Zulme karşı durmak Türkiye'nin kaderi

Gözümüzün önünde bir çağ yangını devam ediyor. 100 yıl önce Osmanlı Devleti'ni parçalamak için güç birliği yapan dünya devletleri, haftalardır ecdad toprağı Filistin'de, Gazze'de asrın en büyük soykırımına imza atıyor. Yaşananları, Türkiye'nin kaderini, Cumhuriyet'in 100. yılında nasıl bir noktaya geldiğimizi şair ve düşünce adamı Celal Fedai ile konuştuk.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Türk milleti 100 yıl önce bir ateş çemberinden çıktı ve cumhuriyet kuruldu. 100 yıl sonra yine bir ateş çemberinin ortasındayız. Nasıl değerlendiriyorsunuz olup biteni?

Bu hep böyle devam edecek bence. 100 sene, 50 sene sonra da konuştuğumuz meseleler aynı meseleler olacak aşağı yukarı. Çünkü 1877'lerdeki Osmanlı-Rus Savaşı Kırım'da ve Ukrayna bölgesinde oldu. O savaş için modern Avrupa fikrinin doğduğu savaştır derler. Çünkü orada İngilizler ve Fransızların Rusları engellemek için yaptıkları hamle aslında Avrupa Birliği'nin temelini tâ o vakitte atmış oluyor. Bugün de Avrupa Birliği aynı hamleyi 170 yıl sonra Rusya'ya karşı Ukrayna'da refleks olarak gösteriyor. Ruslar da aynı hamleyi Avrupa'ya yapıyor. Şu an Gazze'deki hadise Rusların İranlılarla birlikte Ukrayna'daki hadiseye karşı ABD ve AB'ye Gazze'de gösterdiği bir aksiyon. O aksiyonun boyutlarını biz Hamas'ın evvelki hamleleriyle karşılaştırarak okursak yanlışa düşeriz. Bu başka bir aksiyon biçimi. Ama bu aksiyon biçiminden İsrail yıllardır beklediği fırsatı iyice ele geçirdi. İsrail zaten bunu yapıyordu, aynı katliam on yıllardır devam ediyor. Biz Türkiye'de 100 yıl evvel bir Milli Mücadele'den çıktık, yeni bir devlet kurduk. 29 Ekim'de 100. Yılını kutladık. Bizim için büyük bir şeref bu. Ama bu mücadelelerin içinden hep geçeceğiz. Eğer gençlerimiz ya da bizler şu topraklarda bir rahat yüzü göremeyeceğiz diyorsak burada rahat algımızı bir sorgulamamız lâzım.

Şu anki nesil hedonist hâle getirildiği için mi hep rahatının bozulması cephesinden bakıyor işe. Burası rahat edilecek bir yer değil mi?

Birçok bakımdan değil. Dünyanın en bereketli toprakları. İbni Batuta Anadolu'ya geldiği zaman diyor ki gezdiğim bütün memleketlerin iklimlerinin tamamı burada, her şey burada var. Dünyanın özeti. Anadolu'daki o muazzam sıcaklığı görüyor. Anadolu'da siyasi birlik yok o vakitler ama Ahiler'in kurduğu muazzam bir birlik var. Bin yıl evvel bu topraklarda bu toplumsal dokuyu siyasi birliğimiz yokken dahi bir şekilde kurmuşuz ve başımızın çaresine bakmışız. Milli Mücadele'yi verdiğimiz zamanları hatırlayalım. Pek çok dezavantaja sahibiz ama bunu zaferle sonuçlandırmayı bildik. Bir kesim Türkiye'de Alpler fantezisi yaşamak istiyor. Türkiye'yi İsviçre zannediyor.

Kişisel konforun en üst düzeyde olduğu bir hayat beklentisi var.

Ama bu coğrafyada bu mümkün değil. Bunların bakış açısı hatasının bir benzerine de tarihte yaşayanlar düşüyorlar. Siz tarihi ve geleneği kendinize ağır bir anlam yükü haline getirirseniz sürekli tarihe atıflarla yaşarsanız bu ağır anlam yükü haline gelip sırtınıza biner ve o zaman yaratıcılığınız baskılanır. Öbürleri de tarihi hiç üstlenmek istemiyorlar. Türkiye'de bu iki kesim arasında kaynaşmayı yüz yıldır sağlayamadık.

