Süleyman Saim Tekcan: Sanatçı kendi olan kişidir

Sanatçı Süleyman Saim Tekcan: ''Sanatçı kendi olan ve başka birine benzemeyen kişidir. Nereden beslendiğini de doğru bilmesi gerekir. Eğer siz benim çalışmalarımdaki atlarıma bakıp da bilmem kimin atına benziyor derseniz ben Süleyman Saim olmam. Onun için sanatçılar kimlik dediğimiz meseleyi doğru oluşturmak, farklı ve kendi olmak mecburiyetindir.''

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Süleyman Saim Tekcan, sanatçı ve bir eğitimci. Dünyada kendi adıyla anılan resim baskı tekniğinin sahibi, içinde 25 binden fazla sanat eseri bulunan İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi İMOGA'nın, aynı zamanda geçmişten günümüze Türkiye'nin dört bir yanındaki sanat okullarının, liselerinin ve akademilerinin kurucusu, diğer bir deyişle baş sanat öğretmeni. Binlerce sanatçının hayatına dokunmuş, ekolünü yaratmış bir sanat üreticisi, vakti zamanının oyuncusu. Biyografisine sayfalar sığmayan, hayatını bir üretim anlayışı üzerine inşa etmiş bir isim. Bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri'nde Resim kategorisinde ödüle layık görülmesi vesilesiyle büyük usta ile İMOGA'da Akşam Cumartesi okurları için bir araya geldik. Hem sanat dolu hayatına hem de yaşama dair konuştuk. Buyurun sanat ve anlam dolu sohbetimize...

SANATIMIZI BU TOPRAKLAR ÜZERİNE İNŞA ETMEMİZ LAZIM

Nasılsınız, bir sanatçı, bir üretici ve bir eğitimci olarak şu ara neler düşünüyorsunuz?

Yaşlı bir sanatçı olarak bu soruya cevabımı Leonardo'nun bir sözüyle vermek istiyorum. Ölüm döşeğindeyken ona "Usta ne düşünüyorsun?" diye soruyorlar. O da "Tam sanatı öğrendim, çok iyi şeyler üretebileceğim bir zamana geldim ama ölüyorum" diyor. İnşallah ömrümüz yeterse üretmeye devam edeceğim. Daima kültürümüz ve Anadolu uygarlıkları üzerine düşünen bir sanatçıyım. Bu ülke toprakları gibi toprak dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Bizim de bu topraklardaki kültür üzerine sanatımızı inşa etmemiz lazım. Benim sanatımı etkileyen birçok konu var. Ama hiç vazgeçmediğim şey Nazım'ın dediği gibi 4 nala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim... O at sırtında geldiğimiz bu ülkede yine o at sırtında bir imparatorluk yaratan bir devlet, bir milletiz biz. Onun için at çok önemli. At olmasaydı dünyada hiçbir imparatorluk kurulamazdı. Çalışmalarımda at konusunu bırakmadan devam ettim. Benim babam bir cami hocasıydı; Hoca Temel Efendi, çok bilgili bir insandı. Arapça ve Farsça biliyordu, iyi de bir hattattı, onu hatırlıyorum tabii. Akademide birlikte çalıştığım bir büyüğüm, meslektaşım vardı ki onu da unutamıyorum; Emin Barın. O bana bir tuğra getirdi, "Bunu sana yazdım" dedi. "Trabzon'da iki Süleyman doğdu, biri Kanuni Sultan Süleyman, birisi de Süleyman Saim Tekcan. Bu da Süleyman Saim Tekcan tuğrası" dedi. Bu tuğra sayesinde atlarla hattı birleştirerek bir dönem yaşadım. Genelde güzel sözler olan ve okunması pek önemsenmeyen kaligrafiye bir soyut sanat eseri olarak bakıp değerlendirdim. Kaligrafi ile atı buluşturarak atlar ve hatlar serisi yaptım. Böylece benim belki dünyaya açılmam, dünyanın her yerinden gelen yabancıların Cağaloğlu'ndaki bir galeriden benim gravürlerimi alıp götürmeleri ile başlayan bir gravür serüvenim oldu. Aynı zamanda resimlerime de devam ettim. Yağlı boyalar ve heykeller yaptım. Böylece uykuda olmadığım saatlerde dahi rüyalarda buluştuğum bir sanat serüveni ile bugün 83 yaşına kadar geldim.

ÇOK MUTLU YAŞADIM VE HALA YAŞIYORUM

Bütün bu yolculuğa bakınca ne geçiyor içinizden, nasıl tanımlıyorsunuz bu serüveni?

