Peren Birsaygılı Mut / Araştırmacı-yazar
Bu öfke eski bir hikayeden miras bana...
90'lı yılların ortalarında İzmir'de çok yakın bir kız arkadaşım vardı, babası kamyon şoförü. Annesiyle yalnız olurlardı genelde evde. Babası işe gittiği zaman 1-2 aydan önce dönmezdi çünkü. Annesinin siması hala öyle canlıdır ki gözümde, sanki daha dün rastlaşmışım ya da gitmişim evlerine gibi. Çok evhamlı bir kadıncağızdı. Evladının üstüne titreyen çok anne baba gördüm elbette ama böylesini ilk kez görüyordum. Düşünün lise sondayız, koskoca insanlarız ama okul çıkışlarına bile gelirdi çoğu kez. Ancak bilenler bilir, bizim zamanımızda kredili sistem diye bir şey vardı. Yani ders saatleri karmaşıktı, o yüzden kandırmamız kolaydı anne babalarımızı.
Neyse bu arkadaşım bir gün okul civarında duvarlara devrimci afişler yapıştırırken yakalandı. Ben de vardım yanında. O yapıştıracak, ben de etrafı gözleyecektim. Ama o kadar salaktık ki, daha 5 dakika geçmeden 2 tane sivil polis "hayırdır arkadaşlar" diye kıskıvrak yakalayıverdi bizi. Önce semt karakoluna götürüldük, oradan başka karakola. Ailelerimizi çağırdılar tabi. Arkadaşımın annesinin karakoldan içeri öyle bir girişi vardı, öyle feryat ediyordu ki anlatamam. Bizi sanki oradan alıp direkt idama götüreceklermiş gibi "kıymayın kızıma nolur" diye haykırıyordu. Savcı babacan bir adamdı. Daha doğrusu akıllı bir adamdı. Bizi cezaevine gönderse, orada daha keskin bir hale geleceğimizi bildiği için uzun uzun nasihat ettikten sonra serbest bırakılmamızı sağladı.
Hikayemiz tam bu noktada bitse ve biz efendi gibi evlerimize dönsek şahane olacaktı aslında ama elbette bitmedi. O afişleri hazırlamamızı söyleyenler, öyle bir karşıladı ki bizi bu olaydan sonra. Bir araya gelerek, bangır bangır Grup Yorum şarkıları dinlediğimiz bir kültür merkezi vardı Konak'ta. Devrim yapmış muzaffer kumandanlar gibi itibar görüyorduk orada artık. Biz de tabii bu kadar itibar görünce biraz havaya girmeye başlamıştık. Özellikle arkadaşım. Senelerdir düşünürüm, nasıl bir anda öyle değiştiğini. Ansızın çok öfkeli bir hal almıştı çünkü. Bir gün annesinin üzerine bile yürümüş evde, dövüyormuş kadıncağızı az daha. Bu olayı anlattığı zaman bizden yaşca büyük bir abi (abi de demek istemiyorum aslında ama ne diyebilirim ki, adam mı diyeyim?) şöyle söylemişti; Boşver, eğer annen davamıza saygı duymuyorsa, bize anne baba çok. Bu sözü ilk duyduğum anda ağlayacaktım neredeyse, çok asabım bozulmuştu. Korkmuştum da. O kadar kolay bir şey mi anne babayı reddetmek. Ama öyle kolay bir işmiş gibi söylüyordu ki. Sanki mağazadan aldığımız tişörtün rengi üzerimize yakışmamış ya da aldığımız ayakkabı ayağımızı vurmuş da, başkasıyla değiştiriyoruz....
O arkadaşım, bu yaşananlardan 4 sene sonra Hayata Dönüş Operasyonları esnasında kendini yaktı. Henüz 20 yaşındaydı. Hastaneye kaldırılmış ancak tedaviyi reddettiği için kurtulamamış, 35 kiloya düşmüş ölmeden önce. Cenazesine gidemedim çünkü annesiyle karşılaşmaya cesaretim yoktu. Gitmeyi çok istedim ama annesini görünce ne yapacaktım? Bir ara mezarlığa gidip uzaktan baksam mı diye düşündüm ama annesinin feryatlarını duyacaktım bu kez de mutlaka. Gidemedim.
