'Arap Dörtlüsü' Libya'da da şaşırtmadı! İşte Türkiye karşıtlığının perde arkası...

Mısır’daki askeri yönetimin gücünü içeride konsolide etmesiyle Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den müteşekkil bölgesel bir blok kuruldu. “Arap Dörtlüsü” şeklinde tanımlanan bu gruplaşmanın en temel amacı; içeride iç ve dış tehlikeler karşısında kendi otoriter rejimlerinin gücünü tahkim etmektir. Suudi Arabistan’ın bölgede Türkiye karşıtı bloka kayması, bu stratejik hedeften kaynaklanıyor.Suudi Arabistan, bu yılın başından itibaren Libya iç savaşına yönelik pozisyonunu açık bir şekilde Ankara karşıtlığı üzerine belirledi.

Son on yılda Orta Doğu, bölgesel güç ilişkilerinde köklü bir değişimi beraberinde getiren istikrarsız bir sürece tanıklık etti. Bu sürecin bölgesel ölçekte yaşanmasında iki temel değişim dinamiği etkili oldu. İlki, ABD’nin bölgeye yönelik askeri angajmanını yeniden yapılandırarak bölgesel güvenlik ve istikrarın teminine dair sorumluluk almaktan mümkün mertebe kaçınması; ikincisi ise bölgesel değişim ve dönüşüme yol açan rejim karşıtı ayaklanmalar.

Bu iki değişim dinamiğinin eş zamanlı olarak etkisini göstermesi, Orta Doğu’da bölgesel aktörlerin güvenlik tehdidi algıları ile dış politika hedef ve önceliklerini yeniden biçimlendirdi. Bölgenin temel aktörleri arasında rekabet, çatışma ve geçişken/değişken ittifaklar “normal” bir ilişki biçimine dönüşürken, bölgenin zayıf devletleri ise bu temel aktörler arasındaki güç mücadelesinin şiddetli bir şekilde yaşandığı sahalara dönüştüler. Beliren yeni koşullar altında tıpkı Suriye, Yemen, Irak’ta gözlendiği üzere, Libya da bölgesel aktörlerin müdahil olduğu bir iç savaşa sürüklendi. Böylece Libya, 2011-2014 döneminde rejim yanlıları ile rejim karşıtları arasında yaşanan çatışmalara sahne olurken, 2014-2019 döneminde ise Trablus (Ulusal Mutabakat Hükümeti) ve Tobruk (Temsilciler Meclisi) olmak üzere başlıca iki rakip muhalif grup arasında devam eden bir iç savaşa dönüştü. İç savaşın ikinci aşamasında, bölgeden Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın siyasi, askeri ve ekonomik desteğini arkasına alan General Hafter öncülüğündeki blok, uluslararası toplum tarafından tanınan Trablus merkezli meşru hükümeti, önce darbe girişimi ve ardından silahlı saldırılarla alaşağı ederek ülkede yeniden otoriter askeri yönetimi tesis etmeye çalışmakta.

S. Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den müteşekkil ve “Arap Dörtlüsü” olarak tanımlanan bölgesel bloğun temel amacı; içeride kendi otoriter rejimlerinin gücünü tahkim etmek, dışarıda ise Arap ülkelerinde yaşanan devrimleri "günün şartlarına uygun otoriter yönetimler" tesis ederek kontrol altına almak.

SUUDİ ARABİSTAN’IN LİBYA POLİTİKASININ SİYASİ ZEMİNİ

2019 yılına kadar meşru hükümet karşıtı gruplara verilen destek hususunda Mısır ve BAE’ye kıyasla geri planda kalan Suudi Arabistan, bu yılın başından itibaren Libya iç savaşına yönelik pozisyonunu açık bir şekilde Trablus ve Ankara karşıtlığı üzerine belirleyip aktif faaliyet yürütmeye başladı. Suudi yönetiminin Libya politikası, rejim güvenliği ve bölgesel güç rekabeti olmak üzere iki sütun üzerine inşa edildi. 2009-2019 döneminde Riyad yönetimi, Arap ayaklanmaları nedeniyle siyasi dönüşüm dalgasına maruz kalmasının yanı sıra müttefiki ABD’nin kendisine sağladığı güvenlik taahhütlerinden de mahrum kaldı. Bu iki değişim dinamiği ulusal ölçekte Suudi hanedanının doğrudan kontrol ettiği rejimin güvenliğini tehlikeye atarken, bölgesel ölçekte rakipleri İran ve Türkiye karşısında bölgesel nüfuzunu zayıflatmaktaydı. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın Libya’da yaşanan gelişmelere yönelik temel yaklaşımını, son on yılda yoğunluk kazanan ulusal ve bölgesel güç mücadelesinin bir yansıması şeklinde değerlendirmek mümkün.

