Yeni bir çerçeve metin gerekli

Türkiye, İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi. Ancak kadına yönelik şiddet konusu hâlen sıcaklığını koruyor. ASAP Platformu kurucu üyesi avukat Serpil Balat, Hazar Derneği kurucu başkanı Ayla Kerimoğlu ve Prof. Emel Topçu'ya kadına şiddetin önlenmesi için hangi adımlar atılması gerektiğini sorduk.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Türkiye uzunca bir süredir tartışılan kadına yönelik şiddeti önlemek için hazırlanan İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi. Kadın hakları savunucuları ve bu alanda çalışan STK bu kararı endişeyle karşıladı. Yeni bir çerçeve metin hazırlığı yapıldığı konuşulurken biz de kadına derneklerinin temsilcilerine ve bu konuda düşünce üretenlere gelişmeleri nasıl değerlendirdiklerini sorduk.

Hazar Derneği kurucu başkanı Ayla Kerimoğlu, düşüncelerini "İktidarı boyunca kadınla ilgili Cumhuriyet tarihinin en dikkat çekici yasalarını hazırlayan, eğitimde, siyasette, istihdamda kadınların önlerini açan, kadın haklarını gelişmiş ülkeler düzeyine çıkaran ve şiddetle mücadelede sıfır tolerans ilkesini benimseyen siyasal erkin sözleşmeden çekilme kararı alması anlaşılması güç bir durum. Fesih kararının, bir grup insanda sözleşmenin oluşturduğu kaygının siyasi erk üzerindeki etkileşiminden doğduğu görülüyor. Bu yüzden alınan kararın kadınlar üzerinde yaratacağı olumsuz etkiyi giderebilmek için hükümet mensupları, sıklıkla kadın haklarından ve kazanımlarından geri gidilmeyeceği vurgusu yapmakta. Bu durumda sözleşmenin biz kadınlara sağladığı güvenceyi tahkim edecek yeni bir çerçeve metni beklemek en doğal hakkımızdır." şeklinde ifade etti. Prof. Emel Topçu ise binlerce yıla dayanan kadını aşağılayıcı uygulamaların bütün kültür ve dinlerde sürdüğüne dikkat çekerek kadının topluma katkılarının görünür hale geldiğinde bu yaklaşımların son bulacağını söyledi.

HİÇBİR SANIK SADECE BEYANLA CEZA ALMAZ!

Serpil Balat - ASAP Kurucu üyesi

Kadına şiddetin önlenmesi için şu noktada yasal olarak hangi düzenlemelere ihtiyaç var?

İstanbul Sözleşmesi çerçeve bir metindi. İmzacı devletlere bu çerçeveye uygun kanunlar yapma yükümlülüğü getiriyordu. Hükümet gerek 6284 sayılı kanunu yaparak, gerekse diğer ilgili mevzuatta yaptığı değişikliklerle bu yükümlüğünü yerine getirdi. Hem Adalet Bakanımızın hem de İçişleri Bakanımızın Meclis'te yapmış oldukları açıklamalardan öğrendiğimize göre 2002-2009 yılları arasında bir erkek yakını tarafından öldürülen kadın sayısı 4063 iken, 2016-2019 yılları arasında bir erkek yakını tarafından öldürülen kadın sayısı 1236. İstanbul Sözleşmesi'nin 2014 yılında yürürlüğe girdiğini gözönüne alırsak sözleşme sonrası kadın cinayetlerinde bir düşüş olduğu görülüyor. İstanbul Sözleşmesi şiddete uğrayan ve ayrımcılığa maruz kalan tüm mağdurlar için önemli bir kazanımdı. Gereği gibi uygulansaydı sonuç daha da olumlu olabilirdi. İS'in iptalini isteyenlerin endişelerini gidermek maksadıyla iktidarın Avrupa Konseyi'ne bir niyet mektubu vermesini beklerken sözleşmenin feshedildiğini duymak bizi şaşırttı, üzdü.

