Beyazıt Akman: İyi konuşunca tarafgir, kötü konuşunca objektif oluyorsunuz

Tarihi romanların ünlü yazarı Beyazıt Akman ile yaptığımız röportajın ilk bölümünde Batı edebiyatındaki Türk-İslam algısını ve Türkiye’de Osmanlı’ya bakışı konuştuk. Türkiye’de oryantalizmden payını almış ve sesi çok gür çıkan bir kesimin insanları söylem testine tabi tuttuğunu belirten Akman, “Osmanlı hakkında olumlu bahsedince gerici, olumsuz bahsedince objektif olduğunuz bir kafa yapısı bu. Yani olumlu bahsedince ‘tarafgir’ oluyorsunuz, ama ‘olumsuz’ bahsedince ‘kötüleyen’ ya da öbür taraftan ‘tarafgir’ olmuyorsunuz, objektif ve aydın oluyorsunuz.” diye konuştu.

aksam.com.tr

Tarihi romanların ünlü yazarı Beyazıt Akman ile “Kayıp Tarihin İzinde”, “Osman Kanunu” ve “Osman: Kuruluş” kitaplarının yazım süreçlerini konuştuk. Röportajın ilk bölümünde Batı edebiyatındaki Türk-İslam algısını ve Türkiye’de Osmanlı’ya bakışı değerlendiren Akman, Türkiye’de oryantalizmden payını almış ve sesi çok gür çıkan bir kesimin insanları söylem testine tabi tuttuğunu belirtti.

Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’ın sorularını yanıtlayan Akman, “Osmanlı hakkında olumlu bahsedince gerici, olumsuz bahsedince objektif olduğunuz bir kafa yapısı bu. Entelektüel veya aydın diye tanımlanmanın önkoşulu, kendi tarihinize burun kıvırmaktan geçiyor sanki. Dikkat ediniz, burada bir söylem hegemonyası söz konusu. Yani olumlu bahsedince ‘tarafgir’ oluyorsunuz, ama ‘olumsuz’ bahsedince ‘kötüleyen’ ya da öbür taraftan ‘tarafgir’ olmuyorsunuz, objektif ve aydın oluyorsunuz.” ifadelerini kullandı.

“TÜRK-İSLAM İMGESİNİN İZLERİNİ SÜRÜYORUM”

Batı edebiyatında Türk ve İslam algısı üzerine derin çalışmalarınız var. Hem yazar hem de bir akademisyen olarak Batı edebiyatında nasıl bir algımız var? Bu konuda nasıl çalışmalar yürütüyorsunuz?

Çalışmalarım büyük düşünür Edward Said’in 1978’de Oryantalizm’le başlattığı geleneğe dayanıyor. Burada benim yapmaya çalıştığım iki şey var. Birincisi bu işin Türklere bakan yönünü ele almak. Zira Said, Oryantalizm’de neredeyse hiç Türklerden ve Osmanlı’nın Batı’daki yeri özelinden bahsetmez. Bunun için onu suçladığım sanılmasın, Said kendisi de çalışmalarının bu konunun tüm yönlerine dair bir ansiklopedi olarak algılanmaması gerektiğini defaatle söylemiştir, bu birincisi. İkincisi ise Oryantalizmin kendi içinde farklılaştırılması, bu konunun güncelleştirilmesi, popüler deyimle edilmesi meselesi. Yani tarihte gördüğümüz Müslüman ve Türk algısı ile 11 Eylül sonrası dönemdeki ve daha da günümüze gelelim, Trump sonrası dönemdeki Müslüman algıları arasında ne gibi benzerlikler ve farklılar vardır? Örneğin; romanın babası saydıkları Daniel Defoe Türk’ü hakir görmez, tam tersine kendi devletleri için rol modeli olarak görür. Ya da İngiliz bir yazarın, sömürge ülkelerden Hintlileri resmedişiyle, Atatürk’ün önderliği sayesinde hiçbir zaman sömürgeleştirilemeyen Türk’ün resmedilişi aynı şeyler değildir. İşte ben Shakespeare’den Salman Rushdie’ye uzanan dönemde Batı literatüründe Türk-İslam imgesinin izlerini sürüyorum.

