Pandeminin bitmeme ihtimalinde 'Bir Annenin Sonatı' hakkında

Kısalarla Söyleşi-Yorum'un bu haftaki konuğu Bir Annenin Sonatı adlı kısa filmiyle yönetmen Fehmi Öztürk. Yönetmen bu filminde pandeminin bitmeme ihtimalini arkasına alarak, genç bir kadının annesinin yokluğunda onu nasıl ve ne şekilde somutlaştırdığını anlatarak karşımıza çıkıyor.

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Kısalarla Söyleşi-Yorum’un beşinci ve şimdilik son bölümünden herkese merhaba. Bu hafta konuğum dünya prömiyerini 3-10 Ekim tarihleri arasında 57. kez düzenlenecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali yarışma bölümünde yapacak olan Bir Annenin Sonatı adlı kısasıyla yönetmen Fehmi Öztürk. Kendisiyle sohbetimize geçmeden önce biraz filmi konuşalım. Başrollerini başarılı oyuncu Hatice Aslan ile Nesrin Cavadzade’nin paylaştığı filmin konusu yönetmen özetiyle şöyle: “Nesrin ve annesi Hatice her günkü gibi sıradan ama problemli bir gün daha geçirmektedir. Her akşam düzenli olarak yüzleştikleri konuları o akşam yine konuşurlar fakat bu ritüel ertesi gün artık tekrar etmeyecektir…”

YÖNETMENDEN HIZLI VE ZEKİCE BİR REFLEKS

Biraz daha detaya inecek olduğumuzda pandeminin bitmeme ihtimalini filminin fonuna yerleştiren Fehmi Öztürk bu kısasıyla annesine ne olduğunu bilmediğimiz genç bir kadının annesini nasıl somutlaştırdığını ve onunla adeta nasıl oynadığını gözler önüne seriyor. Pandeminin bitmediğini rahatlıkla anlayabildiğimiz ve teknolojinin de çok gelişmiş bir zaman diliminde olduğunu görebildiğimiz bir zamanda geçiyor bu film. Hem ürpertici hem de izlemesi keyifli olan bu film, içinde bulunduğumuz pandemiden de besleniyor elbet. Ayrıca yönetmenin böyle bir dönemde pandemi ile ilgili içerik üretiminde bulunması çok hızlı ve zekice bir refleks. Hangi açıdan bakarsak bakalım, hem görüntüleriyle hem de oyunculuklarıyla başarılı bir kısa film olarak karşımıza çıkıyor Bir Annenin Sonatı. Festival yolculuğu yeni başlayan filmi büyük olasılıkla daha birçok festivalde göreceğiz.

FEHMİ ÖZTÜRK: TEKNOLOJİYİ BİR İNTİKAM ARACI OLARAK KULLANDIM 

Sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?

1985 Kıbrıs doğumluyum, 2002’de üniversite için Türkiye’ye geldim. Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV bölümünden 2007’de mezun oldum. 2007’den beri dizi sektöründeyim; rejinin her aşamasında bulundum şu an yönetmenlik yapmaktayım.

Filmin çıkış noktası ne oldu?

İflah olmaz bir Bergman hayranıyım. En sevdiğim filmlerinden biri de Güz Sonat’ı. Oradaki anne-kızın ilişkisinin hastalıklı oluşu çok hoşuma gidiyordu, her ikisini de anlayıp, her ikisine de hak verebiliyorum. Bir gün yine Güz Sonat’ını izlerken, bu kız annesinden bir intikam almaya kalksa nasıl olur diye düşündüm ve film aracılığıyla kızın intikamını alma düşüncesiyle bu hikaye oluştu ve sonunda kızın intikamını aldım.

HANGİ DÖNEMDE OLDUĞU BELİRSİZ

Yaratım sürecinde pandeminin nasıl bir etkisi oldu?

Hikâyeyi nisan ayında yazdım, tam da her türlü izole olduğumuz günlerde. En az mekân ve en az oyuncuyla nasıl bu hikâyeyi senaryolaştırabilirim üzerinde çok etkili oldu pandemi. Küçük bir ekip kurmalıydım çünkü. Ekibin sağlığını düşünmek zorundaydım. Tek mekânda karakterleri tutabilmek için hikâyeyi de pandeminin bir döneminde geçirmeye karar verdim, ama hangi döneminde belirsiz.

Filmde kullanılan kıyafetler bildik gelecek betimlemesinden çok farklı, kısmen geçmişi anımsatıyor. Bunu bilerek mi yaptınız, neden?

Anne-çocuk ilişkisi bana zamansız ve tuhaf bir ilişki gibi geliyor. Bu yüzden dekorda da kostümlerde de bir tuhaflık ve zamansızlık yaratmak istedim. Aslında gelecekte geçiyor gibi ama geçmiş gibi ya da geçmişin bir geleceği gibi görünsün istedim. 1970’lerde Bergman Güz Sonatı’nı bilim kurgu olarak çekseydi nasıl çekerdi sorusunu da düşünüp atmosferi kurdum. Aslında hikâye oldukça zamansız.

Film bugünün dijital kullanımına nasıl göndermelerde bulunuyor?