Çok mutlu yaşadım ve hala yaşıyorum. Çevremdeki insanlar bu mutluluk için bana geliyorlar. İnsanlar mutlu olmayan insanları ziyarete gelmiyor. Biz sanat konuşuyoruz, güzellikleri, geleceği ve yaratıcılığı konuşuyoruz. Bunlar çok önemli şeyler. Öte yandan çocukluğumda suyun biriktirdiği çukurdan aldığım çamurla yaptığım heykeller olmasaydı ben bugün heykelle buluşmayacaktım. Ya da orta okulda çok iyi hocalardan resim dersi almamış olsaydım resimle çok iyi bir arkadaşlığım olmayacaktı. Algılarla işitiyorsunuz, görüyorsunuz, düşünüyorsunuz ama bazen o düşündükleriniz yetmiyor. İster ressam ister müzisyen olun fark etmez, vücudunuzu da eğitmek zorundasınız. Nice insan beyni küçük yaştan eğitilmediği için çok iyi bir ressam, heykeltıraş olamıyor. Bu nedenle bir bütün halinde düşünmek lazım. Benim sanatçı olmam; heykel, resim, gravür, serigrafi yapmamda geldiğim bir noktadır, hiçbir şey birden olmuyor. İmkânları ve o imkânlar içerisinde üretimleri gerçekleştirecek yapıyı oluşturmak çok önemli. Yaptığım gravür ve serigrafilerden, benzer işlerden kazandığım paralarla atölye kurdum. O atölyelerde kendi işlerimi ürettim ve sanatımı zenginleştirdim. Eğer bir atölye veya bir çalışma mekânı olmazsa üretemezsiniz. Türkiye'de birçok saygıdeğer sanatçının başarabilecekleri halde başaramamalarının sebebi ortamlarını yaratamamış olmalarıdır. Ben öyle bir ortamı kendime yarattım.

SANAT İÇİN YAPTIKLARIM AİLE BÜTÇESİNİ HİÇ RAHATSIZ ETMEDİ

Yıllarca sanata dair çok önemli girişimlerde bulundunuz. Bu süreçte yalnız değildiniz eminim. Aileniz ve çevrenizden nasıl geri dönüş ve destekler aldınız?

Bazı aileler bazı insanların önünü keser ama ailem, çocuklarım bana yardımcı oldu. Sanata yaptığım tüm yatırımlarda ailenin bütçesinden kesilen paralar hiçbir zaman ailemi rahatsız etmedi. "Ne gereği vardı" diye konuşsalardı eğer, biz ne müzeyi yapabilirdik ne de Çamlıca Sanat Evi'ni. Hayat ve yaşamı aile ile bütünleştirmek çok önemliydi. Atölyemde sanatçılarla çalışırken öğlen yemeklerini karım hazırlayıp getiriyordu. Orada yemek yiyip sohbet ediyorduk, sanat konuşuyorduk. Türkiye'de eksik olan şeylerin başında yeterli müzelerin olmayışı geliyor. Bu nedenle ben müze kuracağım diye kafama koydum ve yaptım. Türkiye'de Batı ölçeklerinde müzeler yapmak gerekiyor. Rönesans'a sanatçılar vasıtasıyla ulaşıldı. O sanatçılar olmasaydı böyle bir şey olmayacaktı. Sanat çağdaşlaşmayı getiren, düşünceyi boyutlandıran bir şey. Bunun için bir ülkenin önceliği sanatçısını desteklemek olmalı.

Anadolu coğrafyası bir usta sanatçı olarak çok önemli sizin için...

Amerika'dan Yeni Zelanda'ya kadar Avustralya, Japonya, Çin, Kore ve Avrupa'nın tümünü gezen bir hocayım. Dünyanın neresine giderseniz gidin Anadolu kadar farklı medeniyetlerin eser bıraktığı başka bir ülke yok. Atatürk bunun üzerine Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni kurmuş ancak yeterli değil. Bu ülkenin kıymetini bilmek lazım. Benzeri müzelerden İstanbul'a, İzmir'e ve daha birçok yere yapmak lazım. Çünkü birçok eser ortalıkta dolanıyor. Türkiye'de sanat eserine kıymet veren bir devlet imajını Batı'ya karşı göstermemiz lazım. O zaman birçok insanın Türkiye'ye gelmesi ve bu eserleri görmek için seyahat etmesi kaçınılmaz.

BİRÇOĞUNUN ADI SANATÇI DEĞİL, İCRACI

Peki sizce günümüz güncel sanatçılarının Anadolu'ya ya da bu coğrafyadaki sanata burun kıvırması neden?

