Prof. Dr. Mehmet Emin BİRPINAR
Sürekli gelişimi kovalayan insanoğlu, bu süre zarfında ortaya koyduğu imalatlar ile bir taraftan hayatımızı kolaylaştırırken diğer taraftan da doğamız üzerindeki baskıyı artırdı. Bilim insanları bu vesileyle artık yeni bir döneme girdiğimizi dile getiriyorlar. İnsan hakimiyetinin yoğun olduğu bu döneme de Antroposen; diğer bir ifadeyle İnsan Çağı adını veriyorlar.
Esasında yeni bir çağa girdiğimizi artık birçok mecrada duyuyoruz. Bu söylemin destekçilerinden birisi de Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP). Bu nitelendirmeyi de yakın zamanda yayımladığı çok önemli bir küresel raporda yaptı.
UNDP, 1990'dan beri İnsani Gelişme Raporları yayımlıyor. 15 Aralık 2020 tarihinde tanıtılan otuzuncu İnsani Gelişim Raporunda bir ilke imza atıldı. Önceki raporların aksine bu kez yaşam standartlarını doğrudan etkileyen çevresel unsurlar da ele alındı. Karbon ayak izi ve maddesel ayak izi gibi parametreler bazında da değerlendirmelerin yapıldığı Raporda öne çıkan en önemli nokta ise insan çağına girdiğimizin vurgulanması oldu. Raporda, insanın doğanın düzenine uymak yerine kendi düzenini kurduğu, zamanla da doğa üzerine hakimiyet kurduğu ifade ediliyor. Doğal kaynak kullanım hızındaki artışın da kaynakların kendilerini yenileme kapasitelerini aşması ile sonuçlandığı, bu durumun da dev atık dağları ile karşı karşıya kaldığımız bir zaman diliminden geçtiğimiz yine değinilen hususlar arasında yer alıyor.
COVID-19 salgını, iklim, su ve gıda krizleri gibi felaketler de esasında bu durumun doğal bir sonucu. Zira doğada var olan hassas denge bozuluyor. Ana dengenin bozulması, dengede önemli rol oynayan aktörlerin de zarar görmesine yol açıyor. Bu noktada etkilenen ve hemen hemen her canlı için vazgeçilmez kaynaklardan biri de su...
Nüfus artışı, sanayileşme, tüketimde trendlerinin değişimi birçok kullanım alanına sahip suyun kullanım miktarında da artışa neden oldu. Dünya Bankası verilerine göre 20. yüzyılın başında küresel bazda toplam su kullanımı 670 milyar metreküp seviyelerinde iken, günümüzde yaklaşık 6 kat artışla 4 trilyon metreküp değerini aştı. Ancak bu değerde kalacak gibi de görünmüyor.
Birleşmiş Milletler "Dünya Su Gelişim 2020" Raporuna göre de su kullanımı her yıl en az yüzde 1 oranında yükseliş gösteriyor. Dolayısı ile 2050 yılında günümüz kullanım değerinin yüzde 30'undan fazla bir artış bekleniyor. Bu durum hiç kuşkusuz artan nüfus ile birlikte su kaynakları üzerindeki baskıyı daha da yükseltecek.
Su; tüm zihayatların, diğer bir tabirle hayat sahibi canlıların hayat kaynağı, adeta yaşam pınarı... Onsuz bir yaşamın var olmadığı, Yaradan tarafından bahşedilen mucizevi sıvı...
Sadece bir besin maddesi de değil esasında; tarım, sanayi, enerji üretimi ve ulaşım gibi birçok alanda istifade ettiğimiz kıymetli bir ürün. Sıcak havalarda bir bardak ile bizleri serinlettiği gibi günlük 1 trilyon tonunun buharlaşması ile de dünyamızı serinleten adeta bir klima görevi gören eşsiz nimet.
