Yalın Alpay: İnsan dünyanın anlam deposudur

“Dünyanın kendisi bir sosyal medya arayüzü gibidir, belli kuralları vardır ama içeriği yoktur, bu içerik ancak kullanıcılarla sağlanabilir, yani insanlarla. Benim için dünya insansız anlamsızdır; insan, dünyanın anlam deposudur…”

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Siyaset, ekonomi, tarih ve sanat dörtgeninde makale ve kitap üreten bir yazar. On kitabı ve çok sayıda makalesi var. Farklı kitaplarıyla Necip Hablemitoğlu Ödülü, Platin Dergisi En İyi İş Kitabı Ödülü ve Çizgi Roman Ödülleri En İyi Türk Yazar Ödülü’ne layık görüldü. Lisansta İstanbul Üniversitesi’nde iktisat okudu. Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yaptı. Doktorada siyasete yönelerek İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne devam etti. Tüm bunları yapacağı çok önceden belliydi. Çocukluğunda ‘Dahi çocuk’ başlıklarıyla gazetelere manşet oldu. Kimden mi, Yalın Alpay’dan bahsediyorum. Ona göre dâhilik, doğuştan her şeyi biliyor olmak değil; varlıklar, olgular ve kavramlar arasında fazladan bağlantılar kurma kapasitesine sahip olmak… İşte bu kapasiteye sahip Alpay ile yaptığımız söyleşiden öne çıkan başlıklar…

İnternette ulaşabildiğimiz bilgiler dışında, sizi; sizin ağzınızdan daha yakından tanıyabilir miyiz?

Son iki yıldır, Post-Kemalizm adlı bir kitap yazma gayretindeyim. Bu süreç zaman zaman yoğunlaşıyor, bazen de günlük diğer işlerim arasında belirsiz bir siluete dönüşüyor fakat bilincimde ve bilinçaltımda geniş bir yer kaplıyor. Ya bu konuyla ilgilenmek istiyorum ve günceli kaçırıyorum, ya da güncelle ilgileniyorum ve kitabımı yazmaya devam etmediğim için sürekli olarak vicdan azabı çekiyorum. Oysa beni kitabı yazmaktan devamlı alıkoyan rutinler var. Aylık olarak Varlık dergisine sanat, Ot dergisine popüler-kültür, Andante dergisine (Eylül’de başlıyorum) klasik müzik yazıları yazarken, haftalık olarak televizyon için program çekiyor, on beş günde bir de Flu TV adlı Youtube kanalında konuşma yapıyorum. Geçen yıl kalabalık bir ekiple, sevgili dost Durmuş Akbulut yönetmenliğinde Fransa’da çektiğimiz Leonardo da Vinci belgeselinin ardından, bu yıl da ünlü Türk ressamların sanatları hakkında birkaç belgesel çekmeyi hedefliyorum. Son iki yıldır sanat direktörlüğünü yürüttüğüm İstanbul Art Show sanat fuarını ise bu yıl Covid salgını yüzünden gerçekleştiremeyeceğiz. Fakat Devrim Erbil’le sıra dışı başka bir projemiz var. Belki yılsonuna onu yetiştirebiliriz, şimdilik sürpriz.

Son dönemde tarih yazımının güncel siyasi amaçlar için gerçekte olup bitenden nasıl da farklı inşa edildiğine odaklandım...

Hayata dair şu ara ne düşünüyorsunuz? Kafanızı ne meşgul ediyor?

Son dönemde tarih yazımının güncel siyasi amaçlar için gerçekte olup bitenden nasıl da farklı inşa edildiğine odaklandım. Türkiye’nin özellikle son yüz yıllık geçmişi, Kemalist resmi tarih anlatısı ile sağ-muhafazakâr gayri resmi tarih anlatısı arasında taban tabana zıt şekillerde anlatılıyor. Milli Mücadele’de yani Kurtuluş Savaşı’nda İslamcı bir motivasyonla savaşan ve Saltanatın ve Halifeliğin kurtarılmasını hedef koyan Birinci Meclis gayrimüslimler dışında neredeyse her kesimi temsil ediyor. Gayrimüslimlerin temsil edilmemeleri ise Milli Mücadelenin Ermeniler ve Rumlara karşı yapılmış olması. Ancak savaşın kazanılmasının ardından İkinci Meclis’te bambaşka bir yapı görüyoruz. Mustafa Kemal bu Meclis’i neredeyse tek başına seçiyor ve savaş sonrasındaki tüm politikalarını bir sonraki seçim dönemine değin bu Meclis’le yürütüyor. Yeni süreçte artık İslamcılık temel motivasyon değil, devlette ve toplumda etkinliği azaltılmak istenen bir geleneksel düşünceye indirgenirken, savaşın amacı olarak gösterilen Saltanat ve Halifelik de kaldırılıyor. İşte bu noktada Türkiye’de iki temel fraksiyon ortaya çıkıyor ve bu fraksiyonlar arasındaki kültürel ve ona bağlı olarak siyasi çekişme günümüze değin son derece canlı bir şekilde geliyor.

