ABD dış politikasında 'Biden doktrini'

ABD dış politikasındaki demokrasi merkezli söylem çeşitli mecralarda “Biden Doktrini” olarak nitelendiriliyor. Buna göre ABD otoriter rejimlere karşı bir demokrasiler koalisyonunun temellerini atıyor. Ancak bu konudaki çoğu analiz yanıltıcı bir şekilde Biden yönetiminin dünyayı tarif ediş şekline dayanıyor.

AçıkGörüş

Bekir İlhan / Yazar

Biden göreve geldiği ilk yılda gerek COVID-19 pandemisinin aciliyeti gerekse de Trump merkezli iç politika meseleleri sebebiyle dış politikada vadettiği "Amerika geri döndü" sloganının altını pek dolduramamıştı. Ancak son dönemde uluslararası siyasetteki belli başlı konularda Biden yönetiminin tutumuna bakıldığında ABD'nin beklenenden daha sert bir geri dönüş yaptığı görülüyor. Bu meselelerin başında Rusya'nın başlattığı Ukrayna Savaşı ve Çin'in artan ekonomik gücünün getirdikleri sıralanabilir. Bu anlamda ABD, özellikle Asya Pasifik ve Doğu Avrupa bölgesindeki müttefiklerine güvenlik taahhütlerini hem sözlü hem de fiili olarak yineliyor. Tüm bu gelişmeler Biden dönemi ABD dış politikasını anlamlandırma tartışmalarını da beraberinde getiriyor.

Yeni rekabet dinamiği

Biden yönetimi, yayınladığı 2022 Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde dünya siyasetindeki yeni rekabet dinamiğini demokrasilerle otoriter rejimlerin mücadelesi olarak görüyor. Çin ve Rusya'yı ise doğal olarak en güçlü otoriter devletler olarak işaret ediyor. Trump yönetiminin 2017 yılında yayınladığı belgede de bu durum daha çıplak bir şekilde "büyük güç rekabetinin geri dönüşü" şeklinde ifade ediliyordu. Her ne kadar söylemde farklılıklar olsa da son dönemde ABD'nin başta büyük güçler olmak üzere geleneksel devlet aktörlerini merkeze aldığı bir dönemde olduğumuz söylenebilir. Biden yönetimi ise yaklaşımını biraz da iç politikayla da bağlantılı olarak demokrasi söylemi üzerinden kuruyor.

ABD dış politikasındaki bu demokrasi merkezli söylem çeşitli mecralarda "Biden Doktrini" olarak nitelendiriliyor. Buna göre ABD otoriter rejimlere karşı bir demokrasiler koalisyonunun temellerini atıyor. Ancak bu konudaki çoğu analiz yanıltıcı bir şekilde Biden yönetiminin dünyayı tarif ediş şekline dayanıyor. Diğer bir ifadeyle, ABD'nin dünyayı ve çevresini nasıl gördüğüne odaklanıyor. Tarif edilen genel duruma veya gerçekleşmesi muhtemel spesifik olaylara karşı ABD'nin nasıl cevap vereceğine dair pek bir şey söylemiyor. Bu açıdan bakıldığında Biden Doktrini olarak öne sürülen bu yaklaşım aslında bir doktrin görüntüsünden uzak duruyor.

Dış politika doktrinleri ortaya somut bir koşul, o koşulun ortaya çıkması durumunda nasıl davranılacağının sınırlarını ve yöntemini çizer. Bu açıdan dış politika doktrini bir devletin savaş ve barış dönemindeki genel davranış kalıbını ifade eden grand strateji kavramından da ayrışır. Doktrinler görece dar kapsamı olan resmi olmasa da bağlayıcı taahhütlerdir. Örneğin Carter Doktrini "Basra Körfezi'ni tek bir güç kontrol ederse ABD müdahil olur" şeklinde özetlenebilirdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri çoğu Amerikan başkanının adıyla anılan bir doktrini vardır. Ancak bunların çok azı burada belirtilen nitelikte bir doktrini ifade eder. Birçoğu geniş olarak tanımlanmış ve çok büyük bağlayıcılıkları olmayan dış politika önceliklerine dair beyanlar olarak göze çarpar. Batı basınında yer alan "Biden Doktrini" yorumları da şimdilik bundan muzdarip.