Ben kendimi kurtarabilmiştim çünkü çok güçlü bir aileye sahiptim. Tek çocuktum ve babam çok gözükaraydı. Bir gün o kültür merkezine gitmiş ve içeridekileri "buraya benzin döker yakarım hepinizi, ufak tefeklerinizi dışarı çıkarır, geri kalan alayınızı kaldırırım ortadan" diye tehdit etmiş. Toplandığımız bir dergi bürosu vardı, ben de gizli gizli çalışıyordum dergide "bu dergi bürosunu kafanıza geçiririm sizin, hepinizi öldürürüm" diye bağırmış, içerideki herşeyi kırmış dökmüş. Babamın kabadayı camiasında arkadaşları vardı, bir keresinde de onlarla gitmiş yanlarına. Oradakiler de artık herhalde "bu adam bizim başımıza bela olacak" diye çekindiler olsa gerek, benden umudu kestiler. Kurtulana kadar 9 ay cezaevinde yatmış ve sayısız kere gözaltına alınmıştım. Ailem resmen sökerek almıştı beni. Elbette ben de istedim kurtulmayı. Beni en çok etkileyen "bize başka anne baba çok" sözü olmuştu. Bu sözü asla kabullenemedim, çok ağır geldi bana. O duruma geldiğimi, yani ailemden uzak başka bir anne baba bulmaya, başkalarının evlerinde yaşamaya çalıştığımı hayal ettiğim zaman nefes alamayacak gibi oluyor, büyük bir yalnızlık ve buhran hissediyordum.
O arkadaşımın ismi Berrin'di. Sadece onu değil çok sayıda arkadaşımı kaybettim o yıllarda bu şekilde. Tıp fakültesinde okumak isteyen Kevser, Günay, Aslı, Yasemin, İlker, Uğur, Altan Berdan. Daha bir sürü arkadaşım. Her birine dair bir sürü hikaye anlatabilirim size. Mesela Aslı'yla bir keresinde çok üzgündük ve hiç konuşmadan neredeyse 10 dakika birbirimizin gözlerin içine bakmış ve sonra anlamsızca gülmeye başlamıştık. Yasemin'in sigarası bitmişti ama hiç parası yoktu ve benden gizli gizli para istemişti. Öyle çok şey anlatırım ki ama gerek var mı? Hatırlamayı hiç istemiyorum üstelik. Grup Yorum'un şarkılarını duyunca mesela sinir krizi geçiresim geliyor. Arkadaşlarım öldükten sonra onlar için yaptıkları şarkı, türküleri unutmak istiyorum.
Ama unutamadım çünkü bana arkadaşlarımın nasıl ölüme gönderildiğini hatırlatan o karanlık ruh, tüm iştahıyla devam etti yaşamaya ve can almaya. O zamanlar, ailem bana söylediğinde inanmıyordum elbette ama o kültür merkezini destekleyenler, ciddi ciddi lüks arabalara falan binen adamlarmış mesela. Oysa biz Berrin'le otobüs biletine para vermemek için çok afedersiniz salak gibi bilmem kaç kilometre yol yürüyorduk yaya.
Şimdi "Osman Kavala'ya Özgürlük!" diye bize parmak sallayanları gördükçe bir sürü şey üşüşüyor zihnime yine.
Neden sürekli kendi hassasiyetlerini gözetmemizi istiyorlar bizden? İspat-ı vücud için neden sürekli onları pışpışlamamızı, onlardan icazet almamızı bekliyorlar? Neden onlar "özgürlük" talep edince aydın sorumluluğu oluyor da, bizim hassasiyetlerimiz sıralamaya bile girmiyor? Onların talep ettiği özgürlüğünün, bizim gençlerimizin ölümü demek olduğunu neden kabul etmek istemiyorlar? Kendisinin her daim alacaklı, bizlerin ise borçlu olduğuna inanan bu kötülüğe nasıl destek olmamızı bekleyebiliyorlar bizden?
Onlar, bu konudaki sessizliğimiz yüzünden bizi iktidar yanlısı olmakla suçlarken, ben Berrin'i ve diğer arkadaşlarımı düşünüyorum oysa. Masum belledikleri o adamın, benim gözüme nasıl şeytan gibi göründüğünü bilmiyorlar. Arkadaşlarımı ölüme götüren o kötülüğün Gezi'de ve Hendek olaylarında tekrar sahneye çıktığını gördüğüm zaman hissettiklerimi anlamıyorlar.
Hendek olayları sırasında birisinin, o da şimdi Osman Kavala'ya Özgürlük! diye parmak sallıyor herkese, Kürt bir gence "bak yaşıtların hendeklerde haysiyet kavgası veriyor" dediğini duymuştum kendi kulaklarımla. Bunu diyen adam İstanbul'un en lüks semtlerinden birinde oturuyor, kendi çocuklarının üstüne titriyordu. Benim arkadaşlarım da, işte tıpkı o adam gibi parmak sallayan birileri yüzünden toprağa girmişti henüz 20'li yaşlarının başlarında.
Onları ölüme götüren kötülüğün, ilk kez bedel ödemeye başladığını görmek biraz olsun ferahlatıyor içimi şimdi. Asla acımıyorum Osman Kavala'ya çünkü ben arkadaşlarımın annelerinin feryatlarını, bir vakitler dağ gibi adamlar olan babalarının küçücük kalmış bedenlerini, düşen omuzlarını gördüğüm vakit tüm acıma duygumu kaybettim böylelerine. Acısam sanki ihanet edecekmişim gibi geliyor o ana babalara. Tek hissettiğim şey geçmeyen bir öfke. Ve bu öfkenin yeni değil eski bir hikayeden miras olduğunu bilmiyorlar bana.