığını artırmak için kolay bir yol olarak özellikle Avrupa'da ve Batı ülkelerinde teninin rengi, konuştuğu ana dili dolayısıyla öteki olarak görülene karşı bir toplumsal ötekileştirme kampanyası yürütülmüştür. Batı toplumlarında malum, "öteki" zaten vardır, daha kolay bir toplumsal zemin bulmuştur. Maalesef Batı'nın içerisinde ırkçılık, faşizmin yeniden doğmasına kadar işleyen bir sürecin gelişmekte olduğunu görüyoruz. Ben bunların üretilmiş olduğunu düşünüyorum. Ama bugüne bir günde gelinmedi. Yıllardır çok uluslararası göçmen meselesi, göç meselesi konuşuldu. Ama maalesef göç meselesi sadece bir sonuç olarak ele alındı. Halbuki bu göçmen meselesini ortaya çıkaran sebepler nelerdir, bunların üzerinde hiç durulmadı. Ne yazık ki büyük çoğunluğuyla bugün de durulmuyor. Örnek olsun diye söylüyorum. Gariban Afganistanlılar 40 yılı aşkın bir süredir işgal altındalar. Önce Ruslar ardından Amerikalılar.... Şu anda dünyada en fazla göç veren üç ülkeden ikincisi Afganistan'dır. Eğer bu işgal olmasaydı, o kadar çok insanın öldürülmesi, hayattan koparılması olmasaydı Afganistanlılar niye başka yerlere göç etmek istesinler. Suriye'deki iç savaş, Suriye'nin dünyada bir numaralı göç veren ülke haline gelmesine neden oldu. Irak'ta Amerikan işgali olmasaydı bugün Irak böyle bölük hale gelmeyecekti, Irak'tan birçok insan kendi ülkelerini bırakıp kaçmak zorunda kalmayacaktı. İşin bir siyasi bir de ekonomik nedenleri var.

Sahra Altı Afrika'dan bahsediyoruz. Adamların hayatta kalabilmesi için neredeyse yiyebileceği temel gıda maddelerinin bile olmadığı, yoksulluk içerisinde süründükleri bir durumdalar. Başka hiçbir siyasi farklılık olmasa bile zengin kuzey ülkelerine göç etmek için her türlü riski göze alıyorlar. Onun için işte İtalya'nın, İspanya'nın, Türkiye'nin, Yunanistan'ın Akdeniz üzerinden gelen göç dalgalarıyla boğuştuğunu görüyoruz. Şimdi ama bunlar gündeme geliyor da neden bu kadar büyük bir yoksulluk var ve biz bu yoksulluğu nasıl önleyebiliriz diyerek hiçbir şekilde ele alınmıyor.

Dünyanın siyasi sisteminin yeniden yapılanması gerektiği gibi dünyanın diğer uluslararası kurumları da yeniden yapılanmalıdır. Yani FAO diye bir kurum var. Dünyada açlığı önleyebilme yeteneğine sahip değil. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği var... Bu sorunları çözebilecek hiçbir kabiliyeti, gücü yok. Dünya Sağlık Örgütü, pandemi sırasında gördük ki, sadece bir bürodan ibarettir. Sık sık şunu duyuyoruz. Afrika'da falanca hastalıkla ilgili salgın var, Afrika kırılıyor. İyi de bu hastalığı ortadan kaldırmıyorsun ki. Bütün bunlar birikiyor ve muazzam bir göçmen krizine neden oluyor.

Çok açık söylüyorum. Dünyanın bundan sonraki temel çatışma alanlarından birisi, zengin kuzey ülkeleriyle yoksul güney ülkeleri arasındaki çatışmadır. Güney, ister istemez kuzeyi baskı altında tutacaktır.

Avrupa isterse kıyılarına çelikten duvar örsün isterse gökyüzüne çelikten gök kubbe koysun yine de göçmen geçişini önleyemeyecektir. İnsanlar hayatta kalmak için bu baskıyı sürdürecektir.

Göçmenler üzerinden bahsettiniz ama şimdi seçim sürecine giriyoruz. Bir taraftan provokasyonlar arttı. Şeriat tartışması arttı. Tuzla Piyade Okulundaki Atatürk tartışması arttı. Kiliseye saldırı oldu. Provokasyon diyebileceğimiz şeyler artıyor. Siyasi partilerin milletvekilleri de buna alet olabiliyor. Provokasyonlar artar mı, bu konuda bir sağduyu çağrınız olur mu?

Artabilir, Türkiye ne provokasyonlar gördü. Bu provokasyonların hiçbirisine de pabuç bırakmaz. Yani ne acı günler gördük, faili meçhul cinayetler, bir taraftan toplumsal olayların ortaya konulması... Üç gün arayla Türkiye, Sivas katliamını ve Başbağlar katliamını gördü. Türkiye, Eşref Bitlis Paşa'nın helikopterinin düşmesinden Bahtiyar Paşa'nın ölmesine kadar olan süreçte bir sürü nice karanlık hadiseleri gördü. Gazi olaylarını gördü. Bunların hepsini aşabilmiş bir ülkede burada herkesin ihtiyatlı olması lazım. Şunu çok net söylüyorum. Üç tane oy fazla alacağız diye hiç kimse bu provokasyonlara zemin hazırlamasın. Meselenin aslı budur. Genel olarak da baktığımız zaman bazı temel konuları da artık temcit pilavı gibi söylemenin bir anlamı yoktur. Bunlardan iki tanesini özellikle dile getirmek isterim. Birisi şu, Türkiye'de Müslümanlık değerleriyle cumhuriyet değerlerini birbiriyle çelişkili çatışmalı gibi göstermek kimsenin haddi değildir. Cumhuriyet kimsenin babasının malı olmadığı gibi Müslümanlık da kimsenin inhisarında değildir. Dolayısıyla Türkiye'de halkın kahir ekseriyeti bakımından, cumhuriyetle Müslümanlık değerleri arasında bir çatışma söz konusu değildir. Kimse de bunu yapmaya kalkmasın.

İkincisi ise tarih okumalarımızdaki yanlışlıkları düzeltmemiz lazım. Yani bizim kurduğumuz devletlerin her birisi tarihi süreklilik içeride birbirinin devamıdır. Örnek olarak, sıkça yapılan yanlışlardan birisi sanki Osmanlı başka bir millete ait bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de başka bir millete aitmiş gibi algı oluşturmaya çalışmak, son derece yanlıştır, tarih bilmemektir, cehalettir.

Osmanlı da bizimdir, cumhuriyet de bizimdir, Selçuklu da bizimdir, öncesi de bizimdir. Tarihimizin bütününü sahiplenmek ve tarihin bir dönemini tutanlar başka siyasi kampta diğer dönemini benimseyenler başka siyasi kamptaymış gibi göstermek cehaletin daniskasıdır.