“DOĞU VE BATI ARAŞTIRMALARIMIN ÖZETİ”

“Kayıp Tarihin İzinde” kitabınızda medeniyetlerin tarihlerine ışık tutuyorsunuz. Kitap çok çarpıcı sorulara cevap buluyor özellikle İslam olmasaydı Gutenberg’in matbaasının bir işe yaramayacağından, Fatih’in Batı’ya yeni bir yön getirdiğinden, ilim ve sanat yönünde unuttuğumuz birçok değeri okurlarınıza hatırlatıyorsunuz. Kitabınızın detaylarını konuşmak isteriz, nasıl bilgiler var?

Romanlarımla ilgili söyleşilere katıldığım her yerde şu karakter gerçekten yaşadı mı, bu olay gerçekten oldu mu, şu bilgi hayal ürünü mü, yoksa gerçek bir kaynağa mı dayanıyor gibi sorularla karşılaşırdım. O kitap bu sorulara bir cevap niteliğinde doğdu. Örneğin; “Dünyanın İlk Günü”nde romanlaştırdığım Fatih’in gençliği insanları o kadar etkilemişti ki bu bilgilerin gerçek olup olmadığını soruyorlardı. Ya da Osman romanlarında anlattığım Osman Gazi’nin bir gazi-alp oluş sürecinde geçirdiği evreler... Bunları gerçekten yaşamış mıydı? Ben de artık oturup üzerinde “roman” etiketi olmayan, yani insanların hiçbir şekilde kurgu ürünü olmadığına dair akıllarında şüphe kalmayan bir kitap yazmanın vaktinin geldiğine inandım. Gerçi bir akademisyen olarak bu tür şeyler zaten yazıyordum ama onların hepsi de İngilizce ve pek tabii akademik dergilerde, popüler okurun erişemeyeceği platformlarda. Bu yüzden “Kayıp Tarihin İzinde” Fatih’ten Shakespeare’e Doğu-Batı benim tüm araştırmalarımdan damıtılmış bir özet niteliğindedir.

“ALGORİTMA DEDİKLERİ ŞEYE BAKANLAR, ARKASINDA BİR MÜSLÜMAN GÖRECEKTİR”

Batı’daki Türk-İslam algısının tarihine, Türk-İslam medeniyetinin ana safhalarına ve Batı Rönesansı’nın arkasında yatan Türk-İslam bilim tarihine değin bir giriş kitabıdır. Batı’nın kendi işine geldiği gibi anlattığı ve bize ezberlettiği tarihinin dışında pek çok sürpriz bilgiyle doludur ve bunların hepsi de kahve muhabbetinin ötesinde, ispat edilebilir belgeye dayalıdır. Okurum istediği konuların izini sürmeye devam edebilsin diye, kitapta tüm bu kaynakları da sunuyorum. Örneğin; Dante’nin İlahi Komedya’sının Müslüman âlimlerin miraçnamelerinden esinlenilerek yazıldığını, Kopernik devriminin ardında yatan ve bizzat Kopernik’in kendisinin referansta bulunduğu İslam bilim adamlarını ve daha pek çok ezber bozan ama hepsi de ispat edilebilir bilgiyi bu kitapta derlemeye çalıştım. Matematiğin El-Harezmi’ye, tıbbın İbn-i Sina’ya, NASA’nın yıldız haritalarının El-Sufi’ye ve diğer Müslüman âlimlere dayanışının hikâyesini anlatıyorum. Şimdi bakın, geçtiğimiz haftalarda bir kara deliğin görüntüsü hadisesi yazıldı. O fotoğrafı çeken bilim insanın yaptığı algoritma konuşuldu. Algoritma dedikleri şeye baksınlar, onun arkasında bir Müslüman görecekler.