Mustafa Kemal, 1927’de yani Üçüncü Meclis başlarken Nutuk’u okuyarak, 1919 ile 1927 yılları arasında olup bitenleri kendi versiyonuyla dile getiriyor. Atatürk 1927’de en güçlü konumundadır zira kendisine muhalif olan Milli Mücadeledeki silah arkadaşlarını, eski İttihatçıları, liberalleri devre dışı bırakmayı ve iktidarı tek başına ele almayı başarmıştır. İşte tam bu zirveye çıkış anında okunan Nutuk da, bu zirveye gelişi meşrulaştıracak bir hesap verme, bir anı, bir tarih ve bir siyaset metni olarak kendisini gösterir. Bu tarihten itibaren Nutuk, Türkiye’nin kurtuluşunun ve kuruluşunun resmi tarihi olacaktır. İşte Mustafa Kemal’in Milli Mücadele sonrasında dışladığı tüm gruplar ama özellikle sağ muhafazakârlar ve İslamcılar bu tarihten itibaren Nutuk’a muhalif tarihsel metinler yazacaklar, Nutuk’ta anlatılanların neredeyse istisnasız şekilde her birine karşı çıkarak, alternatif gerçeklikler sunacaklar. Nutuk üzerinden yapılan bu mücadele, geçmişin doğru yazılmasına ilişkin basit bir çekişme değil, ideolojik bir savaş. Sonuçta Atatürk kökten Batıcı bir anlayışla Türkiye’yi bütünüyle Batı tipi bir devlet ve özellikle de toplum haline getirmek isterken, sağ muhafazakârlar ve İslamcılar, geleneksel değerleri ve İslami yapıyı korumayı arzuluyorlar. Nutuk bütünüyle Batıcıları haklı çıkarırken, Nutuk’a getirilen eleştiriler de tümüyle sağ muhafazakârları ve İslamcıları haklı çıkarma çabasında.

Taraflar arasındaki bu mücadele günümüzde de kendisini kimlik siyaseti ve onun getirdiği kutuplaşma olarak aynı şekilde sürüyor. Yalnız bu kez 2002’den bu yana iktidar radikal Batıcılara kapandı. Yani artık bu mücadelede devlet gücünü ardına alanlar Kemalistler değil, sağ-muhafazakârlar ve İslamcılar. Bu nedenle de okullarda okutulan resmi tarihin dönüştürülmesinden tutun da, gerçekleştirilen kutlamalara kadar tarihe ilişkin her yaklaşım ve anlatı yeni duruma göre değişiyor. Fakat bu kez de yeni bir resmi tarihimiz olurken, yine gerçeklerle yüzleşme sorunları yaşıyoruz. İki taraf birbiriyle bir sentez oluşturmaya niyetli değil, taraflar yüzde yüz kendi tarih yazımlarının kabul edilmesinde ısrarcı. Bu tutum siyasetteki kutuplaşmanın bir sonucu olduğu kadar, siyasetteki kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi de tarih yazımındaki bu uzlaşmama şevki.

Bununla birlikte 1970’ten itibaren Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla başlayan İslamcı siyaset, her on yıl daha da güçleniyor, neredeyse kurulan her koalisyonda iktidar ortağı oluyor, 1980’lerde Cunta partileri kapatınca ANAP’ın içerisine yerleşiyor, 1990’larda Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara Belediyelerini kazanmasıyla ve koalisyonda iktidar ortağı olmasıyla ilerliyor ve sonunda AKP ile birlikte tek başına iktidara ulaşıyor. Siyasetteki bu değişim, sağ-muhafazakâr ve İslamcı tarih yazımını da özgürleştiriyor, korkusuzlaştırıyor, dolaşıma daha rahat girmesini sağlıyor.

