ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Sanatçı Bilal Hakan Karakaya, sembolik esasa dayanan bir yaklaşımla ürettiği eserlerinde, günlük yaşamın karmaşık yapısını ortadan kaldırarak, onu tekrar yorumluyor. Karakaya’nın figürleri, kapitalist dünyanın ağırlığıyla ezilen insanın yabancılaşmasını yansıtırken, heykellerinde yaşamın gerçekliğinden besleniyor; geçmiş ve bugün ile ilişki kuruyor. Eserlerinde, malzemenin kullanım şeklini değiştirerek yeniden üretim sürecine dâhil eden Karakaya’nın malzemeyle kurduğu bu ilişki sanat pratiğini belirleyen temel özelliklerden birini oluşturuyor. Üretim sürecinde malzemeyle arasına mesafe koymamak adına eldiven gibi heykelin doğasına aykırı her türlü koruyucu malzemeyi kullanmayı reddeden sanatçı, heykelle doğrudan temas kurmayı tercih ediyor. Karakaya heykelleri ve yerleştirmeleriyle galeri mekânını sahneye çeviriyor. Sanatçının daha önce sergilenmemiş yeni eserleri ve yakın dönem üretimlerinden oluşan Âlem-i Mülk sergisi galerinin üç katına yayılmış durumda.
Her katta farklı bir hikâyenin yer aldığı sergi, Dante’nin İlahi Komedya’sındaki gibi sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet ile izleyicinin deneyimine açılıyor. Sergide Karakaya, heykelin alışılagelmiş statik yapısını ters yüz ediyor ve yükselme eğilimini tersine uyguluyor; bu şekilde yükseldikçe incelmesi gereken yapılar, giderek kalınlaşıp genişliyor. Sanatçı, sergideki katlar arasında yarattığı ölüm-yaşam, mekân-zaman gibi karşıtlıklarla izleyiciye farklı bakış açıları sağlıyor. Katlar arasındaki karşıtlıklar, aynı katta yer alan işler arasında da görülebiliyor.
Sanatçı, konumlandırdığı heykelleri ve diğer yerleştirmeleri ile birlikte galeri mekânını alışılanın aksine tam anlamıyla bir sahneye çeviriyor. Zaman, ölüm, sonsuzluk ve yaşam kavramlarıyla oluşturduğu kurgu sayesinde, sergiyi deneyimleyen izleyici de oyunun bir parçası haline geliyor. Bilal Hakan Karakaya’nın en yeni eserlerini içeren Âlem-i Mülk başlıklı kişisel sergisi, 8 Mart 2020 tarihine kadar Karaköy’deki Anna Laudel’de görülebilir.
‘KENT SOSYOLOJİSİNDEN BESLENİYORUM’
Bilal Hakan Karakaya: Heykel kökenli bir sanatçıyım ama bunun için dahi bir desen geçmişinizin olması gerekiyor. Resim veya heykelin temeli desendir çünkü. Ama ben daha çok üç boyutlu formlar üzerine çalışıyorum. Tam olarak heykel ya da mekân yerleştirmesi diyebilir miyim, bilmiyorum. Bu noktada ufak bir karmaşam var kendi içimde. Bu da yaptığım işlere yansıyor diye düşünüyorum. Tüm bunları yaparken farklı materyallerden uzak kalmıyorum. Bu sergide temel olarak alüminyum döküm var fakat aynı zamanda endüstriyel atık ve doğal atık malzemeyi topladığım işlerimi ya da ahşap yontularımı da görebilirsiniz. Bütün bunları kolaj yaptığım ve reçine kullandığım işlerim de var. Ama bu sergiye almadım onları. Malzemeyle oynamayı ve denemeyi seven biriyim. Bu konuda bir sınırım yok. Ama alüminyum ile 2006 yılından bu yana çalışıyorum. Yüzey işlerimde ise bir boyayı başka malzemelerle karıştırmayı seviyorum. Bazen tesadüfleri de kullanıyorum çünkü o tesadüfler beni başka noktalara da götürebiliyor. Bazen bir şeyler bize yol gösterebiliyor. Bu tesadüfe dayalı bir durum ama her şeyi de bu tesadüfe dayandırmıyorum. Bazen tesadüfleri kendim yönlendiriyorum. Âlem-i Mülk Osmanlı’dan gelen bir tanımlama. Görülebilen ve ölçülebilen bir âlemden bahsediyorum. Ama buradaki sergi genel olarak bir kent vurgusuna tekabül ediyor. Örneğin kral mezarlıklarından yola çıktığım bir kurgum var. Yaşamın geçiciliği ve sadeliği üzerinden başlayan ama bir yandan da ölümle yaşama da bağladığım bir medyumum ve dolaşımım var.
TÜMÜYLE BAĞIMSIZ BİR ÖZGÜNLÜKTEN BAHSEDEMEYİZ Özgünlük zor bir tanım. Çünkü insanlık tarihine baktığımızda o kadar çok donanım var ve o kadar çok etkileşim içerisindeyiz ki, insanın tamamen bağımsız ve özgün olduğu inancına sahip değilim. Çünkü sokaktan geçerken gördüğün en ufacık bir detay bile beni bir şekilde etkiliyor ve ben orada onu alıp kendimce yorumlamaya çalışıyorum. Bunun sonucu da sanırım benim kendi dokunuşumu oluşturuyor. Özgünlüğüm benim dokunuşumla ilgili. Çünkü hepimizin yaşam enerjileri farklı. Aynı şeyle karşılaşsak bile onları farklı şekilde ele alıp bambaşka yerlere koyabiliyoruz. Bu zihin ve el temasıyla ilgili. Örneğin ben uzun yıllardır Yeldeğirmeni’nde yaşıyorum. Bu benim için belirleyici bir unsur. Bunun adı aslında kent psikolojisi. Bulunduğum sokağın bir ucu denize diğer ucu da Osmanlı Mezarlığı’na açılıyor. Bu durum ikisi arasındaki bir yaşam çizgisi aslında. Ve ben oradaki bir blokta yaşıyorum. Yani sosyolojik olarak kentin içe-
risinden besleniyorum.