“TEKNOLOJİ MÜSLÜMANLARDAN SORULURDU”

Batı literatüründe bugün kullanılan Orion, Küçük Ayı ve Büyük Ayı yıldız kümelerindeki yıldızlar dahi isimlerini hep İslam literatüründen almıştır. Osmanlı âlimi Takiyüddin, doğrusu 61 saniye olan Güneş apojesi derecesini 63 saniye olarak ölçmüştür, ki Kopernik buna 24 saniye diyordu.

Teknoloji de o zamanlarda Müslümanlardan sorulurdu. 12’nci asrın Steve Jobs’ı ünlü mucit El-Cezeri’ydi. Shakespeare’in oyunlarındaki Türk imgesi, Avrupa başkentlerinde balkonlara asılan ya da masalara serilen Türk halılarının öyküsü ve Fatih’in Batı tarihini nasıl geri dönülemez bir şekilde değiştirdiğine dair sayfalar da bunlardan diğer bazılarıdır.

“ARANAN CEVAP, KATOLİK DÜNYASININ SÖMÜRGECİLİK TARİHİNDE GİZLİDİR”

İslam âlimlerinin dünyaya medeniyet getirdiğini; ilim, bilim, tıp, matematik ve diğer birçok alanda önemli buluşlar yaptıklarını biliyoruz. Daha sonra bir duraklama dönemi yaşanıyor. Bizler de kendi değerlerimizden kopuyoruz. Mesela izafiyet teorisi denince akla Einstein geliyor, fakat El-Kindi birkaç yüzyıl önce bu teorinin temelini atıyor. Bir akademisyen olarak sizce neden kendi ilim âlimlerimizden koptuk?

Bu soruya pek çok cevap verilebilir. Ama benim uzmanlık alanım açısından verebileceğim en doğru ve kanıtlayabileceğim cevap, sömürgecilik tarihinde gizlidir. Bakın, genel anlamda özetleyecek olursak İslam medeniyetinin üç altın çağı vardır: 9-11’inci asırlarda Beytül Hikme’de vücut bulan ve Bağdat’ta çığır açan araştırmalar, daha sonra 11-13’üncü asırlarda Toledo ve Kurtuba gibi merkezlerde üretilen Endülüs medeniyetindeki sıçramalar ve son olarak da 15-17’nci asırlardaki Osmanlı bilim ve medeniyeti. Bundan sonra ne oluyor derseniz, Batılı sömürgeci imparatorluklar devreye giriyor.

15’inci asırdan itibaren Katolik dünyasının Amerika kıtasını, yerlileri ve Afrika’dan taşıdığı insanları köleleştirerek sömürmeye başlaması, daha sonra 18’inci yüzyılda Fransızların Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki çoğu Müslüman ülkeyi kolonileştirmeleri, sonra 19’uncu yüzyılda İngilizlerin bu mirası devralmaları ve İsrail’in kurulmasına kadar uzanan süreçte Orta Doğu’ya çok ağır darbeler vermeleri bu tarihin kilit noktalarıdır... Sonra yine Batılı emperyalist devletler tarafından Orta Doğu’da yaratılan diktatörlükler Batı’nın hegemonyasına birer uydu hizmeti görmüşler ve cehaleti her daim canlı tutan bir kısır döngü oluşturulmuştur.

“BİZİ BİRBİRİMİZE DÜŞMAN ETMEYE ÇALIŞIYORLAR”

Orta Doğu’daki cehaletin tohumları ne yazık ki bu şekilde atılmıştır. Özellikle Amerika’yı etkisi altında tutan Siyonist lobi de bu çatışmacı kültürü canlı tutar. Biraz daha kendi tarihimiz özelinde konuşmak gerekirse, bu adamlar bizi kendimize düşürmekte ve dünya ile yarışacağımız yerde kendimizle meşgul etmekte çok ustalar. Emperyalistlerin bizdeki tesirleri “Atatürkçülük mü Osmanlıcılık mı” çatışması yönünde oldu ve olmaya da devam ediyor. Bir asırdır bizi bununla vuruyorlar. Türklük ve Müslümanlık kimliklerini birbirinden koparmaya, birbirine düşman etmeye çalışıyorlar.