Bu konuda bir gönderme yapmayı düşünmedim, olduysa da tesadüfidir. Filmdeki teknoloji sadece bir araç aslında. Ve teknolojiyi de çok görmüyoruz. Teknolojiyi de zamansız kullanmaya çalıştım, konsol oyunu oynarlarken, oyun aşırı gerçekçiydi insanların oyun karakteri olduğu bir oyundu ama konsolları 10 TL’lik tetrislerdi. Herhangi bir teknolojik öngörüde bulunmaktan ziyade teknolojinin bir intikam aracı olarak kullanılmasını tercih ettim.

Oyuncuları neye göre belirlediniz?

Bu fikir aklıma gelir gelmez gözümde Hatice Aslan ve Nesrin Cavadzade canlandı. Herhangi bir cast çalışması yapmadım. Sezgilerimle hareket etmeyi çok severim, sezgilerimi çok dinlerim. Sezgilerim Hatice Aslan ve Nesrin Cavadzade dedi. Her ikisini de aradım, böyle bir hikayem var, var olmak ister misiniz diye sordum, her ikisi de hemen kabul etti. Bence iyi bir anne-kız oldular. Aralarındaki uyum hayal ettiğimin çok ötesinde çıktı. İyi ki Hatice Hanım ve Nesrin oldu.

KİŞİSEL HAYATIMDAN İZLER TAŞIYOR

Film yönetmenin hayatından kişisel izler taşıyor mu?

Film yapmak ya da sanat yapmak artık adına ne dersek, yapanının işi olduğu için, ister istemez kişisel izler taşıyor. Hikâye olarak hiç kişisel bir iz olmamasına rağmen, bilinçaltımın yönlendirmesiyle görsel olarak çok fazla kişisel izler taşıdığını farkettim film bittikten sonra. Mesela kızı annemin gençliğine benzetmişim, annemin gençken kullandığı gözlüğün hemen hemen aynısını taktırmışım Nesrin’e, keza Hatice Hanım’ı da annemin son zamanlarına benzetmişim. Ben çiğ enginarı yapraklarıyla yemeyi çok sevdiğim için annem hep bana çocukken yapraklarını kopartıp yedirirdi, böyle böyle izler var filmde. Hikâye olarak çok uzak bir hikâye olsa da, aslında çok kişisel bir film de oldu.

Sinemaya dair yeni çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Aslında Bir Annenin Sonatı aile üçlemesinin ikinci filmi, ilk filmim Free Fun ile “baba” kavramını, Bir Annenin Sonatı ile “anne” kavramını sorgulamaya çalıştım. Üçlemenin son filmi de, Gayrı Resmi Bir Ailenin Pek Müşterek Hikâyesi, “çocuk” üzerine bir sorgulama olacak. Projemiz hazır. Salamis Ayşegül Şentuğ ile hikâyeyi oluşturduk. Biraz farklı bir iş olacak, farklı bir teknikle çekmek istiyorum üçüncü filmi, bu yüzden bayağı maliyetli bir iş. Yapımcı ve fon bulma çalışmalarımız devam ediyor. Seriyi tamamlamak ilk hedefim. Umarım 2021’de onu seyirciyle buluşturabilirim. Her proje başka bir projenin kapısını açıyor. Ben de üçleme sonrası hangi kapılar açılacak heyecanla bekliyorum. 

ANKARA’DAN “KISA” NOTLAR

Bu yıl 3-11 Eylül tarihleri arasında 31. kez gerçekleşen Uluslararası Ankara Film Festivali’ni yerinde takip edebilme imkânım oldu. Tabii kısa filmlerin çoğunu da izleyebildim böylelikle. Gerçi finalistlerin çoğunu daha önce farklı film festivallerinde ya da online izlemiştim. Ama aralarında ilk kez izlediğim kısalar da vardı. Onlardan biri de Büşra Bülbül’ün Çamaşır Suyu adlı kısası idi. Bülbül’ün bu kısa filmi pusetteki bebeğiyle, merdiven silerek hayatını kazanmaya çalışan Sibel’in yaşamına odaklanarak karşımıza çıkıyor. Birikmiş kiralarından dolayı evden atılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Sibel’i, çöplükte çalışan kocası Yılmaz’a ulaşıp durumu çözmeye çalışırken, bir taraftan da apartman dairelerini dolaşarak aylık merdiven parasını toplamaya çalışırken izliyoruz. Ama apartman sakinlerinin Sibel’in bu haklı talebine karşılık verdiği tepkiler seyirciyi bile çileden çıkaracak türdendi. Sibel’in sakinliği ve olağanüstü anlayışının da elbette bir sınırı vardı. Çamaşır Suyu, Sibel’in içinde bulunduğu durumu tek bir mekân üzerinden başarılı bir şekilde izleyiciye aktaran başarılı bir kısa film. Aklımda kalan ve hikâye bakımından beni etkileyen bir diğer film de Mustafa Gürbüz’ün yazıp yönettiği Meryem Ana adlı kısaydı. Filmde, Müslümanlar ve Hristiyanların uzunca yıllar bir arada yaşadığı bir köydeki son Hristiyan olan Meryem Ana, bir gün ölür ve Müslüman köylüler Meryem Ana’nın cenazesini nasıl defnedecekleri konusunda fikir ayrılıklarına düşerler. Yaşanılan diyaloglar güldürürken düşündürmek terimini tam olarak karşılarken, aslında bu durumun ne kadar üzücü olduğuyla da seyirciyi yüzleştiriyor.