Ayasofya kimin mülküdür?

Dr. M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar 12.06.2020

Ayasofya insanlığın ortak malı veya bazı kesimlerin ortak sembolü değil, Osmanlının bakiyesi, fethin hediyesi, Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesi bir camidir. Bir vakıf olarak da Türkiye topraklarındadır, bize emanettir ve Allah'ın mülküdür.

Cumhuriyet döneminde Türkiye dindarlığının devlete duyduğu güveni sarsan iki derin travma vardır: İlki başörtüsünün eğitim ve çalışma hayatında yasak olması, ikincisi ise Ayasofya Camii’nin ibadete kapatılması. Bunlardan birincisi yakın zamanda hem toplumun ve devletin hazır olması, hem de siyasal iradenin kararlılığı sayesinde çözüme kavuştu. Diğeri, yani Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması ise bugünlerde Türkiye’nin gündeminin başköşesine oturdu.

Dikkat edilirse, “Ayasofya’nın müze yapılması” filan demiyorum, çünkü ortada, işler haldeki bir ibadethanenin durup dururken müzeye çevrilmesi gibi bir durum yoktur. Müze yapmak olsa olsa o ibadethaneyi kapatmanın nitelikli ve rafine bir yöntemi sayılabilir. Oysa Ayasofya doğrudan müze yapılmamıştı.

Tartışmalıdır, çünkü…

Önce 7 Haziran 1931’de, “duvarındaki sıvaların altında kalan mozaiklerin ortaya çıkarılması amacıyla” bir restorasyona girmiş, daha sonra 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesinde, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kur’an, tekbir ve kamet okunmuş, 24 Kasım 1934’te ise tartışmalı bir bakanlar kurulu kararnamesiyle müzeye çevrilmişti. Tartışmalıdır, çünkü hem bu kararnamenin Resmî Gazete’de kaydına rastlanamamakta, hem de kararnamenin örneği olarak gösterilen ve devlet arşivlerinde yer alan belgedeki Atatürk’ün imzası diğer imzalarına benzememektedir.

Örneğin, imzasında her zaman “K. atatürk” şeklinde soyadının ilk harfini küçük “a” ile yazan Atatürk, nedense Ayasofya’nın müze yapılması kararında büyük “A” kullanmıştır. Bunun dışında imzada K harflerinin üst çıkıntısının kullanımında da diğer imzalarda rastlanmayan anormal bir uzunluk bulunmakta ve t, r, ü harflerinin tipografisinde de uyuşmazlıklar görülmektedir.

Belki bu çelişkiler, Gazi Mustafa Kemal’in ilginç bir tevafuk eseri 24 Kasım 1934’te, yani Ayasofya’nın kapatılması ile aynı gün Atatürk soyadını almış ve bir imza kararsızlığı yaşamış olması ile izah edilebilir. Yine bu belge doğruysa eğer, Gazi Mustafa Kemal’in Atatürk soyadlı yeni imzasını ilk kez kullandığı bakanlar kurulu kararının Ayasofya’nın ibadete kapatılması kararı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bizans oyunu restorasyon

Peki Cumhuriyetin kuruluşundan 1934 yılına kadar cami olarak hizmet veren Ayasofya’yı kapanmaya götüren “Bizans oyunu” restorasyon süreci nasıl başlamıştı? Evvela işin içinde bir grup Amerikalı ile karşılaşıyoruz. Arkeolog Thomas Whittemore öncülüğünde bir grup Amerikan vatandaşı, Batılı iş adamları ve zenginlerden mali destek alarak İstanbul’da Amerika Bizans Enstitüsü adlı bir kurum oluştururlar. Fetihten sonra kilise vasfını kaybeden Bizans eserleri başta olmak üzere, İstanbul’daki Bizans mirasını incelemeye başlayan Whittemore ve ekibi, dönemin ABD Büyükelçisi ve Atatürk’ün dostu Joseph Grew’den de özellikle bürokratik işlemler konusunda ciddi yardım görürler. Bizans Enstitüsü’nün amacı tahmin edileceği üzere salt bilimsel çalışma yapmak değildir. Ayasofya, Zeyrek ve Kariye camileri başta olmak üzere, eski Bizans mirasının “aslına döndürülmesi” için de Türkiye hükümeti nezdinde lobi çalışmaları yaparlar. Whittemore, Atatürk ile görüşüp Bizans sanatı ve mimarisi hakkında uzun sohbetler gerçekleştirir. Bir keresinde, Ayasofya Camii içindeki ikonografilerin ortaya çıkmaya başladığı günlerde, cemaatin tepki göstermesi üzerine Whittemore, İstanbul Mebusu ve Ressam Osman Hamdi Bey’in kardeşi Halil Ethem Bey ile birlikte Ayasofya Camiine gider. Gazetecileri de çağırırlar ve Halil Ethem Bey cemaate hitaben “İslam’da resmin haram olmadığını ve artık devrin Cumhuriyet devri” olduğunu ikaz eden bir konuşma yapar.