2002-2011 arasındaki dönemde İslamcılar, liberaller, muhafazakârlar ve Kürtler arasında “demokrasi” motivasyonu çerçevesinde oluşturulan geniş koalisyon Kemalizm’e cephe alırken, resmi tarihle de doğrudan bir savaşa giriyor. İşte tam bu dönemde Türkiye’nin kendi geçmişiyle bir hesaplaşma ve barışma şansı varken, bu benim gördüğüm kadarıyla ıskalanıyor. 2011 sonrasındaki dönemde ise sağ-muhafazakâr ve İslamcı tarih yazımı daha da ağır basmaya başlıyor ve resmi Kemalist tarih yazımı neredeyse bütün yönleriyle her yerden süpürülüyor. Türkiye geçmişini yazarken Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan bu yarılmadan, kutuplaşmadan kurtulduğunda, güncel siyasetteki kutuplaşma da önemli seviyede azalacak diye düşünüyorum. Bu konuda yılsonuna doğru adı Post-Kemalizm olacak kitabımı yayınlamayı hedefliyorum. Bakalım…

DÜNYAYA MANEVİ ANLAMLAR YÜKLENMESİ GEREKİR

Dünya bakışınızı kısaca özetler misiniz?

Dünyayı, kendisi hakkında doğrudan bilgi sunmayan, herhangi bir kullanım kılavuzu olmayan, varlığının nedeni hakkında bile spekülasyonlardan öte fikrimiz bulunmayan bir maddi arayüz olarak algılıyorum. Bu maddi arayüz, materyal özellikleriyle amaçsız, nedensiz ve anlamsız görünür. Oysa insanın var olmak için maddi bileşenlerden çok manevi bileşenlere gereksinimi vardır. Bu nedenle dünyanın çıplak halinin, zihinsel ve ruhsal süreçlerle aşılması, ona bir mana tasarlanması yani bu maddi arayüze, manevi içerikler sağlanması gerekir. Dünyanın aşkın manevi içeriklerini sağlayacak varlık, insanın kendisiymiş gibi görünür. Kişi bu dünyaya dini, bilimsel, ideolojik ya da varoluşsal farklı manalar biçebilir, bu biçtiği manaları kendisinden daha yüce olan Tanrı ya da Doğa gibi bir varlığa da atfedebilir, başka alternatif yöntemler de icat edebilir. Fakat dünyaya ilişkin anlam ortadan kalktığında ve ona yeni bir anlam atanamadığında kişi manevi bir bunalıma sürüklenme eğilimi gösterir ve yaşam maddi olarak sürse de, olanaklarını o kişiye kapatmaya başlar.

Fakat dünya bir kişinin ona ilişkin yorumlar yapmasıyla ve manevi anlamlar atamasıyla düzenli ve anlaşılabilir bir yer olmaz. Zira eş zamanlı olarak herkesin kendi iradesi doğrultusunda karar aldığı ve her karardan tüm kişilerin etkilendiği senkronize bir hareket alanıdır. Kişinin kendi yorumlarıyla diğerlerinin yorumları arasında asgari müşterekler bulunmalıdır ki, hareketler kaos değil, ritmik bir armoni üretsin. Dünyanın kendisi yorumlardan bağımsız bir maddi varlık olsa da, onu işler kılacak şey yorumlardır ve dünya, doğduğumuzda bize bomboş bir arayüz olarak sunulmaz. Binlerce yıllık bir geçmişin toplamı bir doluluktur o. Kişisel irade, işte bu doluluğun gölgesi altındadır. Doluluğun anlam yaratıcısı olan dönemin paradigması ise kişisel atılımları büyük ölçüde biçimlendirir. Bu durum paradigmayı aşan zihinler için dahi böyledir zira o zihinlerin de hangi konulara cephe aldığını belirler. Fakat güzel olan şey, paradigmanın bile kişiyi mutlak özgürlüğünden aşağı çekememesidir.

