AA
Trump'ın ikinci dönemi, özellikle dünya düzeni için ilk döneminden daha yıkıcı olduğunu daha ilk 3 ayı içerisinde kanıtladı.
Trump 100 günden kısa bir süre içinde uluslararası normları altüst etti, kilit ittifaklara meydan okudu ve "Amerikan gücünü" künt bir şekilde yeniden ortaya koydu.
Ancak ortaya çıkan bu tablo, daha derin bir gerçekliği ortaya koyuyor. Bu da; 19. yüzyıl Monroe Doktrini'nin yeniden canlanması ve küresel bir uzantısı olarak tanımlanabilir.
İlk olarak 1823 yılında Başkan James Monroe tarafından ilan edilen Monroe Doktrini, Avrupalı güçlerin Amerika kıtasına karışmasını engellemeyi amaçlıyordu.
Trump döneminde bu fikir yeniden yorumlanıyor, genişletiliyor ve hatta agresif bir şekilde uygulanıyor.
Trump Monroe Doktrini'ne ilk kez 2018'de Birleşmiş Milletler'de yaptığı bir konuşmada atıfta bulunarak bunu "ABD'nin resmi politikası" olarak nitelendirdi ve şimdi ikinci döneminde, söylemden uygulamaya geçti.
Yönetimi sadece Latin Amerika'da ABD'nin hakimiyetini yeniden tesis etmekle kalmadı, aynı zamanda Avrupa, Afrika, Asya, Avustralya, Kanada ve Kuzey Kutbu bölgeleriyle olan ilişkilerini de Amerikan üstünlüğünün yeni, yarım küreyle sınırlı olmayan bir versiyonuna işaret edecek şekilde yeniden şekillendiriyor.
Bu değişim hiçbir yerde Trump'ın ticaret politikasında olduğu kadar belirgin değil.
Gümrük tarifelerini sadece pazarlık aracı olarak değil, ekonomik milliyetçiliğin kalıcı araçları olarak silah haline getirdi. Trump yönetimi korumacılığı geçici bir aşama olarak değil, Amerika'nın yenilenmesinin yapısal bir ayağı olarak görüyor.
Bu çerçevede gümrük tarifeleri hem gelir getirici hem de müttefiklere karşı da dahil olmak üzere jeopolitik kaldıraçlardır.
Trump'ın hırsları ticaretin çok ötesine uzanıyor. Grönland'ı satın almak, Panama Kanalı'nı ele geçirmek ve hatta ABD-Kanada sınırını "yapay bir ayrım çizgisi" olarak adlandırmakla ilgilendiğini ifade ederek bölgesel genişleme ile açıkça ifade etti.
Trump ayrıca, ABD'nin Gazze Şeridi'ni ele geçirmesi ve burayı "Ortadoğu'nun Rivierası" haline getirebilmesi için, yaklaşık 2 milyonluk Gazze nüfusunun tamamının yakındaki Müslüman ülkelere kalıcı olarak yerleştirilmesi fikrini de ortaya attı.
Bu tür öneriler, 19. yüzyılın "Manifest Destiny" yani, Amerika'nın kontrolünü ve erişimini karada ve denizde genişletmek için Tanrı vergisi bir hakka sahip olduğu ethosunu yansıtmaktadır.
Trump açıkça Manifest Destiny'i çağrıştırarak Amerikan genişlemesini doğal ve asil bir arayış olarak çerçeveledi.
ABD Başkanı James Monroe
Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan mesaj açık: Trump Amerika'yı sadece küresel bir güç olarak değil, aynı zamanda hak sahibi bir hegemon olarak görüyor.
Ancak Trump, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan genişlemesinin peşine düşen ilk ABD başkanı değil.
Seleflerinin küresel genişlemesi sayesinde bugün en az 80 ülkede yaklaşık 750 ABD askeri üssü bulunuyor. Bu konuda en pasif başkan olarak tanımlanan Biden yönetiminin bile, Bangladeş'ten Bengal Körfezi'nde stratejik bir ada almaya çalıştığı bildirilmişti.
Bir başka konu da bu yaklaşımın küresel ittifaklara etkisinin ne olacağı meselesidir.
Bu noktada; transatlantik ayrışma hiçbir yerde Ukrayna savaşında olduğu kadar görünür değil. Avrupa Rus tehdidine odaklanmışken, Trump "vahşi çatışma" olarak adlandırdığı durumu sona erdirmek ve Moskova ile ilişkileri sıfırlamak istiyor.
Çin, ekonomik çıktı, askeri harcama ve diğer stratejik ölçütler bakımından Rusya'dan önemli ölçüde daha güçlü ve Trump yönetimi tamamen bu tehdide odaklanma istiyor.
Trump'ın Avrupa'dan Hint-Pasifik bölgesine yönelmesi, Amerikan dikkatinin ve kaynaklarının büyük ölçüde yeniden tahsis edilmesi anlamına gelecektir.
Amaç, Çin'in agresif yükselişine karşı koymak için bant genişliğini boşaltmaktır. Bu da, Avrupa'yı ve Rusya'yı büyük ölçüde başbaşa bırakmak anlamına geliyor.
Gelişme aslında, 1945'ten bu yana ABD'nin başka bir yere odaklanmak için Avrupa'daki güvenlik taahhütlerinden geri çekilmeyi ilk kez düşündüğüne işaret ediyor.
Trump açıkça Manifest Destiny'i çağrıştırarak Amerikan genişlemesini doğal ve asil bir arayış olarak çerçeveliyor.
Bu ideolojik değişim Monroe Doktrinini yarım küre savunma politikasından küresel bir hakimiyet çerçevesine dönüştürmektedir.
Özetle, Trump eski bir doktrini yeniden canlandırmakla kalmıyor, onu küreselleştiriyor ve bu yeni doktrin devam ederse, dünya Batı'nın kendisinin yeniden tanımladığı bir süreçle karşı karşıya kalabilir.