Yurt dışında eğitim gören sanatçıların çoğu gittikleri atölye ve eğitimlerden getirdikleri bilgilerle resimler yapıyordu. Çoğu ya empresyonizm ya da kübizm gibi cereyanlardan öğrendikleriyle sanat eseri üreten insanlardı. Şunu anlatayım, Bir gün Paris'te açılan bir sergi var, Türk resim sanatı üzerine. Sergiyi gezen Fransız eleştirmen sergi komiserine "Türk resim sergisi nerede sergileniyor? Bu eserlerin içerisinde Picasso var, Matisse var ama Türk resmi yok, nerede?" diye soruyor. Kısaca, sanatçı kendi olan ve başka birine benzemeyen kişidir. Nereden beslendiğini doğru bilmesi lazım. Eğer siz benim çalışmalarımdaki atlarıma bakıp da bilmem kimin atına benziyor derseniz ben Süleyman Saim olmam. Onun için sanatçılar kimlik dediğimiz meseleyi doğru oluşturmak, farklı ve kendi olmak mecburiyetindir. Şimdi mesela çağdaş sanatçı diyorsunuz ama çağdaş nedir onu da konuşmak lazım. Bir sanatçıyı beğenip "Ben de buna benzer resim yapıyorum" diyen kişinin çıkış yolu yanlıştır. Eğer alt yapısı da yoksa onun adı icracıdır. Dünyada Beethoven, Mozart, Dede Efendi gibi kompozitörler vardır. Ama buna karşılık bu sanatçıları icra eden milyon tane insan var. Bu insanlara biz icracı diyoruz. İcracılar yorum yapmaya başlarlarsa ancak kompozitör oluyorlar. Resimde de şu an buna benzer bir olay yaşanıyor, birine benzer bir sanat eseri üretip sonra da büyük sanatçıyım demek, ancak bizim ülkemizdeki birçok cahil insanı kandırmak olur.

ANCAK KENDİ SINIRLARINI ÇİZMİŞ BİR SANAT, TARİHTEKİ YERİNİ ALIR

Çağdaş sanatın kendini sınırsız, eleştiriye kapalı ve dokunulmaz bir yere konumlandıran üslubu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Günümüze gelinceye kadar çok farklı cereyanlar var sanatta. Tüm bu cereyanlar içerisinde sadece bazıları sanat tarihindeki yerini aldılar. Kendi sınırlarını çizmiş bir sanat cereyanı yenilik içerisinde farklı bir boyut taşıyorsa ancak bu şekilde sanat tarihindeki yerini alabilir. Yoksa moda olarak o gün yaşanır ve sonra da ölür, bütün mesele bu. İnsan düşüncesi eğer iyi bir eğitimden geçmişse devamlı farklılıklara açık bir zihindir. Ancak dünyayı ve biz insanları yönetenler, bu kadar yaratıcı bir düşünce ortamı olmasını istemiyorlar. Dar sınırlar içerisine düşen insan tipini daha kolay yönetiyorlar çünkü. Bu noktada şöyle bir örnek vereyim, Adem'in Yaratılışı tablosu. Âdem parmağını uzatıyor, Tanrı da parmağını uzatıyor. Tanrı'nın olduğu yerde ise bir beyin formu var. Yani sanatçı beyin formu içerisine tanrıyı yerleştirmiş. Tanrı da o beyin formu içerisinden parmağını uzatarak, Adem'i yaratıyor. Sanatçı Michelangelo burada bütün dinlerin kutsal olduğuna ama beynin tanrıyı yaratan önemli bir organ olduğuna dikkat çekiyor. Kendimizi ve düşüncelerimizi hiçbir şekilde bir şeye hapsetmeyeceğiz. Her şeyi yaratan şey düşünce. Düşündüğünüz zaman Tanrı'ya daha yakın oluyorsunuz. Ben bir hoca çocuğu olarak Kur'an-ı Kerim'i çok okudum, inceledim. Körü körüne itaat değil; dinler gerçek düşünen insanlar tarafından okunup anlaşıldığı zaman bir anlam ifade ediyor. Düşünmek ve kültürlenmek çok önemli. İnsanları düşünce sınırları içerisine hapsettiğiniz zaman, onları öldürüyorsunuz, köle olarak kullanıyorsunuz. Kölelik kötü bir kavram. İnsanları eğitmekse çok önemli, bizim görevimiz o.

DÜŞÜNCEYİ BOYUTLANDIRMAK İNSANLIĞIN OLMAZSA OLMAZIDIR

Döneminizde sizinle birlikte çok önemli sanatçılar da çıktı...