100 yıllık Cumhuriyet geçmişten gelen mirası doğru değerlendirebildi mi?

Bana kalırsa değerlendirildi. Bunu değerlendirmek için aslında 100 yıl az bir zaman dilimi.

Toplumun bütünü değerlendirememiş olabilir ama kat ettiğimiz mesafe yüz senede her şeye rağmen bence muazzam. Çünkü türlü badirelere rağmen bu noktadayız. 1960'ta bir askeri darbe yaşadık; bir başbakan ve iki bakanımızı idam ettik. Bu bize uygulanan bir şok doktrini idi. ABD'li gazeteci Naomi Klein buna 'şok doktrini' diyor. Bu önemli bir adlandırma. 1970'de biz bir şok doktrinine daha maruz kaldık. 1980'de yine maruz kaldık. 28 Şubat dönemi çok uzun bir şok doktrini idi. En sonunda 2016'da bir 15 Temmuz gecesi bir şok doktrinine daha maruz kaldık. Türkiye elli yılda tam 5 defa bunu yaşadı. Bu, bütün enerjisinin sömürülmesi demek. Şoka uğrayan milletler, insanlar bir süre kendilerine gelemezler. 100 yıl evvelki mücadelemizi de sayacak olursak 10, 20 yılda bir boyuna şok yaşıyoruz. Zaten petrolü olmayan bir ülkeyiz. Türkiye buna rağmen 100 yılda fevkalade bir mesafe kaydetti. Burada da Toynbee'nin 1920'lerin ortasındaki öngörüsü gerçekleşti. Avrupa ve Türkler diye bir kitap kaleme aldı 1925'lerde. Kitabın girişinde dedi ki "Bu kurulan Cumhuriyet bir kere şunu tespit edelim Avrupa'nın bir başarısı. Osmanlı'yı paramparça ettik yeni bir cumhuriyet kuruldu. Bizim istediğimiz gibi kuruldu. Fakat Cumhuriyet'i kuranlar Osmanlı paşaları. Bunlar deri değiştiren bir yılan gibi. Bunların ne zaman deri değiştirip canlanıp eskiye döneceklerini, eskiyi yaşanan zamanda yenileyeceklerini bilemeyiz." Nitekim bu oldu. Türkiye Cumhuriyeti 100. yılında Selçuklu'dan Osmanlı'ya aktarılan tarihi kaderine dönme aksiyonunu gerçekleştiriyor.

Nedir peki Türkiye'nin Kaderi? Tarih bize nasıl bir misyon biçiyor?

Bugün için söylersek zulüm dünyanın neresinde olursa olsun Türkiye'nin bu zulmün engellenmesi için sorumluluk alması. Bu bugünün gençleri için bence böyle ifade edilmeli. Çünkü bugünün gençleri İ'lâ'yi Kelimetullah'tan ve daha başka anlamlardan daha başka yerlere gidebiliyor. Belki milliyetçi, muhafazakar, dindarlar için İ'lâ'yı Kelimetullah bir anlam ifade edebilir. Ama laik ve sekülerleşmiş hele de hedonistleşmiş gençler için bunlar bir şey ifade etmiyor. Ama biz Avrupa'nın insan hakları, hümanizm dediği şeyi savunan yegâne millet ve devletiz. Avrupa'nın insan hakları, hümanizm diyerek elde ettiği düşünsel ve ahlaki üstünlük şu an Türkiye'ye geçmiş durumda. Çünkü Türkiye bir zulüm Yeni Zelanda'da da olsa Doğu Türkistan'da da olsa ona gücü yettiği kadar karşı çıkıyor.

