'Yaşayan Yunus'ları bulmamız gerek'

Yol Arkadaşına Yunusça Mektuplar kaleme alan İpekçi, bu mektupları Yâr Yüreğim Yar adıyla kendini arayanların yolculuğuna eşlik etmek üzere okurla buluşturdu. Zira kendini arayanları yoldan çevirmek üzere oluşturulmuş devasa bir sektör içinde insanı bütünüyle kuşatacak Hakkın çağrısını duyabilmek hayli zor. İpekçi, ''O yolu yürüyebilmek için yaşayan Yunusları bulmamız ve onların üslubunu, adabını, edebini hatırlamamız gerekiyor'' diye konuşuyor.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Vefatının 700.yıldönümü sebebiyle 2021 Yunus Emre ve Türkçe yılı ilan edildi. Yunus Emre'yi ne kadar anlıyoruz, Türkçe konusunda hangi derdimize derman arıyoruz tartışılır ancak kitabi bilginin ötesine geçemediğimiz sürece Yunus'un da Mevlana'nın da hakikatine eremeyeceğimiz ortada. İşte tam da bu yüzden uzunca bir süredir Mustafa Tatçı ile birlikte Yunusça'dan söz ediyor sevgili Leyla İpekçi. Yunus Emre'yi anlamanın da ötesinde bu isimle sembolize edilen hâl diline, gönül diline işaret ediyor. Yol Arkadaşına Yunusça Mektuplar kaleme alan İpekçi, bu mektupları Yâr Yüreğim Yar adıyla kendini arayanların yolculuğuna eşlik etmek üzere okurla buluşturdu. Zira kendini arayanları yoldan çevirmek üzere oluşturulmuş devasa bir sektör içinde insanı bütünüyle kuşatacak Hakkın çağrısını duyabilmek hayli zor.

"Benim için gönül dili demek olan edebiyat; Anadolu'nun mayasından çektiğimiz nefesmiş işte. Kamillerin, ariflerin, Allah dostlarının, Hak aşıklarının, nefsini terbiye edenlerin, nefsini şehit edenlerin, nefsini Müslüman edenlerin, celal ile cemali tevhid edenlerin, evliyaullahın; ismine ne dersen de kısacası aşk ve irfan ehlinin diyarında alıp verdiğimiz nefes. /.../

Bu canlı sözlerin toplamına Yunusça dedim bu mektuplarda. Ya da gönül dili, irfan dili, hâl dili, daha üst seviyelerde ise kuş dili, ledün dili gibi evliyaullahın konuştuğu mecazlı dil. Bunu kabımız oranınca sanatta ve yaşantıda, sadece felsefe olarak değil tavırlarımızda da yeniden tatbik etmeye çalıştıkça, tevhid geleneğimizin ölçülerini bugünün ruhuyla yeniden canlandırsak güzel olmaz mı?" diyor Leyla İpekçi. Bu mektupları yazmasının sebebi de Yunusça konuşan irfan ehlinin diline duyduğumuz ihtiyacı hatırlatmak:

"Yunus ve ondan sonra gelen irfan ehli yazdıkları nutku şeriflerle bize mecazlar bıraktılar. Hepsi birer anahtar. Kendi hayatımda bunları okumaya, işitmeye ve tanımaya başladıkça 'bir dakika bu bizim yaşantımızın özünde olan bir şey' dedim. Nefsini kâmil makama getirmiş insan olmanın anahtarıydı bu sözlerde bize sunulan. Evrensel bir üslup ve dille yapıyorlardı bunu üstelik. Bunu hatırlatmak için bu kitabı yazdım aslında."

BEN KÜLTÜRÜ YERİNE SEN KÜLTÜRÜNÜ KOYABİLMELİYİZ

Sosyolojik olarak bu gün Yunusça'yı evrensel insanlık diline, diplomasiye, kültür-sanata, siyasete hangi terimlerle yerleştirebileceği üzerine düşündüğünü anlatıyor İpekçi. Bu çabanın bir tarafıyla sosyolojiye ve siyasete de baktığını söylüyor ve şöyle örneklendiriyor:

"Sözgelimi sosyolojik olarak yarattığınız her öteki tahakküme, sömürüye, medeniyetler çatışmasına bir vesiledir. Bizde ise ötekisi olmayan yâr kültürü sözkonusu. Yani her baktığında hakkın vechini görüyorsun, Haktan gayrısı yok. O zaman 'ben' kültürünün yerini giderek 'sen' kültürü almaya başlayabilir. Böyle olunca da biz siyaset zemininde 'medeniyetlerin ayrısı, gayrısı mı var ki çatıştıralım' diyerek bu tuzaklara düşmemeye başlayacağız."

Tüm yakınmalarımızın, dünyevi dert ve tasalarımızın kaynağındaki yabancılaşmaya şifa olacak reçeteyi de aynı bakış açısıyla sunuyor Leyla İpekçi, Yunusça ile. Özümüzde varolsa da gündelik hayata yansımayan ancak kriz anlarında ortaya çıkan o temiz mayaya işaret ediyor: "Yunusça derken kitabî bir bilgiden değil canlı bir dil, bir üslup, tavır ve yaşantı kültüründen bahsediyorum. Yunus'tan kanatlanıp bize kadar gelmiş olan o söz sadece kelimelerden ibaret bir şey değil."

Ve devam ediyor: "Bunu unutuyoruz. Ama o orada duruyor çok sıcak anlarda çıkarıp atıyor üzerindeki örtülerini. Ama biz onu orada unutuyoruz ve zihinsel, entelektüel faaliyetlerle çözümlemeye çalışıyoruz. Tabi yaklaşamıyoruz. Anadolu'daki Fatma ananın böyle bir dili yok. 'El benim elim değil evladım Hz. Fatıma'nın eli' dediği zaman bize bir şey söylüyor. Biz bu dille yaşamıyorsak bunu çözemiyoruz."

