GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com
Dünya tarihinin dönüm noktası sayılabilecek olaylardan biri olan atom bombasının yapılışını ve bu korkunç silahı geliştiren Amerikalı fizikçi J. Robert Oppenheimer'ın hayatını konu alan Oppenheimer bu hafta vizyona girdi. Seyircinin giderek uzaklaştığı sinema salonlarında hareketliliğe yol açması beklenen ve konu itibariyle de hevesle beklenen filmlerden biri olduğunu da not düşeyim bu yapımın.
Her filmi ile sinema dünyasını ve sinemaseverleri bir kez daha kendine hayran bırakan Christopher Nolan'ın yönettiği filmi izlerken büyük devlet adamı, Bosna-Hersek'in kahramanı Aliya İzzetbegoviç'in "Savaş, ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir" cümlesi dönüp durdu zihnimde. Zira atom bombası için üç yıl boyunca Oppenheimer liderliğinde çalışan ekip düşmanından daha öldürücü bir silaha sahip olarak barışı getirebileceğine inanıyor. İkinci dünya savaşından bu yana dünyanın dört bir yanında yaşanan sayısız katliam, çatışma, savaş, kimyasal silahlarla yapılan hava saldırıları, soykırımlar düşünüldüğünde 'atom bombası'nın barışı getirmek şöyle dursun insanın insana yapabileceğinin sınırını çok daha ilerilere taşıdığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Ancak bilim adamı kimliğini kirli siyasetinin hizmetine veren Oppenheimer, ne yazık ki İzzetbegoviç'in bu ahlâki duruşundan fersah fersah uzak. Yaptığı buluşun nelere mâl olacağını fark ettiğinde itiraz etmeye çalışsa da ruhunu satın alan şeytana tâbi oluyor. Askeri yetkililerle bomba hangi şartlarda kullanılırsa hedefe daha çok zarar verir hesabını yapmaktan geri durmuyor. Yine de işin daha ileri boyutlara gitmemesi için ABD Başkanı'nı uyarmak zorunda hissediyor kendini. Başkan Truman'la görüşmesinde kurduğu "Ellerimde kan olduğunu hissediyorum" cümlesine karşılık memnuniyetsizliğini belli eden Truman "O kan benim ellerimde. Bırakın da bu konuda ben endişeleneyim." cevabını veriyor.
SOĞUKKANLI BİR ZALİMLİK
İkinci Dünya Savaşı devam ederken kesin bir barış sağlamak ve ABD askerlerinin sağ salim ülkesine dönmesi için Manhattan Projesi'nin başına geçen Oppenheimer, New Mexico'daki Jornada del Muerto çölünde kurulan Los Alamos üssünde düşmanlara gözdağı vermek ve bomba üzerinde çalışan diğer ülkelerin bir adım önüne geçmek için atom bombasını geliştiriyor. Film, maddenin sınırlarını zorlayarak nereye kadar varabileceğini görmek isteyen dahi düzeyindeki bu çılgın bilim adamının geldiği noktanın dünyayı nasıl bir karanlığa sürüklediğinin özeti. Özet dediysem üç saatlik bir seyir var karşınızda. Nolan'ın anlatı diline alışkın olanlar için hayli keyif verici bir yapım. Ancak film olmaklığın ötesinde dün denilebilecek bir zaman diliminde dünyaya hâkim olmaya çalışan güçlerin milyonlarca insanın canına kast edecek bu zalimliği nasıl soğukkanlılıkla planladıkları, Los Alamos'taki ekibin bilim aşkına gece gündüz çalışırken dile gelen vicdanlarını nasıl susturdukları da açık ve net bir biçimde gözler önüne seriliyor. Oppenheimer, atom bombasını yaparken bu buluşun insanlık tarihinde nasıl bir kırılmaya yol açacağının pekala farkında olsa da ekibini 'Biz bilim adamıyız, işimiz atom bombasını yapmak, onun nerede, nasıl kullanılacağı bizim sorumluluğumuzda değil' diyerek ikna yoluna gidiyor.
Ancak atom bombasının icadı savaş sonrası ABD ve Sovyetler Birliği arasında 'Soğuk Savaş' denilen dönemin başlamasına yol açtı. Bugün gelinen noktada ise Rusya, ABD, Çin, Fransa ve İngiltere sahip oldukları nükleer silahlarla güç dengesini ellerinde bulundurmaya çalışıyor.
ATOM BOMBASI İLE KATLİAM BAŞARISI (!) NA ÇILGINCA SEVİNMEK
Kai Bird ve Martin J. Sherwin'in American Prometheus adlı kitabından sinemaya uyarlanan filmde Oppenheimer'in yaptıkları ilk denemenin ardından mırıldandığı "Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi." dizesi insanın ne kadar kötücül bir varlık olabileceğini mıh gibi kazıyor aklımıza. Ünlü fizikçinin 'Amerikan Prometheus'u olarak adlandırılması da işte bu yüzden.
Oppenheimer'in gençlik yıllarında okuduğu bir Hindu kutsal kitabında geçen dize ünlü fizikçinin nasıl bir güce hükmettiğinin en çarpıcı göstergesi. Ancak ABD, 2 milyar dolar yatırım yaptığı ve kendisine dünyayı dize getirme imkânı verecek devrim niteliğindeki bu buluşu elbette gel-gitleri ve kişisel açmazları ile de tanınan Oppenheimer'in inisiyatifine bırakacak değildir. Nitekim atom bombası tamamlandığında Oppenheimer, ABD Atom Enerjisi Komisyonu'nun kurucu üyesi Lewis Strauss tarafından o yılların en gözde karalama biçimi olan komünistlik ve ajanlık suçlaması ile saf dışı edilir.
Cillian Murphy, Robert Downey Jr, Matt Damon gibi aktörlerin oyunculukları, güçlü hatta yer yer her şeyin üstüne çıkan müzikleri ile sarsıcı bir seyir sunan filmde bana göre en zirve sahne Oppenheimer'in başarısını kutlamak üzere ekibinin karşısına çıkarak teşekkür konuşması yaptığı anlar. İnsanoğlunun bir katliamı 'başarı' olarak görerek çılgınca sevinebilmesi buna karşılık vicdanını susturamayan bir, iki kişinin gizli saklı birbirlerine sarılarak ağlayışı, Oppenheimer'in salondaki insanların bedenlerini patlamadan tahrip olmuş, erimiş biçimde görmesi herhalde izleyenlerin hafızalarında uzun yıllar yer edecek.
ABD'li zengin bir Yahudi ailenin çok iyi şartlarda yetişmiş çocuğu olan Oppenheimer'ın her fırsatta Hitler'in kendi ırkına yaptıklarını hatırlayıp seyirciye hatırlatırken hikâyenin sonunda Hitler'in Yahudilere yaşattığı acılara benzer bir katliamın sorumlularından biri hâline gelmesi hayli mânidar. O yüzden bir kez daha rahmet olsun Aliya İzzetbegoviç'e; "Savaş, ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir" !