On kere demedim mi sana sevme dokuz Leyla

On kere demedim mi sana sevme dokuz yar Sekizde sefa, yedide vefa olmaya zinhar Altı ile beş dört ile hiç başa çıkılmaz Üçün ikisin terk ede gör tâ kala bir yar

ZEYNEP TÜRKOĞLU / zeynoturkoglu@gmail.com

Yukarıdaki dörtlük, Karagöz perde oyunlarında söylenen bir yürük semainin güftesi. Beste ile birleşince seyir zevkine kulaklarınız eşlik ediyor, o tat aldıkça elinizle, ayağınızla ritmi buluyorsunuz. Gerçekten çok hoş. Mutlaka dinlemelisiniz. Kimden? Ben bu Karagöz havasından ilkin yıllar evvel TRT2’de seyrettiğim bir müzik programında haberdar oldum. Savaş Şafak Barkçin anlatıyor;

“Bu gölge oyunu seyircilere hangi mesajı veriyor, hangi düşüncelere sevk ediyor? Beni şahsen sevk ettiği şey şudur; dünyada bizler yaşıyoruz fakat dünya hayatı geçici bir hayat. Işık söndüğü vakit orada herhangi bir suret görmeniz mümkün değil. İnsanın ömür ışığı da söndüğü vakit bu dünyada yapacağı bir şey kalmıyor. O yüzden on tane sevenle başlayan bir insanın mutlaka bire, yani Rabbine aşık olarak, O’na bağlanarak hayatı tamamlaması gerekiyor. Dünya hayatı aslında bir eksiltme hayatı. Ömrümüz eksiliyor, nefesimiz eksiliyor… Ve aslında bir manada aslında gerçek dostun da kim olduğunu diğer dostları eksilte eksilte en sonunda anlıyoruz. Bu güzel havayı gelin hep birlikte terennüm edelim. “

Böyle bir açıklamayı dinleyince eğlenceden başka bir zevk çıkıyor eserin içinden. Gölge oyununda hayatın her rengini elbette tasavvufî bakış açısını da fark etmek mümkün. Dolayısıyla bu oyun içine giren müzik de, onun sözleri de bu izleri taşıyor. Derken Savaş Barkçin sözü saza bırakıyor. Bu kez eserin icrasında tanburu ile Murat Salim Tokaç’ı, sesleri ile Mehmet Kemiksiz ve Ahmet Şahin’i dinliyorsunuz. Bu isimlerin dışında da çeşitli isimden dinleyebilirsiniz. Mesela merhum Recep Birgit benim favorilerimden oldu. Bir başka güncel isim de Özer Özel. O da orijinal ses rengiyle favkalade bir tat veriyor. Bir başka yorum ise Beyazıt Öztürk’e ait. Şovmen Öztürk, Ezel Akay’ın Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü filminde yorumlamış. Ama bestesi diğerlerinden farklı. Eh, o da öyle bir yorum. Bu güzel şarkıyı aklıma yine Ezel Akay’ın son filmi Dokuz Kere Leyla’nın adı getirdi. Zaten filmin benim açımdan en ve belki de tek iyi tarafı buna yaraması oldu.

Sinema salonundaki seyirci için çekilen film salgın şartlarında dijital platformda karar kıldı. Akay’ın kendine mali açıdan bulduğu çözüm de aslında tartışma konusu olabilir ama ona filmi konuştuktan sonra gelelim.

Fragmanları nicedir dönüyordu. Ezel Akay’ın renkli sinemasının son örneğini görecek zaten meraklısı için beklentiyi yükseltecek bir şey. Buna elbette oyuncu kadrosunun başında yer alan iki ustanın varlığını eklemek lazım. Demet Akbağ ve Haluk Bilginer beklenen ve beklemeye değen oyuncular. Ortaya çıkan ise gerçekten de bunca yetenek ve tecrübeyi toplayan kadrodan nasıl olup da bir film çıkarılamayacağının dersi gibi olmuş.

Kimileri film değil bu, skeç demiş ama, katılmıyorum, skeçse neden gülmüyoruz? Bir iki zekice espri var. Ama gerçekten ne hikâye ne mizah akıyor, tıkanıp kalıyor. Zaman geçmiyor. Zorlama bir cinsellik ve bel altı jestler, yersiz küfür… Fragmandaki görüntüler alışkın olduğumuz parlak ve patlak renkleri ile klasik Ezel Akay filmini vaat etse de ortada film olamayan bir şey durunca, o görselliğin de bir anlamı kalmıyor. Mitoloji ve dinler tarihine göndermeler yönetmenin sevdiği şeylerden. Cömertçe kullanmış. Ama öğretmen gibi. Dan dan vura vura. Vermek istediği kadına şiddete hayır mesajları didaktik olmasının yanı sıra, filmin içindeki olaylar silsilesi ile çelişki içinde. Bunlar genelde iki sebepten olur. Birincisi yapanın acemiliğidir. Seyirciyi istemeden aptal yerine koymuştur. İkincisi yapanın kibridir. Seyirciyi düpedüz aptal yerine koymuştur. Akay’ın acemi olduğunu söyleyemeyiz.

Kimileri meseleye keskin girip, “Aman canım gitsin reklam çeksin, neyine sinema!” diyor. Doğrusu onca yıllık emeğe acırım. Ama sonuçta Akay da bir tercihe mecbur kalacaktır. Haluk Bilginer ve Demet Akbağ ile de film çekemiyorsanız… gidin şemsiye tamir edin. Üstelik her zaman da elinizdeki malı pazarlayacak bir dijital mecra bulup son dakika golü atamazsınız.