NASA verilerine göre gezegenimizin yüzde 71'i sularla kaplı. O yüzden bol miktarda suyumuzun olduğunu düşünüyoruz, oysaki işin aslı hiç de öyle değil. Zira yeryüzünde kullanılabilir ve tatlı olarak addedilen su miktarı, tüm suların sadece yüzde 3'ünü oluşturuyor. Var olan bu miktar da dünya üzerinde eşit bir dağılım göstermiyor. Kullanılabilir tatlı suyun büyük çoğunluğu, ki yüzde 67'si buzullarda, yüzde 30'u da ulaşılamayacak şekilde yer altındaki akiferlerde bulunuyor. Yani ulaşılabilir veya kullanılabilir nitelikte değil. Kullanılabilir nitelikteki geriye kalan miktar ise yeryüzündeki tüm suların sadece binde 6'sını oluşturuyor. Ne var ki o da büyük bir tehditle karşı karşıya; Kuraklık tehdidi ile. Ve bu tehdidin etkileri ve oluşma şıklığı günümüz küresel sorunu iklim değişikliği dolayısı giderek artıyor. İklim değişikliği sonucu sıcaklıklarda yaşanan artışlar, kuru bölgeleri daha kurak, nemli bölgeleri de daha nemli hale getiriyor. Kurak bölgelerdeki bu sıcaklık artışları ile birlikte buharlaşma daha hızlı gerçekleşiyor. Buharlaşma aynı zamanda kuraklık riskini de artıran bir faktör.
Kuraklığı kısaca belli bir bölgede alışılagelmişin dışında oluşan yağış azlığı olarak tanımlayabiliriz. Bölgelerin hava koşullarına bağlı olarak farklılık gösterebilir. Örneğin tropik bir ada olan Bali için sadece 6 günlük yağmursuz bir süre zarfı kuraklık için sınır olarak değerlendirilirken, Libya Çölünde yıllık yağışın 20 cm'nin altında kalması bu bölge için kuraklık olarak tanımlanabilir.
Genel olarak 3 tür kuraklıktan bahsedebiliriz. Bunların ilki yağışlardaki azalma ile oluşan meteorolojik kuraklıktır. Topraktaki nem seviyesinin azalması ve nebatatın su ihtiyacının karşılanamaması halinde ise tarımsal kuraklık adı verilen olgu meydana gelir. Yerüstü su kaynaklarında azalma, akış rejimlerinde bozulma ve yeraltı su seviyelerinin azalması gibi durumlarda ise karşımıza hidrolojik kuraklık çıkar. Bu durum telafisi en güç olan kuraklık türüdür. Birkaç yılı aşkın süre zarfında normallerin çok üzerinde yağışların gerçekleşmesi halinde aşılabilir.
Kuraklık aynı zamanda dünya genelinde de kabul görmüş meteorolojik bir afettir. Bir çok afet gelişini belli eder, ancak kuraklık oldukça sinsi bir yapıdadır. Sel, taşkın, heyelan, çığ gibi diğer birçok afet türüne göre etkileri daha geniş coğrafyalarda hissedilir ve yıllarca sürebilir.
Kuraklık doğal bir afet de olsa kimi zamanda yanlış su kullanım ve yönetim politikaları nedeniyle insan eliyle de oluşabilir.
Kuraklık; sağlık, tarım, ekonomi, enerji ve çevre gibi bir çok alan üzerinde olumsuz etkiler oluşturur. Sağlıklı ve güvenli suya erişim öne çıkan etkilerden birisi. Dünya Sağlık Örgütüne göre küresel bazda her yıl 55 milyon kişi kuraklıktan etkileniyor. Kuraklık, aynı şekilde, hastalık ve ölüm riskini artırıyor, bu yönüyle toplu göçlere neden olabiliyor. BM değerlendirmelerine göre 2030 yılında 700 milyondan fazla insanın kuraklık dolayısıyla göç etmesi bekleniyor.
