GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com
Sinema ve ekrana iş yapanlar akımları, modaları sever. Tutmuş bir iş söz konusuysa risk alıp karşılık görüp görmeyeceği tahmin edilemeyen bir hikâye anlatmak yerine iyi bir rating ya da gişe yakalamış bir işin versiyonlarını yapmak her zaman daha garantili ve kazançlıdır.
Recep İvedik'in sonu gelmez bir seriye dönüşmesi ve benzer ilkel güldürülerin akıma dönüşmesi, her dönem hazır izleyici kitlesi olan korku filmleri, sinemamızda Hollywood ve Batı sinemasına göre hayli geç keşfedilse de bilhassa dram damarını köpürterek bol gözyaşlı bir dramaturji ile pazarlanan biyografi yapımları da bu kalemdendir. Gerçi bizdeki biyografi filmleri batıdaki bilim adamı, siyasetçi ve kanaat önderlerinin aksine sadece popüler figürleri perdeye taşımaktan ibaret olsa da gişesi en sağlam olan türler arasında zirveye oturdu son yıllarda.
DİN TEMALI FİLMLER
Televizyon ekranlarında birkaç sezon farklı varyasyonları ile ekrana gelen ve yine garip bir biçimde çok izlenen psikolojik-drama diyebileceğimiz gerçek hayattan esinlenilen terapi dizileri de üç yıla yakın yapımcıların kasasını dolduran yapımlardı. Son iki yıldır ise televizyon, dijital ve sinemaya iş yapanlar on yıllardır yok saydıkları bir seyirci kitlesini keşfetti. 1990'larda sinema ve ekran ile dindar yönetmenlerin çektiği 'İslamî' filmler yoluyla bağ kuran kitlenin çocukları artık iyi birer sinema ve tv izleyicisi olmuştu. Onların yaşam tarzı, modern hayat karşısında yaşadığı çelişki ve açmazlar, dindar mahallenin sekülerleşmesi ile ortaya çıkan garip tercihler aynı hikâyeler etrafında, gitgide tıkanan sektör için verimli ve münbit bir anlatı imkânı tanıyordu. Üstelik bu başlıklar 'gerçek hayattan esinlenilmiştir' sosu ile servis edilip son 30 yılın kutuplaşma dili de çatışma unsuru olarak kullanılınca ortaya yeni bir moda çıktı. Din temalı sinema filmlerinin geçmişi 1970'lere kadar dayansa da 28 Şubat'taki baskılar dindar ya da seküler tüm yönetmenlerin 'din' konusuna temkinli yaklaşmasına yol açmıştı. Ancak 2000'li yıllarda ortaya çıkan Yeni Sinema hayatın olağan akışı içinde dini ve dini figürleri 'islamcı' olarak yaftalanma kaygısı olmaksızın kullanmaya başladı. Kimi Yeşilçam alışkanlığını sürdürüp dindar figürleri karikatürize ve 'kötü' göstermeye devam ederken kimileri de dindar karakterlerle barışma, onları zaafları, çelişkileri ve modernleşme sürecinde yaşadıkları ve savrulmalarla gündemine almaya başladı.
YENİ AKIM ÇOK TUTTU
Dindar kesim tarafından çoğunlukla eleştirilse de Takva filmi bu anlamda çok gerçek bir özeleştiri filmi olarak önemli bir milattı. Para, güç ve iktidarla imtihan olunan cemaat mensubu sıradan ve samimi bir Müslümanın inancıyla sınanmasını konu alan Takva, modern hayata karşısında inancını kavileştirmek yerine akıntıya kapılan dindarlara ayna tutuyordu bir bakıma. 'Dindar' kimlikli sinemacılar çoğunlukla sistemle mücadele eden inançlı karakterlere odaklandığı için genelde bu bireysel çatışmalara pek itibar etmedi. 1990'larda kendini kurtarmış, cenneti garantilemiş Müslüman karakterlerin parıldadığı tebliğ filmleri kendi kitlesinden karşılık görse de sonraki nesiller için pek bir şey ifade etmedi. Zira 2000'ler sonrası yetişen 'dindar' nesiller farklı bir dünyaya doğmuştu ve sinemada, tiyatroda bambaşka sorulara cevap arıyordu.