NEREDESİN BE FİRUZE!

Aklıma takılan şeylerden biri de şu, ama baştan söyleyeyim; cevabı “Çünkü bu bir müzikal!” olarak kabul etmeyeceğim. Karısını her öldürdüm sanıp aslında öldüremediğinde Haluk Bilginer beyaz fonda, canlandırdığı Adem ve Adem’in içindeki diğer Ademlerle dans edip şarkı söylüyor, korku ve sinir krizleri geçiriyordu. İlk ikisine bakalım ne çıkacak diye katlandım, sonrakileri atlaya atlaya tükettim. Dile kolay tam 9 kere tekrar etti bu çile. Hiç de müzikal bir zevk vermedi, aksine herhalde filmin sonunda cehenneme gönderilen senaristler yazacak şey bulamadıklarından zamanı böyle doldurttular diye düşündürdü. Oysa Ezel Akay hem Hürmüz’de, hem Firuze’de hem de Karagöz’de bu işi Leyla ile mukayese kabul etmez biçimde kotarmıştı. 

ERİL FAİLLİK YA DA AHLAKSIZLIĞIN ESTETİZE EDİLMESİ

Keşke kültür, sanat, bilim, siyaset gibi alanlarda topluma katkı sunan kimseler, insanlık ölçü ve değerlerine de aynı sadakatle bağlı olsalar. Ama maalesef hayat o kadar tutarlı değil. Çünkü insan öyle tek yönlü, tek tarafından var olabilecek bir canlı değil. Bir yeteneği, becerisi ile öne çıkmış bir kimse, sırf bu yeteneği yüzünden kusur, kabahat, suç ve günahtan uzak kalmış olmuyor. İyi yazar ama süper yalancı, iyi şair ama paragöz, iyi oyuncu ama terbiye fukarası… Eh, n’apalım. O da, bu da aynı anda aynı insanda var olabiliyor. Putlaştırmadan sevebilirsem, dengelerim. Böyle düşünür, buna uygun değerlendirmeye çalışırım. Ama işte her zaman, her şartta olmuyor. Bu çerçevenin fazlasıyla dışına çıkmış bir yazar geldi oturdu gündemimize bugünlerde. Son yirmi yılda edebiyatın bu güçlü ismi tarafından tacize uğramış olan kadınlar maruz kaldıkları ahlaksızlığı ifşa etmişler. İftira olabilir mi, bir intikam meselesi olabilir mi diye de düşünülebilir. Bu da hiç olmamış şey değildir çünkü. Fakat araştırırken bahse konu yazarın durumu itiraf eden tivitini gördüm. Doğrusunu isterseniz kötülüğü konuşmamayı yeğlerim, normalleşmemesi için. Belki taciz ettiği kadınlar tarafından suçlandıktan sonra kendince özür dileyen Hasan Ali Toptaş o kadar uydurukça, kibirli, edebiyatla ahlaksızlık aklayan cümleler kurmasaydı… “Bilmeden, istemeden…” yapmış, hep “eril faillik”miş onlar. Başkasının bilmeden ancak ayağına basabilirsiniz, bilmeden taciz etmek diye bir şey olamaz. Yok, iyi ki öyle döktü kendini ortaya. İyi ki özre bile benzemeyen bir özürle anlattı ki biz de gördük “eril faillik” ne imiş. Toptaş’ın kitaplarını basan yayınevi Everest önce tutuk bir açıklama yayınladı. “Süreci bu anlayışla değerlendirmekte olduğumuz…” falan filan. Sonra “Yollarımızı ayırdık” denildi. Sonunda. Neticede bir yazarın ifşa edilmesi dünyadaki bütün taciz meselelerini çözmeyecek. Ama bu ahlaksızlığa sessiz kalınması, göz yumulması yeni çirkinliklere alan açmak demek. Aynı süreçte başka yazarlar, onlardan şikayetçi kadınlar gündeme geldi. Yayınevleri birer birer açıklama yaptılar. Senin taraf benim taraf demeden, kurumsal olarak da taciz ve tacizciyi dışlamak gerçekten önemli. Ancak o zaman ciddi ve samimi bir mücadele verilebilir bu ahlaksızlıkla. Örtmek temizlemez, kirletir. Son haftalarda bir başka kurumsal yapı, bir siyasi parti, CHP bunun ceremesini çekiyor. Oysa bu kadar düşünecek, bu kadar çekinecek bir şey olmamalıydı. Tacizciyi neden duyar duymaz kovmadıklarını anlamak mümkün değil. Durum kendi yol arkadaşları tarafından deşifre edilmese, belki iftira bile denilecekti. Cehennem acı çektiğimiz değil, acı çektiğimizin duyulmadığı yerdir, der meşhur söz. Dilerim kişiler ve kurumlar taciz, tecavüz ve bu kirliliğe sessiz kalma cehenneminden kurtulur.

Bu yazı tamamlandıktan sonra yayınevi sahibi İbrahim Çolak’ın intihar haberi duyuldu. Fetö’cü hesaplarca hedef alındığı görülüyor. Öte yandan son tivitlerinde helalleşme istediğini de dile getirmiş. İşin adli tarafı açığa çıkacaktır. Ama şimdi belki ertelediğimiz bir ağır mesele var önümüzde, sosyal medya ve linç. Bunu her konu için genişçe düşünmeye ihtiyacımız var.