Son bir yılda ortaya çıkan özellik

Ancak bu durum Biden'ın şu ana kadar sergilediği ve ilerisi için sinyallerini verdiği bir dış politika tarzının olmadığı anlamına gelmez. Bilakis Biden yönetiminin performansına baktığımızda son bir yılda bir özelliğin ortaya çıktığı bile söylenebilir. Buna göre ABD'nin, stratejik olarak önemli saydığı bölgelerdeki askeri ve politik etkisi için basamak olarak gördüğü küçük devletleri güçlü komşusuna karşı savunmayı vadeden bir anlayışı ön plana çıkardığı söylenebilir.

ABD'nin söylem olarak demokrasi ve otoriteryanizm karşıtlığı üzerinden kurduğu bu anlayış Rusya'nın Ukrayna'da, Çin'in de Tayvan'da frenlenip sınırlandırılmasını öngörüyor. Aynı zamanda bu yaklaşım revizyonizmin ağır sonuçları olacağı konusunda diğer devletlere yönelik bir tür sinyal niteliğinde.

ABD kendi kurduğu düzenin büyük veya küçük çaplı revizyona uğratılamayacağını vurgulayıp eylemleriyle de bunun altını dolduruyor. Dolayısıyla bir Biden Doktrini aranacaksa ABD'nin son dönemdeki bu eylemlerinde aranmalıdır.

Bu tarz bir yaklaşım aslında Amerikan grand strateji portföyüne bakıldığında yeni bir şey değil. Seçici angajman (selective engagement) diye bilinen stratejik yaklaşımın altında değerlendirilebilir. Bu strateji tüm bölgelere aktif olarak müdahale etmek yerine önceden belirlenen gerekli bölgelere ABD'nin politik ve askeri angajmanını ifade eder. Örneğin Biden yönetiminin bir yandan artık çok önemli görülmeyen Afganistan'dan çekilirken diğer taraftan Ukrayna krizine aktif olarak müdahil olması bu yaklaşıma denk düştüğü söylenebilir.

Biden göreve geldiğinde birçokları dış politikasının Obama dönemini andıracağı kanısındaydı. Hakeza Biden, dış politika ekibinde de Obama dönemi bürokrasisinde çeşitli kademelerde görev almış isimlere yer vermişti. Ancak gelinen noktada ABD, ne Obama döneminde olduğu gibi krizleri uluslararası kurum ve koalisyonların nezdinde ele alıyor ne de Trump döneminde olduğu gibi gösterişçi hamleler yapıyor. Gerek Rusya'ya gerekse de Çin'e karşı oldukça hırslı ve iddialı bir politika izliyor. Ukrayna'ya şu ana kadar 19 milyar dolarlık askeri yardım yapıldı. Çin'in ise teknoloji ve sanayii altyapısını hedef alan ihracat kısıtlamaları getirildi. Tayvan meselesinde de statükonun değiştirilemeyeceği çeşitli fırsatlarla vurgulandı.

Biden'ın da her Amerikan başkanı gibi dış politikada kendi yaklaşımını yansıtmak istemesi sürpriz değil. Ancak Biden da kendinden önce görev alan Soğuk Savaş sonrası başkanlar gibi ABD'nin uluslararası konumunun sağladığı avantajlar altında hareket ediyor. Amerikan dış politikasını açıklama iddiasındaki her yaklaşım öncelikle ABD'nin bu uluslararası konumunu hesaba katmalı.

ABD dış politikasının sistemik kökenleri

ABD'nin uluslararası sistemdeki konumu en yakın rakipleri arasındaki güç farkına bakılarak anlaşılabilir. Buna göre ABD, Rusya ve Çin gibi aktörlere kıyaslandığında hala küresel güç projeksiyonu yapabilen tek süper güç olmaya devam etmektedir. Avrasya ana karası veya Asya Pasifik bölgesinde hegemonya kurup Batı yarım kürede ABD'yi rahatsız edebilecek bir gücün yokluğu ABD'ye çok büyük bir hareket serbestisi sağlamaktadır.