Sinema alanında varolan dindar yapımcı ve yönetmenlerin çoğu bu imkânı değerlendirmezken, TRT ve muhafazakar sermayenin tv kanalları aşk, entrika, mafya dizilerinden başını kaldıramazken Gold Film'in sahibi yapımcı Faruk Turgut yeni bir akımın fitilini ateşledi. Katıldığı bir youtube söyleşisinde yıllardır görmezden gelinen bir kesimin varlığını fark edip, artık tutmayan, benzer hikâyeler anlatmak yerine bu kesimi ve izleyici kitlesini de hesaba katan işler yapmaya karar verdiğini anlatırken bunu tamamen ticari kaygıyla yaptığının da altını çizdi. Muhafazakâr medya Kızılcık Şerbeti ile başlayıp Kızıl Goncalar ile devam eden bu furyayı tıpkı Takva filmine yaptığı gibi çok sert tepkilerle karşılasa da genel seyirci hem dindar hem de seküler kesime yönelik özeleştirilerde bulunan bu yapımları sevdi ve yeni sezon için kredi verdi.
ÇATIŞMA KONUSU ZAAFLAR
2022 yılında ekran macerası başlayan Kızılcık Şerbeti, her bölüm entrika dozunu artırıp özellikle dindar ailenin aslında ne kadar 'yozlaşmış' ve 'ikiyüzlü' olduğunu gösterirken söz ve görüntüden kalbe inmeyen dindarlığın ne kadar samimiyetten uzak ve 'mış gibi' yaşandığını da karikatürize ederek ekrana taşıdı.
Doğrudan bir cemaat yapısı etrafında kurgulanan Kızıl Goncalar ise çok daha derinlikli bir senaryo olarak dikkat çekti. Senaristinin FETÖ'cü olduğu iddiaları bile diziye olan ilgiyi azaltmadı. Özellikle ana karakterler Doktor Levent ve tarikatın genç şeyh adayı Cüneyd Efendi arasındaki diyaloglar felsefi boyutuyla da bildik dizi repliklerinin ötesine geçti. Dizi sürerken Kızıl Goncalar'daki Faniler adlı tarikatın İsmailağa Cemaati'ne olan benzerliği de soru işaretlerine neden oldu. Tarikat ve derin devlet bağlantılarına ilişkin kurmaca ülkemizde dini yapıların yakın tarihte sistem eliyle nasıl bambaşka amaçlar için kullanıldığı düşünüldüğünde hiç de rahatsız edici gelmedi. Aksine gerçek ve samimi dindar kimliği ile Meryem ve kızı Zeynep'in duruşu, ait oldukları cemaati sorgulamaları az önce sözünü ettiğim yeni nesil dindarların kafalarındaki sorulara cevap olacak nitelikteydi.
SİNEMADA ARADA KALMIŞLIK...
Yaygın kanallarda böyle bir akım almış yürümüşken dijital mecralar da bu akımdan payına düşeni aldı. Bu ay Netflix'te ikinci sezonu gösterime giren senaryosu Rana Mamatlıoğlu, Bekir Baran Sıtkı ve Murat Uyurkulak'a ait olan Kübra, insanların inanma ihtiyacının nasıl manipüle edilebileceğini konu alan hikâyesi ile dikkat çekti. Askerliğini yaparken görev aldığı karakola baskın yapılan ve bölükten sağ kurtulan tek kişi olan Gökhan, yaşadığı kenar mahallede sakin bir hayat sürerken telefonuna gelmeye başlayan mesajlar onu bambaşka bir yola sürükler. Gerçeği görmek yerine kendisine servis edilen kurmaca gerçekliğe inanmayı seçen Gökhan, Allah tarafından seçilmiş kişi olduğuna, adalet ve özgürlük getirmek için görevlendirildiğini, telefonuna düşen mesajlar yoluyla Allah'ın kendisi ile görüştüğünü düşünmeye başlar. Yaşadığı yanılsamaya çevresindekileri ve yaşadığı mahalledeki alt sınıfı da inandıran Gökhan, Semavi adıyla bir cemaat kurar. Sisteme kafa tutup, ezilenlerin sesi olmaya çalışan Semavi, sömürü düzenini değiştirmek için devlet yönetimi ile işbirliği yapar. Buradan sonrasında olanlar yer yer FETÖ'nün sistematiğini, sokak hareketleri de Gezi kalkışmasına benzer sahneleri hatırlatır. Neticede milyonlar sıradan bir kaportacı iken bir anda kurtarıcı olan bu gencin 'manifesto'suna inanıp peşine takılır. Ne ki Allah adına mücadele ettiğini söyleyen bu grubun Müslümanlıkla (iyi ki) pek ilgisi yoktur. Semavi'nin metruk bir kulübede bir ateş başında Allah'a yakardığını, arada bir iki kere namaz kıldığını görürüz sadece. İkinci sezonun başında kendisine mesaj atanın Allah değil bir yapay zeka uygulaması olan Kübra olduğunu öğrense de Semavi, kendini var eden bu illüzyonun dışına çıkmak istemez ve yine gizli gizli ateş başında Allah'la konuşmaya devam eder. İnsanları kurtarıcı rolüne soyunan genç adam, bırakın diğer insanları en yakınlarını ve kendini bile kurtaramayacak bir noktaya sürüklenir. Dizide bana en ilginç gelen normalde din ile herhangi bir bağı olmadığı görünen bir karakterin Allah tahayyülü ve Allah'ın kendisiyle konuştuğu fikrine bu kadar kolay inanması.