Kadına şiddet ve aile içi şiddetle mücadele için yeni yasal düzenlemelerin neler olması gerektiğini önce İstanbul Sözleşmesi'nin feshi için canhıraş çalışan, sözleşmeyi manipüle eden, yeryüzünün en eski kurumu olan "aile"nin büyük tehlike altında bulunduğu algısını yayan kesimlere sormanız gerekir. Uzun süredir yürüttükleri İS karşıtı kampanyayı dikkatle takip etmemize rağmen herhangi bir alternatif çözüm önerilerine rastlamadık.

Hukuki açıdan kadın cinayetleri tanımlamasına ihtiyaç var mı?

Yapılan araştırmalara göre ülkemizdeki kadınların yüzde 30'u en yakını bir erkek tarafından, yani eşi veya eski eşi, babası veya kardeşi tarafından şiddete uğruyor. Siz hiç eşi, kız kardeşi ya da annesi tarafından öldürülen erkek duydunuz mu? Birkaç istisna dışında yok böyle bir şey. Aile kurumunu kutsuyor olmamız maalesef aile içinde erkekten kadına bir şiddetin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kadınla erkeği her konuda ayrı kompartmanlara oturtan zihniyet ne hikmetse kadın hakları, kadına şiddet, kadın cinayeti sözkonusu olunca "kadın" kelimesinden rahatsız oluyor. Kadınla erkeği hiçbir alanda "insan" olma paydasında eşit görmeyenler kadın öldürülürken eşitlemeyi uygun görüyorlar. Türk Ceza Kanunu'nda alt soya ve üst soya karşı işlenen suçların ağırlaştırıcı sebep olmasının yeterli olmadığını düşünüyorum. Kadın Cinayeti ayrı bir kategori olarak yeniden düzenlenmeli.

Kadının beyanı esastır ifadesi ne anlama geliyor, özellikle kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz konularında bu kaide neden gereklidir?

Kadının beyanı esastır diye bir ifade kanunlarımızda yok bunun altını çizmek isterim. Mağdurun beyanı esastır. Yüksek yüzde ile mağdur olan kadınlar olduğu için "Kadının beyanı esastır" ifadesi kullanılır oldu. 6284 Sayılı Kanun'da "Koruma tedbirlerinin verilmesi için delil aranmaz" der. Mağdurun beyanının esas olduğu iki yer vardır. Birincisi koruma tedbirlerinin alınması için, ikincisi de soruşturmanın başlatılması için mağdurun beyanı esas kabul edilir. Savcı soruşturma esnasında darp raporu gibi yeterli bir somut delil bulmazsa takipsizlik kararı verebilir. Kovuşturma safhasında ise kesinlikle mağdurun yani kadının beyanı esas kabul edilmez. Hiçbir sanık yeterli delil olmadan, sadece beyanla ceza almaz. Bunun aksi iddialar kesinlikle doğru değildir, şehir efsanesidir. Koruma tedbirleri için de beyan esas kabul edilmezse çok daha vahim sonuçlar ortaya çıkabilir. En ufak bir tedbirsizlik insanların canına malolur.

Kadınlar tarafından beyan esastır ilkesinin suiistimal edildiği iddiasını bir yaygara olarak görüyorum. İstisnalar tabii ki olur. Her kural istismar edilebilir. Münferid birkaç olay sürekli gündem yapılarak bu önemli ilke değersizleştirildi hatta şeytanlaştırıldı. Eğer bir kadın bir erkeğe iftira atarak hakkında soruşturma başlatırsa, iftira ettiği ispatlanırsa para cezası ile cezalandırılır.