Türk sanatında birçok değerli isim var ama ne yazık ki hak ettikleri yerde değiller. Çünkü hak ettiği yerde olabilmesi için o ülkenin uluslararası platformunda saygın bir kültür imajı yaratması lazım. Müzelerimiz bunun için olmalı. Duvarlarımızda sanat eserleri, parklarımızda heykeller yer almalı. Kur'an-ı Kerim'de ne heykelin ne de resmin günah olduğunu yazan bir tek kelime yok. Sanat üretmek, yaratıcılık ve düşünceyi boyutlandırmak, insanlığın olmazsa olmazlarıdır.

BU TEKNİK İÇİN DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDAN DAVETLER ALDIM

Doğrudan sizin adınızla bilinen bir sanat tekniği var, sizden dinleyebilir miyiz?

Serigrafide önce bir renk basılır, örneğin kırmızı. Arkasından başka bir renk basılır, kurutulur. Kuruta kuruta belki 20 farklı renkle bir resim oluşturursun. Benim tekniğimde ise sarı, kırmızı, mavi, siyah ve beyazla beraber sonsuz bir renk skalası oluşuyor. Çünkü kurumasını beklemiyorum. Bu serigrafi yaş baskı tekniği, birçok renk var. Bu renkleri tek tek basmaya kalksan basamazsın bir de bu değil, başka bir şey olur. Benim tekniğimde bir yığın renk tonu var. Bu teknik için dünyanın birçok yerinden davetler aldım, derse gittim. Dünyanın dört bir yanında eğitimler verdim. Birçok yerden bu tekniği öğrenmek üzere gelen profesörler oldu.

SİNEMADA SANATÇI YÖNETMENDİR, OYUNCU DEĞİL

Metin Erksan'ın Sevmek Zamanı gibi çok önemli filmlerde yer aldıktan sonra sinemayı neden bıraktınız?

Sinemada yer aldığım yıllarda Işık Lisesi'nde müdür yardımcılığı yaparak geçiniyordum. Sinemadan hiç para kazanmadım, yaşamımı sürdürmem imkansızdı. Öte yandan oyuncular bir filmde o filmi yapan sanatçının yani yönetmenin isteklerini yapan kişi oluyor. Belki kendileri de bir şey katıyor ama önemli olan o değil. Orada sanatçı olan, filmi yapan yönetmendir, oyuncu değildir. Ben oyuncuydum orada. Sanatçı kimliğim için yönetmem olmam ya da bırakmam gerekiyordu, ben de bıraktım. Sadece bu değil, belki ekonomik olarak çok ekonomik cazip şeyler karşıma çıksaydı devam edebilirdim. Yoksa sinema için çok yakışıklı bir adam olduğum söyleniyordu. Ama hayatımda öyle bir deneyimden geçmemin bana faydası oldu. Sinemadan çok şey öğrendim, hala da öğreniyorum. Bir de Metin Erksan gibi benim bir ömür boyu arkadaşım olan biriyle bir arada yaşadım. Onunla her şeyi konuştuk, müzenin açılışında dahi vardı, konuşma yaptı. Ölmeden önce birçok kitabını paketlemiş ve "Ben öldükten sonra Süleyman Bey'e verilecek" demiş. Düşünen bir insandı...

YAŞAYAN ŞEY BEDEN DEĞİL, DÜŞÜNCE VE FELSEFEDİR

Bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri'nde Resim kategorisinde ödül alacaksınız, mutlu musunuz, ne düşünüyorsunuz?

Elbette çok mutluyum ve hak ettiğimi de düşünüyorum. Ama benim gibi hak eden birçok insan olduğuna da inanıyorum. Türkiye'de bu ödülü hak eden birçok insana da bu ödülün yaşamları içerisinde verilmesini istiyorum. Çünkü bu önemli bir şey. Müzemizin birinci katında büyük bir duvar var. O duvara atölyemizde çalışıp, bugün yaşamayan kişilerin fotoğraflarını astım. Sanatçılar için ölmek önemli değil öldükten sonra yaşamak önemli. O duvara bu sözümü de yazdım. Öldükten sonra yaşayan kişiler sanatçıdırlar. Hepimiz öleceğiz ama öldükten sonra isimleri yaşayan sanatçılar var. Biraz önce, Leonardo, Michelangelo ve Raffaello'dan bahsettik, onlar yaşıyorlar. Yaşayan şey beden değil, bir düşünce, felsefe ve yaratıdır. Bu nedenle ödüller de önemli. Bu ödül bir emeğin karşılığı ben bu emeği bu ülkeye verdiğimi düşünüyorum.