Paradigma herkesin özgür iradesi çerçevesinde aşırı saçılmamasını sağlayan bir toparlayıcı görevindedir. Gerçeği bulma kapasitesi var diyemeyiz. Kişilerin bir toplum olarak da temsil edilebilmesini sağlayan bir ortak anlamlar ve duygular sandığıdır. Yani paradigma kişisel özgür iradenin kalabalık kitleler içerinde kaos olmasını engelleyip, bir armoni yaratılmasını sağlayan görünmez el. Bu armoniye kapılıp, güvenli bir yaşam seçmek mümkün olduğu kadar, armoninin dışına taşmayı denemek de olası. Yaşam, bu güvenli alanlarda kalmak isteyenlerle, güvenli alanın dışına çıkmak isteyenler arasındaki bir mücadele gibi görünüyor. Bu taraflar ilk bakışta birbirleriyle uzlaşabilirler sanılır fakat dikkat ederseniz tüm gürültü patırtı, bu sürtüşmeden kaynaklanır. Siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal olarak her çatışma, paradigmanın dönüştürülüp dönüştürülmemesiyle ilintilidir.

Özetle dünya üzerine farklı soyutlamalar giydirilebilir somut bir boş gösterendir. Dünyanın kendisi bir sosyal medya arayüzü gibidir, belli kuralları vardır ama içeriği yoktur, bu içerik ancak kullanıcılarla sağlanabilir, yani insanlarla. Benim için dünya insansız anlamsızdır, insan, dünyanın anlam deposudur.

Konuşmalarım ve yazılarım üzerine en çok aldığım bildirim, ‘Bunları hissediyorduk fakat mantıksal düzlemine çıkartamıyorduk’ benzeri sözlerdir...

Birden fazla disiplin ile birden fazla konuyla ilgileniyorsunuz. Konuşuyor, fikir üretiyorsunuz. Bütün bunlar için beslenme kaynağınız nedir?

Yaşamın tüm bileşenleriyle birlikte kocaman bir paket olduğunu, her şeyin birbiriyle ilintili bulunduğunu, bu ilintilerin ise çok karmaşık, çapraşık ve çok sayıda olduğunu düşünüyorum. Var olduğu hissedilen ancak rasyonel şekilde ortaya çıkarılamayan, göze görünmeyen fakat üzerimizde etkili olan ilintileri, bağları, ilişki ağlarını, neden sonuç ilişkilerini rasyonel bir görünürlüğe kavuşturmayı seviyorum. Ne kadar çok farklı disiplinden bakılırsa, ortaya o kadar karmaşık fakat bir yandan da açıklayıcı ilintiler, bağlar çıkıyor. Konuşmalarım ve yazılarım üzerine en çok duyduğum bildirim, “bunları hissediyorduk fakat mantıksal düzlemine çıkartamıyorduk” benzeri sözlerdir. Bu süreç benim için yaşamın estetikleştirilmesi anlamına geliyor. Müzisyenler beste yapıyor, iş insanları şirketlerini büyütüyorlar, siyasetçiler yeni ideolojiler inşa ediyor, ressamlar resim yapıyor, ben de düşünce üretmeye çalışıyorum.

Siyasete girmeyi hiç düşündünüz mü?

Şimdilik yorumlayan taraftayım fakat önünde sonunda, yalnızca belli bir dönem bile olsa, siyasetle aktif bir şekilde uğraşacağımı düşünüyorum.

POST-TRUTH: HAKİKATİN ÖNEMSİZLEŞMESİ

Özellikle post-truth konusuyla çok ilgileniyorsunuz, neden? Bu kavramı asgari cümle sayısıyla nasıl özetler Yalın Alpay?