ÇARE, KADINI GÖRÜNÜR KILMAK

Prof. Emel Topçu

Kiliselerde yapılan düğün törenlerinde gelini babası getirir ve tam nikah esnasında damada teslim eder. Antropolog Claude Levi-Straus'a göre, Hristiyan evlenme törenlerini şekillendiren bu eylem, ilkel kabilelerde uygulanan bir geleneğin devamıdır. Levi-Strauss kabileler arası evliliğin, aslında kadın ve erkek arasında bir anlaşma değil, erkekler arası bir işlem olduğunu belirtir. Erkekler kadın değişimi ile kabileler arası işbirliğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Binlerce yıla dayanan kadını aşağılayıcı bu uygulamalar çeşitli şekillerde devam ettirilmektedir. Yerleşik hayata geçiş ile başlayan ataerkil zihniyet, hükmünü bütün kültür ve dinlerde sürdürülmektedir. Bütün yeni gelişmelere ve dünyadaki hak kazanımlarına rağmen daha birkaç sene öncesine kadar Türkiye'de kadınlar meslek sahibi olsalar dahi eşlerinin izni olmadan çalışamıyorlardı. Evlilik boyunca edinilen mallar büyük çoğunlukla erkeğin üzerine kaydediliyor ve kadının birçok konuda hakkı bulunmuyordu. Bu haksızlık ancak Ocak 2002 yılında, Medeni Kanunu'nda yapılan değişiklik ile ortadan kaldırıldı.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanunu'na göre kadınlar, evlenme, boşanma, miras, mal edinme bakımından erkeklerle aynı haklara kavuşmuş ama bunun toplum nezdinde geçerliliği hâla tam anlamı ile sağlanamamıştır. Özellikle Doğu bölgelerinde miras erkek kardeşler arasında paylaşılmaktadır.

İslam bu konuda 1400 sene önce devrim yapmış ama ataerkil zihniyet o devrimin kazanımlarını kısa sürede yine kendi sınırları içine oturtmayı başarmıştır. Kitabî olarak verilen haklar çerçevesinde İslam dünyasında bazı kadınlar bunu kullanmayı başarmış ve tarih boyunca 10 binden fazla kadın hadis alimi yetişmiştir. Ama kadınlar, diğer bütün kültürlerde olduğu gibi İslam tarihi içerisinde de bilinçli bir şekilde yok sayılmış, yaptıkları değersizleştirilmiş ve unutulmaya mahkum edilmiştir. Kadınlar için toplumun yapabileceği en büyük iyilik, onları görmeye başlamasıdır. Kadınların topluma katkılarının görülmeye başlanması, problemlerin çözümünde en büyük adım olacaktır.

ŞİDDETE KARŞI OLMAK İLKESEL BİR DURUŞTUR

Ayla Kerimoğlu - Hazar eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği Kurucu Başkanı

İstanbul Sözleşmesine imzacı olma, kadını koruma ve haklarını güvence altına alma noktasında Türkiye'nin güçlü iradesini temsil ediyordu. Dünyaya karşı Türkiye'nin kadınlarını koruma beyanıydı. Öldürülen kadınların yakınlarına, kanları yerde kalmayacak demenin eylemsel ifadesiydi. Kısaca, sözleşme kadınlara 'siz bizim için önemlisiniz' demenin bir başka formuydu. Bu yüzden de sözleşmenin feshedilmesi kadınlarda değersizlik hissi ve derin bir hayal kırıklığı yarattı. Öte yandan sözleşmenin feshiyle şiddete meyilli kişilerin elde ettiği psikolojik üstünlüğün kadınlar açısından neye tekabül edeceğini tahmin etmek hiç de zor değil.

İktidarı boyunca kadınla ilgili Cumhuriyet tarihinin en dikkat çekici yasalarını hazırlayan, eğitimde, siyasette, istihdamda kadınların önlerini açan, kadın haklarını gelişmiş ülkeler düzeyine çıkaran ve şiddetle mücadelede sıfır tolerans ilkesini benimseyen siyasal erkin sözleşmeden çekilme kararı alması anlaşılması güç bir durum. Alınan kararın kadınlar üzerinde yaratacağı olumsuz etkiyi giderebilmek için hükümet mensupları, sıklıkla kadın haklarından ve kazanımlarından geri gidilmeyeceği vurgusu yapmakta. Bu durumda sözleşmenin biz kadınlara sağladığı güvenceyi tahkim edecek yeni bir çerçeve metni beklemek en doğal hakkımızdır.