Bakın size çok samimi bir şey söyleyeceğim. Devletim bana bu ülkenin en iyi üniversitelerinde, uluslararası standartlarda eğitim fırsatı sunmuştur. Modern anlamda dünyayı okuyabilmemi, Batı edebiyatlarını da inceleyen çağdaş bir birey olmamı sağlamıştır. Dolayısıyla Atatürkçülük benim DNA’ma sinmiştir. Ve bu (dikkat edin, ‘ama’ demiyorum) benim Osmanlı ve Türk-İslam medeniyetine hakkaniyetli bakmama hiçbir zaman engel olmamıştır. O Atatürk ki Orta Doğulu ve Afrikalı pek çok milleti kendi kölesi yapan emperyalist Batı’ya bir dağ gibi durmuş, Türkiye’yi bir sömürge ülkesi olmaktan kurtarmıştır.

Bu kimlikler hiçbir zaman bir çatışma ve karşılaştırma içerisine sokulamaz. Bunu aşabildiğimizde ülke olarak, devlet olarak, millet olarak aşamayacağımız hiçbir konu yoktur. Türklük ve Müslümanlık bileşeni dünyanın hiçbir zaman durduramayacağı bir güçtür. Türk-İslam medeniyeti Orta Asya’dan İstanbul’a ve Ankara’ya kadar bir bütündür. Fatih de bizimdir, Atatürk de. Ne zaman ki bu iki kimlik arasında bir kavga ve çatışma başlatılmış, işte o zaman bize diş geçirmeye başlamışlardır.

KAPSAMLI BİR ARAŞTIRMA SONRASI ORTAYA ÇIKAN ESERLER

Tarihi romanlarınızdan dikkat çeken “Osman Kanunu” ve “Osman: Kuruluş” serinizin yazım süreci nasıl oldu? Hangi hususlara dikkat ettiniz? Kitaplar hakkında detay verebilir misiniz?

Osman Gazi’nin o efsanevi öyküsü aslında ilk romanlaştırmak istediğim konulardan biriydi. Sonuçta ben Batı edebiyatı eğitimi almış biriyim ve bu gelenekte kahramanın doğuşu dedikleri şey ya da karakterin kendini bulması, olgunlaşıp bu dünyadaki rolünü ve önemini kavraması gibi evrensel deneyimler açısından, literatürdeki adıyla bildungsroman türü için Osman’ın hikâyesi paha biçilmezdi. Onun hayatını bir roman formatında anlatmayı çok istiyordum. Ne var ki az önce atmaya çalıştığım “Dünyanın İlk Günü” macerası beni önce fetihe, daha sonra da yine Doğu-Batı ilişkileri açısından çok önemli yer tutan bir Endülüs hikâyesi Cennetin Kapıları’na yönlendirmişti. Nihayet iki büyük romandan sonra biraz daha ince, daha yalın bir şekilde Osman Gazi’yi anlatmaya giriştim. Ama gelin görün ki ortaya bu sefer de iki cilt olacak bir eser çıktı. Osman hakkında belki de yıllar yılı kafamda o kadar uzun süre düşünmüş ve o kadar çok şey okuyup not almıştım ki onun hikâyesi hepsinden uzun oldu.

Aslına bakarsanız Kayılar gibi küçük bir beylikten çok kısa bir sürede koca bir imparatorluğa dönüşen Osmanlıların kuruluş meselesi yerli yabancı pek çok tarihçinin kafasını kurcalamış, pek çok tarihçiye kariyer yaptırmıştır. Bizim ünlü tarihçimiz Halil İnalcık dahi onca araştırmadan ve eserden sonra, hayatının son yıllarını bu konuya ayırmıştır. Bir tarihi roman için 12 ve 13’üncü asırlar tam bir hazinedir. Düşünün, haçlılar orada, Moğollar orada, Batı orada, Doğu orada, Kudüs orada, Hristiyanlık ve İslam arasındaki savaş orada... Devletin içine sinsice sızarak iktidarı kurnazca yıkmayı amaçlayan günümüz haşhaşinlerinin asılları da orada.