Sinema perdesinde din olgusunun seyri çok daha uzun ve farklı akslarda ilerledi. Ancak son dönemde dizilerde olduğu gibi sinemaya da din ve inanç, kahramanların ait olduğu yapıları sorguladığı hikâyeler üzerinden yansıyor. Yazar yönetmen Nehir Tuna'nın geçen yıl Venedik Film Festivali resmi seçkisinde yer alan, Ufuklar bölümünde dünya prömiyerini yapan ve İstanbul Film Festivali'nde de En İyi Film Ödülü olan Altın Lale'ye uzanan ilk uzun metrajı 'Yurt', 1996'da laik-dindar kutuplaşmasının yaşandığı dönemde 14 yaşındaki bir gencin arada kalmışlığını konu alıyor.
Gündüzleri özel bir koleje giden akşamları da babasının bağlı olduğu cemaatin yurdunda yatılı olarak kalan Ahmet, iki sistem ve ezber arasında kendini bulmaya çalışır. Sonradan dindar bir yaşam tarzını seçen ve bir cemaate bağlanıp o yapının finansörlerinden biri haline gelen babası, Ahmet'in kendisi gibi dini hayata geç kalmaması, Allah'a inanan, Allah'tan korkan, sakınan biri olarak yetişmesini ister. Ancak yurttaki baskıcı ortam Allah'ı sevdirmek bir yana büyümekte olan bir çocuk için çok zorlayıcıdır. Televizyonda sadece hayvan belgeselleri izlenen yurt, cemaat yurdu olduğu için zaman zaman askerler tarafından baskına uğrar. Filmde sistem tarafından tüm dindarların Aczimendi olarak nitelendirildiği vurgusu dikkate değer. Zira Ahmet'in babasının da içinde olduğu cemaatin Aczimendilerle hiçbir ilgisi yoktur. Sözkonusu cemaatte çocuklara ve ailelerine yönelik davranış biçimlerine bakıldığına FETÖ'ye benzediğini söyleyebiliriz. Ahmet'in Yurt'ta başına gelen zorbalıklar dışında yaşadığı en büyük kırılma, babasını memnun etmek için cemaat halkası içinde rabıta kuracak seviyeye geldiği halde beklediği manevi lezzete ulaşamaması. Kaldı ki rabıta cemaatlerde değil tarikatlerde yaşanan bir hâldir. Ancak yönetmen ya bilmediğinden ya da hepsini aynı kefeye koymak istediğinden anlatısını böyle kurgulamış. Ahmet'in babasına en büyük isyanı da o noktada olur. 'Senin gibi Allah'la konuşamıyorum.' diyen Ahmet'in Allah tahayyülü ile Kübra'daki Semavi'nin Allah tahayyülü bu anlamda birbirine çok benzer. Hâsılı son dönemde dizi ve film olarak karşımıza çıkan bu akım yeni neslin Allah'la olan ilişkisi, neden inanç konusunda kafa karışıklığı yaşadığına dair pek çok ipucu barındırıyor. Eleştirip yerden yere vurmak yerine zora talip olup bu filmlerin satır aralarını doğru okumak ve kendi sorularımıza kendi cevaplarımızı vereceğimiz yapımlar ortaya koymak gerekiyor vesselam.