Okuru ve seyirciyi terapi odasına alıyor

Yazdığı kitaplar, ekrana uyarlanan hikâyeleri ile toplumu adeta bir terapi odasına alan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu'nun Madalyonun İçi adlı eserinden senaryolaştırılan Masumlar Apartmanı 15 Eylül'de TRT 1'de ekrana gelecek.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Ekranlarda son dönemde yerli ve bizden hikâyelere daha sık rastlıyoruz. İstanbullu Gelin, Doğduğun Ev Kaderindir, Kırmızı Oda ve yakında TRT 1’de yayınlanacak olan Masumlar Apartmanı aslında aynı kalemin eseri. Her biri psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanlarından televizyona uyarlanan bu diziler seyirciye hayata dair önemli farkındalıklar kazandırıyor. Dizi gibi popüler bir eğlenceliği terapi odasına dönüştüren Dr. Budayıcıoğlu’na ekrana taşınan hikâyeleri ile ne yapmaya çalıştığını sordum.

Romanlarınız kadar eserlerinizden uyarlanan diziler de büyük ilgi görüyor. Bunun nedeni nedir sizce?

Bunu duymak bile beni her seferinde heyecanlandırıyor. Evet, çok ilgi gösteriyorlar ve ben de çocuk gibi seviniyorum. Sizin bana sorduğunuz soruyu ben de soruyorum kendime. Cevabım şu, ‘yazdıkların da gerçek, sen de gerçeksin’. Bana, en doğru cevap bu gibi geliyor. Kitaplarımda okuyucunun en sevdiği bölümler kendimden söz ettiğim bölümler oluyor. Gelen mesajları okurken gözlerim doluyor. Beni sevdiklerini ta içimde hissediyorum. Bu kitaplarda kendilerini buluyor, kendilerini ve yakınlarını daha iyi tanımaya başlıyorlar. Hayatın bizi çok etkileyen, kıran, yaralayan duygularını okuyucular ve seyircilerle adeta birlikte yaşıyor, paylaşıyoruz. Duygular paylaşıldıkça; acıysa acısı azalır, tatlıysa tadı artar. Böyle bir ortaklık gelişti aramızda. Bütün bunlar olurken aramızda dolaşan en etkin duygu ise SEVGİ… Sevgi zaten her derdin dermanıdır. Hepimizin yaralarına merhem oluyor.

ÖNCE KENDİMİZİ AFFETMELİYİZ

Sıklıkla insanların kendilerini affetmeleri ve kendileriyle barışmaları gerektiğinden söz ediyorsunuz. Neden kendimizle bu kadar kavgalıyız?

İnsanların öncelikle kendileriyle barışmalarını istiyorum. Çünkü kendimize kızmışsak, kendimizi suçluyor ve aşağılıyorsak, kendimizi sevmiyor ve beğenmiyorsak… yani bir zamanlar büyüklerimizin bize yaptığının aynısını biz kendimize yapıyorsak, dünya ile barışık değiliz demektir. Mutlu olamayan, bunun suçunu da yakınlarına ve kendine yükleyen insanlar hayata, kadere sitemkârdır, öfkelidir. Hep alınması gereken bir intikam vardır ve bu intikamın kimden alınacağı da belli değildir. Her şey; önce kendimizi, sonra da geçmişimizi affetmekle başlar. İyilikler, güzellikler, sevgi, şefkat ve barış ve huzur ondan sonra gelir. İnsan kendini affetmeden bu dünyada ne şiddet biter, ne de savaşlar.

TRT 1’de ekrana gelecek olan Masumlar Apartmanı’nda seyirci hangi duygularıyla yüzleşecek?