Tüm zamanların en büyük seyyahı Marco Polo dahi orada. Tüm bunların ortasında ise bizim topraklarımız var: Anadolu. Batı’dan haçlılar Türkleri yok etmek için bastırıyor. Doğu’dan gelen Moğollar ise kestikleri kellelerden kuleler yaparak üzerimize geliyor. Kendi içimizde dersen bir yığın hain! Türkler bir örsün üzerinde çekiçle dövülen demir gibi adeta. İşte böylesi bir kaosun içinden genç bir adam çıkıyor ve tüm dünyaya tekrar düzeni ve adaleti sağlayacak bir imparatorluk kuruyor. Yani onunkisi aslında bir varlık-yokluk, bir ölüm kalım savaşı. Bu işin günümüze dair çağrıştırdıklarını varın siz düşünün. İşte Osman romanları tüm bunları anlatan bir epiktir; iki cilt olması da boşuna değildir.

Osmanlı tarihi hakkında insanların yanlış bildiği ya da daha az bildiği bilgiler var mı? Varsa bizimle paylaşabilir misiniz?

Ne yazık ki ülkemizde Oryantalizmden payını almış ve sesi çok gür çıkan bir kesim sizi bir söylem testine tabi tutuyor ve daha ne dediğinizi bile dinlemeden etiketleyip kenara atıyor. Osmanlı hakkında olumlu bahsedince gerici, olumsuz bahsedince objektif olduğunuz bir kafa yapısı bu. Entelektüel veya aydın diye tanımlanmanın önkoşulu kendi tarihinize burun kıvırmaktan geçiyor sanki. Dikkat ediniz, burada bir söylem hegemonyası söz konusu. Yani olumlu bahsedince “tarafgir” oluyorsunuz, ama “olumsuz” bahsedince “kötüleyen” ya da öbür taraftan “tarafgir” olmuyorsunuz, objektif ve aydın oluyorsunuz.

“BU İDEOLOJİYLE SAVAŞIYORUM”

Benim tüm akademik ve edebi çalışmalarım bu ideolojiyle savaşmak üzerine kurulmuştur. Kabul etmek lazım, son on-on beş yılda bu konuda belki mesafe kaydedildi ama şunu açık söyleyeyim: Ne yazık ki ülkemizin dominant entelektüel hegemonyası hala Avrupacı ve elitist bir kesimin elindedir. Hâlbuki Amerika’nın göbeğinde Batılıların gururunu okşayacak şeyler yazmak, onların beğenilerini toplamak benim için o kadar kolaydı ki…

Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde eğitim, uzmanlık derecesinde Batı edebiyatı bilgi birikimi, Amerika’da master, doktora ve üniversitelerde hocalıktan oluşan deneyimler silsilesi vesaire... Çok mu zordu benim kendi tarihini ve kültürünü hakir gören, İslam medeniyetini Batı karşısında aşağılayan ve Batı’yı yücelten Oryantalist, Batı’nın ve bizim entelektüellerimizin çok da hoşuna gidecek bir romanla çıkıp gelmem? Üstelik doğrudan da İngilizce yazabilirdim! Bu, bana uluslararası şöhretin kapıları çok çabuk açıverirdi! Bu, araştırmalarım için de geçerli. Eğer ben çıkıp da Türklerin ve Müslümanların Avrupa medeniyetleri karşısındaki sözde barbar tarihini yazmaya girişseydim şimdi çok daha başka, parıltılı yıldızlarla görürdünüz beni karşınızda. Ama ben, Allah’a şükürler olsun, o yolu seçmedim. Okurumun bunu gördüğüne inanıyorum. Nihayetinde de balık bilmezse Halik bilir!