Aslında post-truth benim temel ilgi alanım sayılmaz. Yalanın Siyaseti adlı kitabımda post-truth’u ele almıştım ve o kitap çok tutuldu. Böyle olunca genellikle post-truth’la ilgili programlara çağırıldım. Post-truth’u “hakikatin önemsizleşmesi” olarak çeviriyorum. İnternet ortaya çıkmadan önce var olamayacak bir kavramdır post-truth. Oxford Dictionary’nin tanımıyla, kamuoyu yaratmada kişisel inançların ve duyguların, nesnel olguların önüne geçmesidir. Olguların internet üzerinden kitlelere ulaştığı çağımızda, her bir kullanıcı bu olguya kendi yorumunu ekleyebiliyor ve bu yeni yorumla yeniden dolaşıma sokabiliyor. Nesnel olgular internete ilk girdiklerinde dahi gerçekliklerinden yitirmiş olabilirler ki, diyelim yitirmeden bunu başardılar, internette dolaşıma girer girmez, her bir kullanıcının filtresinden geçiyorlar ve tıpkı kulaktan kulağa oynar gibi her bir kullanıcı bu iletiyi bilerek ya da bilmeyerek bir parça bozuyor, kitleselleştiriyor, sansasyonalleştiriyor, kışkırtıcılaştırıyor, karikatürize ediyor, aşırılaştırıyor; kısacası daha fazla kişiye erişebilen bir mesaj haline gelmesi için elinden geleni yapıyor. Ve bu dönüştürme aşamasında amaç gerçeklerin daha fazla kişiye yayılmasından çok, mesajın olabildiğince çok kişiye ulaşması olduğundan, içeriğin gerçekliği değil, ilgi çekme kapasitesi öne çıkıyor. Böylece dolaşımda hızlananlar sıkıcı gerçekler değil, abartılı sahteler oluyor.

Bu abartılmış, bozulmuş, sansasyonel kılınmak uğruna çarpıtılmış olgular, kullanıcının dünya görüşüne, ideolojisine, siyasi duruşuna uygun düşen kışkırtıcı yorumlarla daha da güçlendirilerek kendinden olmayanları aşağılayan, suçlayan, hor gören, çarmıha geren iftiralarla bezeniyor. Bunun en etkin versiyonları siyasi mesajlarda kendisini gösteriyor. Böylece siyasi bağlamda seçilen tarafı göklere çıkaran, karşı tarafı ise yerin dibine batıran gönderiler, sahte fotoğraflarla, bağlamı dışında kullanılan videolarla, uydurma içeriklerle dolaşıma sokuluyor ve bir süre sonra en çok dolaşan mesajlar en korkunç, en iftiracı, en sansasyonel ve en aşırı mesajlar olduğundan, “gerçek” dolaşımdan çekiliyor ve iletişimde kalanlar yalnızca sahte ve uydurmalar oluyor.

Mesajları alanlar da bu mesajların gerçek ya da sahte olmasıyla çok ilgilenmiyorlar. Önemli olan bu hızlı iletişimde kendi görüşlerini destekleyen, kendi kanaatlerini onaylayan, kendi kimlik politikasıyla uyumlu olan haberleri doğru sayarak, daha da abartılmış bir versiyonla repost edilmesi oluyor. Böylece hakikatin bir önemi kalmazken, sansasyonel uydurmalar önem kazanıyor. Uydurma ve sahte olan gerçek ile ona uyumlu yargı olan hakikati haberleşme ağlarından siliyor. Buna “hakikatin önemsizleşmesi” yani “post-truth” diyoruz. Elbette post-truth çok daha komplike bir konu fakat “asgari cümleyle özetleyin” dediğiniz için, bu kadarla sınırlıyorum. Merak edenler Yalanın Siyaseti’ne bakabilir ya da internetteki videolardaki konuşmalarımı izleyebilirler.

BENİ CEZBEDEN ŞEY ANLATMAKTAN ÇOK FİKİRLER ÜRETMEK

Donanımınızı ve bilgi birikiminizi akademide bir öğretim görevlisi/akademisyen olarak öğrencilere aktarmak istemez misiniz?

Üniversite yıllarımda akademisyen olmayı istiyordum. Bu arzu yıllar içerisinde azaldı ve sonunda kayboldu. Kamusal alanda fırsat buldukça konuşsam da, ders anlatmayı sevmiyorum. Bununla birlikte bu güz dönemi, Prof. Dr. Nilgün Tutal’ın davetiyle, Galatasaray Üniversitesi’nde “Çağdaş Türk Sanatı” adlı bir ders açıyorum. Fakat dersleri sürekli kılma niyetim yok. Tek seferlik bir deneyim olacak. Beni cezbeden şey anlatmaktan çok, yeni bağlantılar, fikirler, kuramlar üretmek ve bunları yazmak.

BATI’NIN O KADAR İDEAL BİR YER OLMADIĞINI ANLADIM

Yurtdışına gitmeyi, kariyerinize ve hayatınıza orada devam etmeyi hiç düşündünüz mü? Neden buradasınız?