Doğrudan etkileri dışında yangınların daha sık oluşu, sıcak hava dalgaları ve istilacı türlerin yayılmasına da imkan verirler. Keza ekonomik etkileri de yadsınamaz. Misal olarak ABD'de kasırgalardan sonraki en etkili doğal afet olarak görülüyor. Yaşanan her bir kuraklık hadisesinin ortalama mali etkisi 9,6 milyar $.
SU; TÜM MAHLUKATIN SORUNU
Su, sadece gelişen dünyanın değil, esasında herkesin problemi. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyadaki her 9 insandan birisi sağlıklı ve güvenli suya erişemiyor.
Su sorunu hatta ve hatta sadece insanoğlunun da değil, nebatat ve hayvanatın da problemi. Yaşamın sürdürülmesi, hayatın devamı için olmazsa olmazlar arasında. Bu yüzden her damlasının değerini bilmeli, ona göre kullanmalı ve gerekirse kullanılanı tekrar kullanabilecek hale getirme yolları arayışı içerisinde bulunmalıyız.
Ülkemizde de su sorunu ile karşı karşıyayız. Halihazırda kişi başına düşen su miktarımız 1500 metreküp. Bu değer ülkemizin su sıkıntısı çeken bir kategoride olduğunu gösteriyor. Tüketimin bu denli seyretmesi halinde kişi başına düşen su miktarının 2023 yılında yıllık 1.300 metreküpe, 2030 yılında ise yıllık bazda kişi başı su miktarının 1.100 metreküpe düşmesi bekleniyor. Bu değerin 1.000 metreküpün altına düşmesi halinde "su fakiri" olarak nitelendirme söz konusu. Ülkemiz bu riski derinden yaşıyor.
Devlet Su İşleri (DSİ) kaynaklarına göre sahip olduğumuz toplam su rezervi 112 milyar metreküp seviyelerinde. Ancak mevcut imkanlar bazında bunun yaklaşık 57 milyar metreküpünü değerlendirebiliyoruz. Bu suyun büyük çoğunluğunu da tarımda kullanıyoruz. Oransal olarak bu değer %74 mertebelerinde. Kalan suyun yarısını sanayide, diğer yarısını da evsel kullanım amaçlı değerlendiriyoruz.
Ne var ki gelişmiş ülkelerde oranlar bu şekilde değil. Kuzey Amerika ve Avrupa gibi gelişmiş bölgelerde tarımsal amaçlı su kullanım -ki en büyük su kaybının yaşandığı alan- oranı yüzde 40 dolaylarında.
KURAKLIK KAPIDA
Ülkemizde 1974, 1984, 2008 yıllarında olduğu gibi zaman zaman yaşanan kuraklıklar günümüzde neredeyse süreğen hale gelmek üzere. Özellikle de son 10 yılda birçok bölgemizdeki yağışlarda ciddi azalmalar görülüyor. Tarımsal faaliyetlerin artışı ile birlikte bilinçsiz sulama vs kimi bölgelerde yeraltı su seviyelerinde de büyük azalmaların yaşanmasına neden oldu.
Küresel sorun iklim krizi de bu riski artıran faktörlerin başında yer alıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) değerlendirmelerine göre ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, iklim değişikliğinden en çok etkilenecek alanlardan bir tanesi.
Dünya Meteoroloji Örgütü verilerine göre geçtiğimiz 2020 yılı 2016 yılı ile birlikte kaydedilen en sıcak yıl oldu. Yine, NASA kayıtlarına göre 2015'ten bu yanaki 5 yıllık süreç, sıcaklıkların kayıt altına alındığı zamandan bu yana kaydedilen en sıcak 5 yıllık periyodu oluşturuyor. Aynı şekilde, Avrupa Birliği İklim Değişikliği Servisi Kopernikus değerlendirmelerine göre 2020 Kasım ayı kayıtlardaki en sıcak Kasım olarak tarihe geçti. Keza 2021 Ocak ayı da yine kayıtlardaki en sıcak 6. Ocak ayı olarak tarihe not edildi.