Allah’ın mülkü

Ancak tek engel bu değildir. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra Bizans kiliselerinden sadece beşini camiye çevirmiştir. Fakat bu yapıları gelir getiren birer vakıf çatısı altında toplayarak hem hayatiyetlerini teminat altına almış, hem de bir bakıma hukuki dokunulmazlıklarını sağlamıştır. Zira vakıf haline getirilen mülk, bir kişiye ait olmaktan çıkıp “Allah’ın mülkü” haline gelmekteydi. Belki bu nedenle, Lozan müzakerelerinde İngiliz heyetine başkanlık eden Lord Curzon’un Ayasofya hakkındaki temennisi tam olarak gerçekleşmedi. Curzon, 1918’de şöyle demişti: “İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve enternasyonel bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan Kilisesiydi, elbette gene eski durumuna getirilecektir.”

Ayasofya’daki ikonların ve mozaik desenlerin ortaya çıkarılması çalışması 15 yıldan fazla sürdü, ancak 1947’de tamamlanabildi. Tabii buradaki bir başka ayrıntı da Fatih Sultan Mehmed ve sonrasında gelen Osmanlı idarecilerinin Bizans devrinden kalma bu dini motiflere duydukları saygının bir sonucu olarak onları büsbütün ortadan kaldırmak yerine, sadece sıva ile üzerini kaplatmış olmalarındaki inceliktir. Fatih, bunun ötesinde başta Ayasofya olmak üzere, İstanbul’daki pek çok eserin muhafaza edilmesi için onları vakfiye haline getirerek bunlar hakkındaki bütün bilgileri ve yapılması gerekenleri en ince ayrıntısına kadar vakıf senedine işletmiştir.

Fatih’in ikazı

Mesela Ayasofya ile ilgili olarak imam, müezzin, kayyım, hizmetli, muvakkit, hafızlar ve Kur’an öğreticileri gibi yaklaşık 80 kişilik bir kadro tahsis etmiş ve bunların masraf bütçelerini akara bağlamıştır. Ayrıca Ayasofya, Fatih, Zeyrek camileri ile birlikte pek çok cami, medrese, şifahane ve imarethane için geçerli olan ikaz ve bedduası da vakfiye metninin sonunda yer almaktadır. Bu kısımda kısaca şöyle denilmektedir:

“Bütün bu şerh ve tayin eylediğim şeyler, tespit edilen şekilde ve vakfiyede yazılı haliyle vakıf olunmuştur; şartları değiştirilemez, kanunları tağyir edilemez, asılları maksatları dışında bir başka hale çevrilemez, tespit edilen kaideleri eksiltilemez. Vakfa herhangi bir şekilde müdahale Allah’ın diğer haramları gibi haramdır…

Ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun, melik olsun, vezir olsun, bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun, hâkim ve mütegallib (zalim ve diktatör) olsun, özellikle zalim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezaret ile vakıflara nazır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve vazifelerini ortadan kaldırmak asla helal değildir! Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse veya şer’i şerife aykırı olarak vakıfta tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeriata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey talep ederse, kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâp eylemiş olur.

Tapu senedi

Allah’ın meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve bilir.”

Bugün bazı kişiler, Fatih’in vakfiye ikazı ve bedduasını sadece Ayasofya ile ilgili olmadığı, onunla beraber pek çok eseri kapsadığı gerekçesiyle hafife alma eğilimindedir. Oysa Ayasofya fetih sonrası Fatih tarafından kılıç hakkı olarak camiye çevrilen beş eserden biridir ve vakıf haline getirilmiştir. Resmî kayıtlarda da 1936 tarihli tapu senedine göre, “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” olarak tanımlanmaktadır.

Nasıl ki, Ayasofya’nın müze yapılması dönemin şartları gereği siyasi bir karar ise onun yeniden cami haline getirilmesi de siyasi bir karar olacaktır. Buradan bir meşruiyet tartışması çıkmaz; hele ki bir itikadi tartışma çıkarmaya çalışmak hiç mümkün değildir, ancak art niyetle izah edilebilir. Gücünüz varsa eğer, cami olarak açılması için çabalarsınız ya da karşı görüşteyseniz bunu engellemeye çalışırsınız. Dolayısıyla Ayasofya’nın ibadete açılmasının siyasi ve uluslararası mahiyeti meşruiyet kavramı ile değil, güç dengesiyle ilgilidir. Elbette kapatma işlemi her ne kadar tartışmalı da olsa bir hukuki çerçeve dâhilinde yapıldıysa, açma işleminde de aynı hukuki yol takip edilecektir. Çünkü devletin kılıcı, hukuka göre iş görür.

Gâvura yaranma

Bugün Ayasofya’nın açılması tartışmasında tarafların konumuna bakarak kimin Türkiye’den, kimin hariçten beslendiğini tespit edebilirsiniz. “Gâvura yaranma” kompleksiyle hareket edenler ya da başka başkentler adına Türkiye’de iş görenler için Ayasofya’nın Fatih’in vakfiyesine uygun hale döndürülmesi bir kırmızı çizgidir, Türkiye’nin dış güdümlerden çıktığına işarettir.

Bizim için ise, Ayasofya her şeyden evvel, müjdelenmiş emir Fatih Sultan Mehmed ile onun askerlerinin kılıç hakkıdır. Dolayısıyla onu kapatmak veya yeniden açmak da kılıcınızın keskinliğiyle ilgili bir konudur.

Bu bakımdan o, insanlığın ortak malı veya bazı kesimlerin ortak sembolü değil, Osmanlının bakiyesi, fethin hediyesi, Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi bir camidir. Bir vakıf olarak da Türkiye topraklarındadır, bize emanettir ve Allah’ın mülküdür.

mmucahit@gmail.com