KİTABÎ BAKINCA KOPUKLUK YAŞANIYOR

Son yıllarda çok yaygın bir şekilde tasavvufi klasik metinlerle ilgili okumalar yapıldığını hatırlatarak peki bunlar okumaktan mı ibaret kalıyor, Yunusça'nın neresine denk düşüyor diye sorduğumda, "Hayatımıza geçiremediğimiz, nefsimizden ispatı gelmeyen hiçbir bilgi canlı söz değildir. Dolayısıyla Yunusça'ya dönüşemez." cevabını veriyor Leyla İpekçi.

Kendi okuma serüvenini ise şöyle özetliyor: "Bu coğrafyada üretilmiş ne kadar divan şiiri, nutku şerif varsa bunlara daldıkça işittiklerimle, şerhlerle o dili bugüne getirdikçe bu hikmetli sözlerin evrensel boyutu bende açılmaya ve yüreğim yarılmaya başladı. Yürek yarılmadan su çıkmıyor ve yürek yarılması da çileli bir yol. O yolu yürüyebilmek için yaşayan Yunusları bulmamız ve onların üslubunu, adabını, edebini hatırlamamız gerekiyor."

Türkiye'de taşra edebiyatı denilip demode bulunarak geri plana atılmış olan eserlere içinde barındırdığı kadim bilgelik ufku, evrensel insan hakikatleri açısından yeniden bakmak zorunda olduğumuzun altını çiziyor Leyla İpekçi. Aynı şekilde sıradan gördüğümüz insanların taşıdığı cevherin de bizi şaşırtabileceğini söylüyor: "Bir ayakkabı boyacısıdır ama nefsinde kâmil mertebesine erişmiş bir derviştir. Bunları biz o kadar işitmez olduk ki Fatma Ana'nın anladığı Yunusça'yı Divan edebiyatında doktora çalışan biri anlayamıyor. Kitabi olarak bakınca kopukluk yaşanıyor. Sadece tahlil etmeye, analiz etmeye çalışıyoruz. Gönül dili analize gelmez, hissetmek lazım ve her gönülde de o hissiyat biriciktir."

Yunusça'yı diğer dillerden ayıran en önemli özellik cevâmiu'l-kelim denilen peygamberane ve veciz sözler ihtiva etmesi Leyla İpekçi'ye göre. Basit gibi duran çok az kelime ile her mertebeye hitap edecek şekilde söz söylemek olarak tarif ediyor İpekçi, Peygamberane sözü.

"Evliyaullahın yaptığı da zaten bu" diyor ve devam ediyor: "Yunusça o kadar müthiş bir şey ki senin nefsin hangi mertebede ise ona hitap ediyor. Mesela 'Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz'. Ne kadar güzel! Peki hayata ne kadar yansıtıyorsun buradan murad edileni? Her seviyede sevmenin bedeli, seven ve sevilenin bir olması, helalleşmiş olmak, sevemediğin bir şey kalmaması ne demek? Bunu derinleştirebilirsin anlama kapasiten ölçüsünde. Ama ne kadar basit söylüyor. Bir ben var bende benden içeri çok basit gibi duruyor ama ne kadar derinlikli. Ama öyle bir hale geldik ki soyutlama yapamıyoruz, mecazları çözemiyoruz."

KUŞATICI BİR HİKMET ANLAYIŞINA İHTİYACIMIZ VAR

Sahip olduğumuz bu zenginliğe yabancılaşarak büyük bir kayıpta olduğumuzun altını çizen Leyla İpekçi, "Bir toplumun dili hangi seviyedeyse gönül medeniyeti o kadardı. Peki biz toplum olarak kendini bilmenin yani irfanın neresindeydik ki toplumun maneviyat seviyesiyle sanatta ve diğer dallarda gönül medeniyetini kurmayı başaramıyorduk?" sorusunu soruyor. Gelinen noktayı ise yol arkadaşına yazdığı bir mektupta şu cümlelerle tespit ediyor:

"Yeni kuşaklarda inanç problemi baş göstermişti. Etnik veya genetik kimlik, cinsiyet politikaları, çevre ve insan hakları gibi algılarla gerçeği tasnif ederek tanımlayan ve tamamını kuşatamayan yollarda maneviyat bulmaya yönelmişlerdi. Barışçıl derneklere veya insani yardım kuruluşlarına olan ilgi görünürde çok gerekli bile olsa merhametin ölçüsü de kalıba giriyor ve giderek hayat tarzıyla, ideolojiyle belirleniyordu. Gönlün sınırsız gerçeğini doldurmaya ve maneviyat ihtiyaçlarını gidermeye çalışanları ise pek çok dikenli yol bekliyordu."

Sosyolojik olarak aklımız sürekli kimliklere, ırki ve kültürel göndermelere, coğrafi kökene gittiği sürece özümüzdeki davranış kodlarına ulaşmamızın mümkün olmadığına dikkat çeken Leyla İpekçi bu yüzden Anadolu irfanî derken coğrafî bir gönderme yapmadığının altını çiziyor. Tıpkı Yunusça derken sadece Yunus Emre'yi kastetmediği gibi. Anadolu irfanı derken de daha evrensel ve kuşatıcı bir hikmet anlayışına vurgu yapıyor. O hikmet anlayışını kuşandığımızda bize öğretilen, dayatılan pek çok ezberin yol açtığı derin yaralarda da kendiliğinden kapanacak. Bütün mesele o kuş dilini konuşabilmekte...