Suudi Arabistan’ın Libya’da sergilediği tutum, onun aynı dönemde bölgesel gelişmelere ilişkin benimsediği tavırla bir bütünlük ve süreklilik içermekte. Her şeyden önce, Arap ayaklanmaları nedeniyle bölgede otoriter rejimlerde meydana gelen siyasi dönüşüm, ülke yönetimini elinde tutan Suudi hanedanı tarafından yakın bir güvenlik tehdidi şeklinde görülmekteydi. Ayaklanmaların başarıya ulaşması neticesinde Suudi Arabistan’da da benzer bir sürecin yaşanma ihtimali Riyad yönetimini ciddi şekilde kaygılandırıyordu. Öte yandan, halk hareketlerinin ardından yaşanan siyasi değişim ve dönüşümler neticesinde iktidara gelen yeni hükümetlerin Suudi Arabistan’ın bölgesel rakipleriyle yakın iş birliği içerisine girme eğilimi, Riyad yönetiminin bölgesel etkinliğini kısıtlamakta ve onu bölgesel yalnızlığa itmekteydi. Bu yeni bölgesel denklemi daha çetrefilli hale sokan ise Suudi Arabistan’ın, geleneksel müttefiki ABD tarafından yalnız bırakılmasıydı. Bu iki tehdidin üstesinden gelmek amacıyla Riyad yönetimi, Arap ülkelerindeki ayaklanmaların başarıya ulaşmasını engelleme, bu yapılamadığı takdirde siyasi dönüşümü kendine yakın gruplar aracılığıyla kontrol altına alma yönünde bir stratejiyi benimsedi. Fakat Riyad, belirlenen bu stratejisinin hayata geçirilebilmesi ve başarılı olabilmesi için kendisiyle birlikte hareket edecek bölgesel müttefiklere ihtiyaç duyuyordu. 2011-2014 döneminde bu stratejiyi uygulama aşamasında nispeten yalnız kalan Suudi Arabistan, Temmuz 2013’te Mısır’da gerçekleştirilen askeri darbe ve ardından 2014’te Abdülfettah es-Sisi’nin cumhurbaşkanı olmasıyla bu yalnızlığından kurtuldu.

TÜRKİYE KARŞITLIĞININ ARKA PLANI

Mısır’daki askeri yönetimin gücünü içeride konsolide etmesiyle Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn’den müteşekkil bölgesel bir blok kuruldu. “Arap Dörtlüsü” şeklinde tanımlanan bu gruplaşmanın en temel amacı; içeride iç ve dış tehlikeler karşısında kendi otoriter rejimlerinin gücünü tahkim etmek, dışarıda ise Arap ülkelerinde yaşanan devrimleri "günün şartlarına uygun otoriter yönetimler" tesis ederek kontrol altına almaktı. Suudi Arabistan’ın bölgede Türkiye karşıtı bloka kayması, bu stratejik hedeften kaynaklanıyor. Arap ayaklanmaları sürecinde halkın yanında yer alan Türkiye; Mısır, Tunus ve Libya’da siyasi değişim sonucu iktidara gelen yeni yönetimlerle güçlü siyasi, ekonomik ve askeri işbirliği bağları kurmuş bulunmaktaydı. 2014-2019 döneminde “Arap Dörtlüsünün” yukarıda bahsedilen stratejik hedefe ulaşmaya yönelik bölgesel faaliyetleri, Türkiye’nin stratejik kazanımlarını tersine çevirmeye dönük bir politikaya dönüştü. Ancak, Maşrık bölgesinde Irak ve Suriye’de gerçekleşen güç mücadelesinde İran karşıtlığı üzerinden Türkiye’ye ihtiyaç duyan Suudi Arabistan, 2017 yılına kadar Türkiye’yi doğrudan karşısına almayıp, Mağrip bölgesinde Tunus ve Libya’daki faaliyetlerini örtülü bir şekilde hayata geçirmekteydi.