Ancak Türkiye'nin yeniden dünyada zulmü engelleyecek güce kavuşması biraz zaman alacak. Biz çok aceleciyiz. Çabucak bunun olmasını istiyoruz. Oysa bunun için kuşaklar gerekecek. 100 yıl evvel sohbet ettiğimiz bu şehir işgal altındaydı. Biz bundan sıyrılmayı başardıktan sonra neler yaptık. Mühendislik alanında, tıp alanında yaptığımız atılımlara bakalım, en zeki insanlarımızı bu alanlara yönlendirdik. Türkiye Cumhuriyeti bugün onun için çalışan Türkiye'nin tarihin içinden getirdiği misyonunu üstlenen insanlar tarafından büyütülüyor, geliştiriliyor. Nitekim Cumhuriyet tarihimizdeki mühendislik devrimlerimizi gerçekleştiren insanlar Vecihi Hürkuş'tan Selçuk Bayraktar'a bir hattı çizelim. Bu adamlar Cumhuriyet'in gerçek sahibidir. Selçuk Bayraktar'ın gerçekleştirdiği büyük aksiyon Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 'İstikbal Göklerdedir' sözünün vücut bulmuş hâli. Kendi tembelliklerini, mızmızlıklarını, hedonistliklerini Cumhuriyetmiş gibi anlatıyorlar. Bu kadar tembel ve hiçbir şey yapmayan insanlar kurulmuş bir cumhuriyeti, devleti sahiplenip kendi tembelliklerini onunla maskelesinler.

Türkiye'de nerede hedonist var diyor ki Türkiye Cumhuriyeti benim anladığım gibi. Hayır, sen bir vehim içindesin. Senin anladığın gibi olursa Türkiye kısa sürede işgale uğrar, perişan olur gider. Bizim sosyal bilimcilerimiz şikâyet üretmekten başka bir şey yapmıyor. Oysa artık bir Türkiye fütürizminden bahsetmeli sosyal bilimcilerimiz. Türkiye'nin geleceğinin son derece açık ve parlak olduğundan bahsetmeli, bu böyle değilse bile böyle bahsetmeli. Ki ben bunun böyle olduğuna inanarak bahsedenlerdenim.

Gazze'deki soykırımı nasıl engelleyebilir Türkiye?

Kötülüğün kökünü kurutamayız. Cenab-ı Allah zaten kötülükler bir imtihan dünyası kurmuş. Ama kötülüğün karşılığında ne yaptığımız önemli. Kötünün zulmüne dünyanın her yerinde karşı durmayacak mıyız? Türkiye Cumhuriyeti bu reflekse sahip bir milletin devleti olarak kuruldu. Bu devleti kuran Mustafa Kemal de bu reflekse sahipti Kazım Karabekir de Fevzi Çakmak da sahipti. Arkadan gelen Adnan Menderes de sahipti, Ecevit de Özal da sahipti. Gençlerimize kötüye karşı olmanın Türklük tanımı içinde olduğu şuurunu vermemiz lâzım.

Gazze'deki soykırımı engellememizin birkaç imkânı var. Dünyanın farklı yerlerinde AB ve ABD ile girdiğimiz politik mücadeleyi güçlendirmek. O vakit bir pazarlık için masaya oturtabiliriz onları Gazze için. Türkiye'yi Türkiye'den ibaret görmek fevkalade yanlış. Türkiye'nin Bosna'da muazzam bir aksiyonu olması lâzım, Sudan'da tüm Afrika'da, Karabağ'da gerçekleştirdiğimizi düşünelim. 100 yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kaç savaş kazanmıştır? Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye Cumhuriyeti'nin 100 yıllık tarihindeki ilk büyük zaferidir. İkincisi de Karabağ'dır. Türkiye 100 yıla bütün dünyayı karşısına alarak iki büyük zaferle çıktı. Bu arada o iki zaferin sağlanmasının gerçekleştiği tarihe bakalım 1974 ve 2020'lerin başı. 1974'te bizim gücümüz neydi Allah aşkına? Bütün güçsüzlüğümüze rağmen bu aksiyonu gerçekleştirdik. 1990'da Karabağ işgal edildiğinde Türkiye'nin buna karşı duracak gücü yoktu. Ama 2020'lerde artık o güce erişti. Ben Türk devlet idesinin hedeflerinin canlandığını, 100. Yıla böyle girdiğimizi düşünüyorum. Ancak şunu sağlamak durumundayız içimizdeki laikler ile muhafazakârların bütün ayrımları bir kenara bırakıp büyük Türkiye fikrinde ittifak etmesi lâzım.