Bütün bu gelişmeler doğal olarak ülkemizi de etkiledi. Meteoroloji Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan son haritalarda Türkiye'nin şiddetli kuraklık riskiyle karşı karşıya olduğu gösteriliyor. Haritalarda belirtildiği üzere geçen yıla oranla yağışlarda yüzde 53 düşüş görüldü. Edirne gibi kimi illerdeki düşüşler %90'ları aştı. Meriç ve Tunca gibi Nehirlerdeki akış debisi oldukça düşük seyretti.
Birçok ildeki barajlar alarm vermeye başladı. Mega kent İstanbulun barajlarındaki su seviyesi, İSKİ kayıtlarına göre son 15 yıldaki aynı dönemler içerisindeki en düşük seviyeyi gördü. Çanakkale ilimizin barajlarındaki su seviyelerinde görülen azalmalar da kritik noktaya ulaştı. Hal böyle olunca Valilik gereksiz araç ve halı yıkama gibi faaliyetleri kısıtladı. Başkent Ankara'da da benzer durum oluştu. Sonbaharda hemen hemen yağış yüzü görmeyen kentin yetkililerinden vatandaşlara temkinli olma çağrısı yapıldı.
İklim değişikliğinin etkilerinden biri de aşırı yağışlar. Onu da ülkemizde son yıllarda sıklıkla görmeye başladık. Çok değil, bir iki hafta önce, Şubat ayı başında güzel İzmir ilimizde hayatı adeta durma noktasına getiren ve 2 canımızı yitirdiğimiz kısa süreli yoğun yağış bunun bariz bir göstergesi.
Kış aylarında olduğumuz şu sıralarda havaların mevsim normallerin çok çok üzerinde seyretmesi bir taraftan vatandaşı sevindirirken bir taraftan da kara kara düşündürüyor aslında. Zira kuraklık riski kapıda. Ancak biliyoruz ki kuraklık tek başına bir sorun değil. Diğer sorunları da beraberinde getiriyor. Tarım ve gıda başta olmak üzere sağlık, ekonomi gibi alanlarda da telafisi zor sorunlara yol açacağı aşikâr. Ne yazık ki kuraklığın devam etmesi halinde, birçok canlı türüne ev sahipliği yapan sulak alanlardaki zengin biyoçeşitliliğin ve eşsiz güzelliklerimizin zarar görmesi de kaçınılmaz son olacak. Ülkemizin adeta gözbebeği, dünyanın nazar boncuğu unvanına sahip Konya ilimizdeki Meke Gölü'nün yok olma tehlikesi bunların başında geliyor.
Meteorolojik kuraklık Türkiye'de kuru tarım alanlarında verim kaybına neden oluyor. Önümüzdeki aylarda yer altı suları ile nehirlerde debi düşüşü dolayısıyla hidrolojik kuraklık riski de var. Hemen hemen tüm Türkiye'de çiftçi bu sene kuru toprağa tohum attı. Bunun rekolteye, hammadde ve gıda fiyatlarına önemli etkisi olacak. Türkiye'nin tarımsal kuraklık için acil önlemlere ihtiyacı var.
Günümüzde karşılaştığımız su, hava ve iklim alanındaki sorunlar küresel etki oluşturuyor. Artık kabul etmeliyiz ki dünya bir bütün. Dolayısıyla bir yerde oluşan sorun çok kısa sürede diğer bir yeri de etkiliyor. Hala yaşadığımız ve sadece bir noktada başlayan salgın bunun istenmeyen bir örneği aslında. Haliyle mücadele için de müşterek hareket gerekiyor. Bu itibarla 2015 yılında BM tarafından belirlenen 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarından bir tanesi de tüm insanların en temel hakkı olan suya erişime dair. 17 amacın altıncısı olan "Temiz Su ve Sanitasyon" amacı doğrudan bu konuyu esas alıyor. Dolayısıyla hükümetlerin, bölgesel yönetimlerin, yerel yönetimlerin, hatta ve hatta bireylerin dahi üstüne düşen sorumlulukları var.