Yurtdışına çok sık çıkıyorum. İş amaçlı değil, serbestçe gidiyorum. Gençliğimde yurt dışı benim için özenilebilecek bir seçenekti fakat yıllar içerisinde Batı’nın o kadar ideal bir yer olmadığını gördüm. O kusursuzlaştırılmış Batı imgesi Batılı olmayanların zihinlerinde inşa edilmiş bir yapıntı. Batı’nın günlük yaşamına dâhil oldukça bu kusursuzluk değerden düşmeye, defolar görünür olmaya başlıyor. Özellikle son on yılda Batı kendi öz değerlerinden de pek çok şeyi yitirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesindeki demokratik ortam yok orada da artık. Hele göçmenler için bu çok daha eşitsiz bir demokrasi. Türkiye demokratikleşmede ilerleyemedi ama Batı geriledi. İstanbul’da nezih ve dışa da fazla açık olmadığım güzel bir yaşantım var. İnşa etmem uzun sürdü. Şimdi tam keyfini çıkaracakken, artık kırk yaşımda yurt dışına adapte olmaya çabalamak yerine Türkiye’deki verimliliğimi arttırmak istiyorum. Biraz önce de konuştuğumuz gibi siyaset yapmak bana çekici geliyor. İlerleyen günlere bakacağız artık…

DÂHİLİK HER ŞEYİ BİLMEK DEĞİL, BAĞLANTI KURABİLME KAPASİTESİDİR

Çocukluğunuzda dahi çocuk olarak gösterilmenin şu anki yaşamınıza olumlu veya olumsuz nasıl etkisi oldu?

Yüksek bir işletim sistemine olmak yaşamı daha konforlu ve başa çıkılabilir kılıyor. Çocukluğumda sorun yaratan şey, dahi olduğum gazeteler ve televizyon aracılığıyla duyurulunca, yakın çevremizin dâhiliğe, dâhiliğin sahip olduğundan çok daha fazla büyük özellikler atfetmesiydi. İnsanlar için dâhilik, kişinin her istediğini en zahmetsiz şekilde yapabilmesiydi. Doğuştan her şeyi biliyor olmak sanılıyor dâhilik. Oysa deha, varlıklar, olgular ve kavramlar arasında fazladan bağlantılar kurma kapasitesidir. Yani sürekli olarak dünyaya ilişkin veri çekmeniz gerekir. Eğer çevrenizden hiç veri çekmezseniz, yani bilgi toplamazsanız, dahi olup olmadığınızı kimse anlayamaz. Veri yoksa ne hakkında yeni bağlantı kuracaksınız ki? Çalışmanın ardından, çalıştığınız oranda fark yaratabilirsiniz, deha, aynı süre çalışan iki kişi arasında, dahi olanın daha verimli sonuçlar üretmesinden başka bir şey değil. Fakat çocukluğum sırasında toplumun görüşü böyle değildi ve bu dış bakış da benim kendimi uzun süre başarısız hissetmeme yol açtı. Çünkü ne başarırsam başarayım, başarısız sayılıyordum. Sınavda ikinci mi oldum, madem dâhiydim neden birinci olamadım? Boğaziçi Üniversitesi’ne mi girdim, madem dâhiydim neden Harvard’a girmedim gibi gibi…

O dahi çocuğa ne söylemek isterdiniz şimdiden?

İlginç bir şey söyleyeceğim… Ben o yılları istem dışı bir şekilde unuttum. Kişi geçmişine oranla daha iyi bir yaşama eriştiğinde, geçmişin üzerine bir sis perdesi iniyor, geçmişi geçmiş yapan parçalar birbirlerinden ayrılıyor, müstakil birer an’lara dönüşüyor. Artık bir bağlam yok, parça parça görüntüler, sesler ve hisler var. Bu parçalar ancak yaşamım geçmişe oranla daha kötü olduğunda yeniden birleşip anlamlı bir bütün oluşturabilirler. Şu an çok büyük oranda bugüne ve bir miktar da geleceğe odaklıyım. Yaşam benim için sürekli olarak iyiye gitti. Umarım önümüzdeki yıllar geçmişimi özlemle yâd edecek günlere gebe olmaz.