“Arap Dörtlüsünün” ilk icraatı özellikle Mısır, Libya ve Tunus’ta Türkiye ile ortak hareket eden Katar’ı yalnızlığa iterek cezalandırmak oldu. Bu amaçla Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn, Mart 2014’te büyükelçilerini Doha’dan geri çekme kararı aldılar. “Arap Dörtlüsünün”, Katar’ı Arap dünyasında yalnızlığa iterek dış politikasına yön tayin etme hamlesi, Mağrip’te Türkiye’nin elini zayıflatma girişiminden ibaretti. Bunun ardından “Arap Dörtlüsü”, Haziran 2017’de aldığı ani bir kararla Katar’la tüm diplomatik ilişkilerini sonlandırdı ve Katar’a abluka uygulamaya başladı. Ablukanın sonlandırılması karşılığında Katar’a dayatılan 13 maddelik “talep listesi” içerisinde Türkiye’nin Katar’daki askeri varlığının sonlandırılması şartının da yer alması, bu ülkelerin Türkiye karşıtlığında birleştiklerinin en somut göstergesi oldu. Daha sonra, Ekim 2018’de Türkiye’nin egemenlik hakları hiçe sayılarak Suudi Arabistan’ın İstanbul’daki başkonsolosluğunda Suudi vatandaşı Cemal Kaşıkçı vahşice katledildi. Her ne kadar Suudi konsolosluğunda işlenmiş olsa da Kaşıkçı cinayeti de “Arap Dörtlüsünün” Türkiye’yi bölgede sınırlandırma ve ona gözdağı verme çabasının bir parçasıydı. Aynı şekilde dörtlü blok, Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PKK/YPG’nin varlığını sonlandırmak ve Suriyeli mültecilere güvenli bölge inşa etmek amacıyla Ekim 2019’da Türkiye’nin yürüttüğü Barış Pınarı Harekâtına karşı da açık tavır sergiledi. Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn, bireysel olarak Türkiye’nin başlattığı harekâtı kınamakla kalmadılar, Arap Birliği’ni acil toplantıya çağırarak örgüt bünyesinden kınama çıkardılar.

“Arap Dörtlüsünün” Libya ve diğer bölgesel krizlerde açık bir şekilde Türkiye karşıtı faaliyetler yürütmesinde BAE özgül bir ağırlığa sahip. İleri düzeydeki finansal harcamaları sayesinde BAE, ulusal güç kapasitesinin ötesinde bir nüfuz oluşturup, bu blok içinde saf tutan diğer ülkeleri de yönlendiriyor.

TÜRKİYE KARŞITI POLİTİKALARDA BAE'NİN AĞIRLIĞI

Ancak bu süreçte, “Arap Dörtlüsünün” Libya ve diğer bölgesel krizlerde açık bir şekilde Türkiye karşıtı faaliyetler yürütmesinde BAE’nin özgül ağırlığa sahip olduğunu kaydetmek gerekiyor. İleri düzeydeki finansal harcamaları sayesinde BAE’nin kendi ulusal güç kapasitesinin ötesinde bir nüfuz oluşturup, bu blok içinde saf tutan diğer ülkeleri dahi yönlendirdiği bilinen bir gerçek. Libya’da Türkiye karşıtı yerel grupların koordine edilmesi ve sahada ilerleme kaydetmelerinde BAE’nin mali ve askeri desteği kilit rol oynamaktadır. BAE, Libya’da kendine yakın gruplara askeri destek hususunda yalnızca silah, mühimmat ve teçhizat temin etmemekte, aynı zamanda Mısır ve Libya’daki askeri üsleri kullanarak kritik dönemlerde doğrudan hava harekatları düzenleyerek, sahadaki güç dengesini Türkiye’nin arkasında bulunduğu Trablus hükümeti aleyhine çevirebilmektedir.