Bu cihetle ülkemizde ilk olarak gerek ulusal gerekse de yerel bazda su kaynaklarının tespiti, mevcut durumları, kullanım alan ve oranları gibi birçok parametreyi içine alan su muhasebesi ve izleme çalışmaları ele alınması gerekilen öncelikli bir konu. Keza Müstakil ve bütüncül bir "Su Kanunu" da ihtiyaç duyduğumuz çalışmalardan bir tanesi. Su yönetiminde çok başlılığın önlenmesi için su ile ilgili idarelerin tek çatı altında toplanması da göz ardı edilmemesi gereken bir konu.
Alternatif su kaynaklarının değerlendirilmesi de öne çıkan uygulamalardan diğer bir tanesi. Bu noktada yağmur suyu hasadı önemli uygulamalardan birisi olarak karşımıza çıkıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın 23 Ocaktaki Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde yaptığı mevzuat düzenlemesi ile yeni inşa edilecek 2000 metrekareden büyük alana sahip parsellerdeki yapılarda yağmur suyu toplama sisteminin kurulması zorunlu kılındı. Doğal su kaynaklarımızı koruyan bu adımın daha küçük parseller için de ilgili belediyelerce zorunlu tutulmasının önü açıldı.
Yine gri su uygulamaları ve oluşan atıksuların yeniden değerlendirilmesi gibi ana su kaynaklarını koruyacak ilave kaynakların geliştirilmesi ve yaygınlaşması gerekiyor. Günümüz teknolojisi buna imkân tanıyor. Halihazırda ülkemizde oluşan atıksuyun %1,7'si geri kazanılarak tekrar uygun alanlarda -yeşil alan sulaması, sanayide soğutma amaçlı kullanım- değerlendiriliyor. Evet, yerel yönetimlerin artık su arzını yapamayacağı "sıfır günü" olarak adlandırılan güne her geçen gün daha da yaklaşıyoruz. Bunu aklımızdan bir an olsun çıkarmamalıyız.
Yine biz fertlere düşen birtakım sorumluluklar da var. Bunların en önemlisi tüketim alışkanlıklarımızı değiştirme. Bu çerçevede su ayak izi daha düşük olan gıdalara veya hizmetlere yönelme tercih edilecek uygulamalardan biri olabilir. Kırk yıl hatırı olan bir kahve fincanın su ayak izinin 140 litre, buna biraz süt ilave etmeyi tercih ettiğimizde bu durumda su ayak izinin 210 litreye çıkacağını da hatırda tutabiliriz.
Keza, sağlığımız için elzem olan ve vücudumuzun ihtiyaç duyduğu 1 gram proteini dana etinden karşılamayı tercih ettiğimiz durumda su ayak izimiz 112 litre olurken, bunu bir yumurtadan temin ettiğimizde su ayak izimiz 4 kat azalışla 29 litreye iniyor. Ancak bitkisel kaynaklar da var. Bahsini ettiğimiz 1 gramlık proteini bitkisel kaynaklı bakliyatlardan elde etme yolunu tercih edersek de su ayak izimiz sadece 19 litre oluyor. Bu durum, bir yandan su kaynaklarımızı korurken aynı zamanda da iklim değişikliği ile mücadeleye büyük katkı sunacak.
Hepimiz isteriz hayata bir iz bırakmayı, unutulmayan bir iz. Evet hayata bırakacağımız iz büyük olsun, ancak su ayak izimiz küçük olsun. Rahmet Peygamberinin (SAV) "Irmak kenarında olsanız dahi abdest alırken israftan kaçınınız" düsturunu her daim hatırda tutmalıyız.