Batılı uluslararası ilişkiler çevrelerinde ABD'nin Çin'i dengelemek için uzun vadede Rusya'yı yanına alması gerektiği fikri uzun yıllardır işleniyordu. Buna göre ABD, Çin'i tek başına dengeleyemeyeceği için Rusya gibi bir güce ihtiyaç duyacaktı. Rusya da zayıfladığı için ve yükselen Çin'den de bir tehdit hissedeceği için ABD'nin uzatacağı ele sıcak bakacaktı. Ancak gelinen noktada ABD'nin aynı anda hem Rusya'ya hem de Çin'e yönelik bir çifte sınırlandırma stratejisi (dual containment) sürdürebilecek güçte olduğu görülüyor. Yani güç dağılımına bakıldığında ABD her iki gücü de aynı anda dengeleyebilecek kapasitede. Dahası bu iki güç ABD'nin kendi arka bahçelerine müdahil olmasını da henüz caydıramıyor. Bu açıdan bakıldığında ABD'nin bu iki ülkeye yönelik iddialı hamlelerde bulunması şaşırtıcı değil.

ABD'nin geri dönüşü ve Türk Dış Politikası

ABD'nin dünya siyasetinde daha aktif bir role bürünmesi Türkiye'nin karşılaştığı dış politika meselelerini de etkileyeceği ortada. Bu durum Türk-Amerikan ilişkilerinin krizlerle geçen son yılları da dikkate alındığında daha da önem arz ediyor.

Türk dış politikasında son dönemdeki en büyük risklerinden biri Rusya'nın aşırı dengelenmesi (overbalancing) sorunuydu. Her ne kadar Batı basınında Türkiye'nin Rusya'ya yaklaştığı yönünde kampanyalar yapılmış olsa da Türkiye Libya, Suriye, Kafkaslar gibi bölgelerde Rusya'yı karşısına çıkan en önemli aktör konumundaydı. Türkiye, Rusya'yı dengeleme maliyetini üstlenirken Batılı müttefiklerinden gerçekçi bir destek görmedi. Rusya'nın Ukrayna'da savaşa girerek tekrar Batı'nın bir problemi haline gelmesi Türkiye'nin elini bu konuda rahatlatmış oldu.

Rusya'nın Ukrayna'daki durumu göz önüne alındığında Türkiye diğer önemli meselelerine dikkat ve kaynak ayırma fırsatına sahip. Bu noktada en öncelikli meselelerden biri Yunanistan ile yaşanan sorunlar olarak görülüyor. Biden yönetimin yukarıda bahsedilen yaklaşımı dikkate alındığında Türk dış politikasının önümüzdeki süreçteki en büyük risklerden biri Yunanistan'ın "Tayvanlaştırılması" olarak ifade edilebilir. Son dönemde Yunanistan'ın da tıpkı Rusya karşısında Ukrayna ve Çin karşısında Tayvan gibi Türkiye'nin baskısı altında olduğuna yönelik imalar mevcut. Bu söylem Yunanistan tarafından resmi ağızlardan da dile getirilmeye başlandı. Yunan dışişleri bakanı Ukrayna gibi Yunanistan'ın da "saldırgan bir Doğu komşusuna" sahip olduğunu iddia etti.

Ancak bu ima ve söylemler Türkiye ve Yunanistan arasındaki son dönemdeki yeni güç dengesinin bir anlamda gayriihtiyari ilanı. Çünkü Yunanistan en azından önceleri kendini Türkiye'nin karşısında denk bir aktör olarak konumlandırıyordu. Batı'ya Türkiye kadar değerli bir müttefik olduğunu gösterme çabasındaydı. Şu dönemde Ukrayna ve Tayvan'a referans verilmesi Yunanistan'ın bunun Batı kamuoyunda kolay satabileceği bir imaj olduğuna dair inancından kaynaklanıyor. Bu aynı zamanda ABD'nin silah satışı ve üs kurma politikalarına lobicilik faaliyetleriyle etki etme çabalarına hizmet eder. Yunanistan'ın uzun dönemli olarak bu yaklaşımının ABD nezdindeki yankıları ve bunun Türk dış politikasına getireceği riskler dikkatle takip edilip değerlendirilmelidir.