Öte yandan Suudi Arabistan, “Arap Dörtlüsüyle” ortak hareket etmek suretiyle 2019 yılı başından itibaren uluslararası tanınırlığı bulunmayan Libya Ulusal Ordusu’nun meşru hükümetin bulunduğu başkent Trablus’u ele geçirme girişimine açık destek vermeye başladı. Mart 2019’da Riyad’ı ziyaret edip Kral Selman’la görüşme gerçekleştiren General Hafter, Suudi yönetiminin kendisine yönelik mali, askeri ve diplomatik desteğini artırması için talepte bulundu. General Hafter’in Riyad’ı ilk defa ziyaret ediyor olması ve bu ziyarette Kral Selman’dan mali yardım sözü alması, Riyad yönetiminin Libya politikasının yeni bir boyut kazındığına işaret ediyordu. Nisan 2019’da General Hafter’in Trablus’u ele geçirmek amacıyla yoğun askeri saldırı başlatması, ziyaretin önemini ortaya koymaktaydı. “Arap Dörtlüsünden” aldığı mali ve askeri destek sayesinde hakimiyet alanını giderek genişleten General Hafter karşısında Trablus’taki meşru hükümetin ayakta kalabilmesi için Türkiye askeri angajmanını artırmak zorunda kaldı.

Kasım ayında Başbakan Serrac’ın Türkiye’yi ziyaretinde Ankara ile Trablus arasında Güvenlik ve Askeri İşbirliği ile Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması alanında olmak üzere son derece önemli iki anlaşma imzalandı. Güvenlik ve Askeri İşbirliği anlaşması uyarınca Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) askeri destek talebine yanıt olarak 2 Ocak 2020’de bir yıl süreyle Türk askerinin Libya’ya gönderilmesini öngören tezkere mecliste kabul edildi. Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi gündeme gelir gelmez “Arap Dörtlüsü” bir kez daha Türkiye karşıtı tavır takınmaya başladı. Libya gündemiyle olağanüstü toplantı gerçekleştiren Arap Birliği, “Arap Dörtlüsünün” çabaları neticesinde Libya’ya dışarıdan müdahalenin reddedildiğini vurgulayan bir karar aldı. Aynı toplantıda, bu dört ülke tarafından Libya’nın meşru temsilcisi olarak Trablus hükümetinin Arap Birliği’ndeki siyasi temsilinin sonlandırılmasına ilişkin faaliyetler dahi yürütüldü. Türkiye’nin Libya’ya asker konuşlandırması konusunda Suudi yönetimi tarafından yayımlanan kınama açıklamasında, Türkiye’nin “Arap ülkelerinin içişlerine karıştığı ve bölgesel güvenliği tehdit ettiği” ileri sürülmektedir. Riyad bu şekilde davranarak, “Arap Dörtlüsünün” Libya’nın içişlerine müdahil olmak suretiyle sebep olduğu çatışma ve istikrarsızlığın kaynağı olarak Türkiye’yi göstermeye çalışmaktadır.

Sonuç olarak, son birkaç ay içerisinde Türkiye’nin Libya’da askeri angajmanını artırması ve sahada meşru hükümet aleyhine dönmüş olan güç dengesini restore etmeye dönük girişimi, Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu dörtlü Arap blokunun bu ülkede belirlediği temel stratejik hedefin elde edilmesi sürecinde karşıt bir ağırlık oluşturdu. Bu nedenle, söz konusu devletler grubunun Libya ve diğer bölgesel meselelerde Türkiye karşıtlığını daha da ileri bir düzeye taşıyıp, Ankara’nın “Arap ülkelerinin içişlerine karıştığı ve bölgesel güvenliği tehdit ettiği” düzlemine oturtulan kara propagandaya ağırlık vereceği öngörülüyor. Türkiye buna hazırlıklı olmalı. Bu kara propagandanın başarıya ulaşmasını engellemenin yolu, bölgesel ve küresel ölçekte diplomasiyi etkin bir şekilde işletmekten geçmektedir.

[Dr. İsmail Akdoğan çalışmalarını Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nde sürdürmektedir]

(AA)