İTİRAZLARDA ÇİFTE STANDART DİKKAT ÇEKİCİ

Diğer taraftan sözleşmeye itiraz edenler, işin bununla sınırlı kalmayacağını ifade ediyor. 6284 nolu yasa, CEDAW ve Pekin Deklarasyonu gibi diğer sözleşme ve yasalar da onların hedefi içinde yer almakta, hatta Kadem gibi STK'ları da bu listeye eklemekteler. Burada kazanılan mevziinin diğer hedefler için onlara güç verdiğini sosyal medya mesajlarından görmek mümkün. Buradan hareketle bu kesime sözleşmenin feshiyle verilen tavizin nerede duracağı biz kadınlar için endişe verici bir sorudur.

Dikkat çeken bir diğer husus, bu kesimin itiraz ettiği uluslararası sözleşmelerin sadece kadınlarla ilgili sözleşme ve anlaşmalar olması. Bunun dışında imzalanan sözleşmeler, mesela ticaret hukuku, bankacılık, sendikal haklar, sigorta sistemi vs. ile ilgili olanlar tartışma dışı. Bu tür anlaşma ve sözleşmelerin dini bağlantısını ya da ilintisini, karşıtlığını ya da uyumunu sorgulamış da değiller. Buradaki çifte standart da görülmeye değer.

Yine de Sözleşmeye her itiraz edeni aynı kefeye koymadığımı da özellikle belirtmek isterim. Çünkü her genelleme adaletsizlik içerir. Makul ve reel düzeyde sözleşmeye itiraz edenlerin endişelerini anlamak, gidermeye çalışmak ve gereğini yapmak da hükümetin görevidir.

Sözleşme sadece kadını mı koruyordu?

Elbette hayır. Sözleşmeyle oluşturulmuş yasalar erkeği de aynı oranda korumaktadır. Bunun ilk örneği eşine karşı evden uzaklaştırma kararı aldıran rahmetli Yaşar Nuri Öztürk'tür. Ancak tüm dünyada şiddetin daha çok erkekten kadına yönelmesi bir kanaat değil, belgelenmiş bir gerçektir. Dolayısıyla yasadan faydalanan daha çok kadındır. Ne kadar çok evden uzaklaştırma varsa o kadar çok kolluğa yansıyan, kadına yönelik bir şiddet vakıası var demektir. Üstelik bunun çok fazlasının kapalı kapılar ardında yaşandığından kimsenin şüphesi de yok. Şiddete karşı olmak ilkesel bir duruştur. Amasız, fakatsız bir tavrı gerektirir. Söz konusu şiddet olunca mağdurun kimliği, cinsiyeti ve milliyeti sorulmaz, sorgulanmaz.

En büyük sorunumuz kadın ve erkeği, kadın ve aileyi karşıtlık içinde ele almak. Halbuki kadın ve erkek aynı haklarla bu dünyaya gönderilmiş Allah'ın halife dediği ve eşrefi mahlukat olarak tanımladığı insanın iki farklı görünümünden ibarettir. Vahiy, üstünlüğü takva ile temellendirir. İlişkilerde önemli olan; hak, adalet, merhamet, sevgi, saygı ve iyiliktir. Aile olmak, bu değerlerde buluşup, hayatı birlikte yaşamaktır. Allah'ın "Birbirinizde sükûn bulasınız" diyen buyruğunu hayata geçirmektir. Diğer türlü ezip, döktüğünüz, aşağıladığınız, alay ettiğiniz, saygı duymadığınız biriyle eş olmak her şeyden önce kişinin kendisine zulmüdür. O evde sevgi yeşermez, huzur olmaz, sağlıklı bir nesil gelişmez. O ev sığındığınız, dayanıştığınız, paylaştığınız yer olmaz. Kısaca o ev yuva olmaz, orada bir aileden söz edilemez.