Gazze'den sonra yazmak barbarlıktır

Batı'nın üstünlük addettiği şey aslında Batı'nın sömürgeci geçmişini kamufle etmek için kullandığı bir perde değil mi?

Zaten bir yalan en mükemmel böyle söylenir. Bu etkili bir strateji. Bu stratejinin inşasında edebiyat, sanat, felsefe muazzam işlev gördü. Batının bu yalanını maskelemek için bir üniversite ve akademi kuruldu. Şiir, edebiyat, roman, felsefe bunun için var. Batı sosyal bilimleri bütünüyle sömürgeci kimliğini maskelemek için kullandı. Resim sanatı, sinema bunun için muazzam işlev gördü, tabi şiir de edebiyat da... Düşünün Gazze'de böyle bir soykırım yapılıyor. Haritadan Gazze halkı ve Filistin silinmek isteniyor ama Avrupalı edebiyatçılar hâlâ şunu söylüyor. Adorno dedi ki 'Auschwitz'ten sonra şiir yazmak barbarlıktır.' O zaman şunu söylememiz lâzım. Peki Gazze'den sonra kalemi eline almak barbarlık değil midir? Bunun ne anlama geldiğini anlatabilmek için naçizane bir bildiri kaleme aldım. Dört dile tercüme edildi ve Frankfurt Kitap Fuarı'nda o bildiri bir metin haline getirilip dağıtıldı. Ama standlarda unutuldu çoğu çünkü kimse o bildiriyi eline almak istemiyor. Çünkü bildiride 'Gazze'den sonra yazmak barbarlıktır' diyor. Bırakın şiir yazmayı yazma eyleminin tümü barbarlıktır. Adorno burada aslında şunu demişti; Auschwitz'ten olduktan sonra şiir yazanlar artık bunu bilerek şiir yazacaklar. Kuşkusuz yazmayı bırakacak değiller ama o oldu, onu bilecekler. Biz de bundan sonra Gazze oldu, Avrupa'nın maskesi düştü herkes bunu gördü, bundan sonra yazı yazmaya devam edeceğiz ama bu gerçeğin farkında olarak yazacağız çünkü bu bir milat.

Kendi acılarını güzelleme konusunda Yahudiler çok başarılı...

Edebiyatın, şiirin Avrupa'nın sömürgeciliğini nasıl mistifikiye ettiğinin çok güzel bir örneği de şair Paul Celan'dır. Paul Celan Almanca yazan bir Yahudi şairdir. Çok nahif bir kişiliktir. Annesi babası soykırım kamplarında öldürüldü. O soykırımdan kurtuldu ama travmayı derin bir şekilde yaşadı. Bütün şiirlerine o travma sinmiştir. Ölüm Fügü şiirinde Paul Celan Yahudilerin yaşadığı hadiseyi anlatır. Soyut bir hikâyedir ve o hikâyenin içerisinde siz anlarsınız orada anlatılan şeyin Yahudi soykırımı olduğunu. Yılanla oynayan bir adam vardır. Hitler'i çağrıştırır. Celan der ki 'Ölüm bir Alman ustadır.' Şimdi ölüm İsrailli, Siyonist usta olarak karşımıza çıkıyor. Paul Celan'ın dramına Adorno'nun cümlesine meftun olarak bir İsrail, Yahudi mazlumluğu üretildi. Buna herkes kendini kaptırdı fakat bu da yıkıldı.

Artık Pal Selan'ın Ölüm Fügü'nde anlattığı şey Gazze'nin hikâyesinden başka bir şey değil. Çünkü Alman Usta, Amerikan Usta, İngiliz Usta hepsi ustalar ustasını ziyarete akıyor İsrail'e. Ölümün ustalığı konusunda Netanyahu baş usta haline geldi. Herkes ona gidiyor tâzimde bulunuyor. O da 'Bekleyin daha ustalık eserimi görmediniz. Önce Gazze'yi silip süpüreceğim Batı Şeria'ya da sıra gelecek' diyor.