Madalyonun İçi, benim ilk, en duygulu, en acemice yazılmış, en sansürsüz kitabım. O nedenle benim için çok özel. Diziye konu olan “Çöp Apartman” ise, o kitabın en sevilen, insanları en çok duygulandıran hikâyesi. Dizi olurken adını değiştirdik, çünkü diziye olumsuz şeyler çağrıştıran bir isim vermek istemedik. TRT benim yuvam. Hayata başladığım yer ve o da benim için çok özel. Böyle olunca diziye ne kadar çok emek verdiğimi sanırım anlatmış oldum. Masumlar Apartmanı’nda çocuklukta yaşadıkları ağır travmalar, sevgisizlik, ağır ihmal ve özellikle annelerinden gördükleri fiziksel ve psikolojik şiddet nedeniyle ruhları hastalanan kardeşlerin hikâyesini anlatacağız. Bu diziyi izlerken, her birimiz kendi çocukluğumuzu, yaşadıklarımızı, bizde açılan yaraları düşüneceğiz. Belki biraz kızacağız, sitem edeceğiz hayata ve yakınlarımıza ama sonra bizlerin de aynı yolun yolcusu olduğumuzu göreceğiz. Bilmeden, istemeden yakınlarımızı bizler de yaralıyoruz. Aslında bunun kuşaklar boyu devam eden bir zincir olduğunu, en büyük yarayı, yarası en derin olanın açtığını fark edeceğiz. Kısaca “OKB” adını verdiğimiz bu ruhsal hastalık ve “obsesif kişilik özellikleri” ülkemizde o kadar yaygın ki, izlerken o karakterlerden biri ya da birkaçı için “tıpkı kardeşim, tıpkı annem ya da babam” deyip onların neden böyle olduklarını hep birlikte göreceğiz. İnsanlar bu çok değerli farkındalığı, yıllarca terapistlere giderek, maddi bedel ödeyerek kazanabiliyorlar. Bizler sıcak evlerimizde, bacaklarımızı uzatıp belki örgü örerken, çay içerken kazansak ne güzel olur. Yazar olarak bu farkındalığı yaratabilmeyi kendime misyon edindim. Bu arada diziye çok emek veren yönetmenimiz Çağrı Lostuvalı’ya, senaristimiz Deniz Madanoğlu’na, uygulayıcı yapımcımız Ayşıl Tay’a, yapımcımız Onur Güvenatam’a, tüm oyuncularımıza ve teknik ekibe gazeteniz aracılığıyla teşekkür etmek isterim.

KÖTÜLÜK DE COVİD GİBİ BULAŞICI

Dizi senaryoları entrika, kin, intikam ve şiddet gibi kötücül duygular üzerine kuruluyor. Bu anlamda sizin iyilik ve kötülüğe yaklaşımınız nasıl?

Dünyada saf iyi ya da saf kötü diye bir şey yoktur. Hepimiz içimizde ikisini birden barındırırız. Şiddetin ve kötülüğün kaynağı her birimizde doğuştan var olan korku duygusudur. Korkularımız sayesinde kendimizi korumayı başarırız. O çok masum bebeklere bile iyi ya da kötü olmayı dünya öğretir. Genellikle ona sevgi ve şefkat gösteren, onu seven, ihtiyaçlarını hemen fark edip gideren, ona değer veren bir dünya, o çocuğa iyi olmayı öğretir. Sevgisizlik, hor görülme, aşağılanma, değersizleştirilme ve şiddet ise çocuğu kötülüğe iter. İyi ya da kötü olmayı bizler seçmiyoruz. Hayatında şiddet görmemiş ya da şiddete hiç tanık olmamış birinin şiddet göstermesi çok zordur.

Dizilerdeki saf kötülerin dizinin sonuna doğru kaybettiğini görünce masalların sonunda cadıların saf iyiler karşısında yenildiğini dinleyen çocukluğumuz gelir aklımıza. Oysa artık bizler çocuk değiliz ve hayatın içinde, gerçekleri göre göre onlarla çoktan tanıştık. İyiyi anlamak kolaydır, önemli olan kötüyü anlamaktır. İyilik de, kötülük de en az Covid- 19 kadar bulaşıcıdır. Kötü birine eğer bir gün sen ‘iyisin’ derseniz, onun için kötü olmak artık eskisi kadar kolay olmaz. Hayat yaşadıkça kimimizi daha iyi, kimimizi daha kötü yapıyor. Bunda çevrenin etkisini sakın unutmayalım. Bunların dışında bir de “Psikopat” diye nitelendirdiğimiz bir grup vardır ki, onların empati yetenekleri yoktur. Bunlar her toplumda az da olsa vardır ve en tehlikeli grubu oluştururlar. Onlar bu dünyaya kötü olarak gelir ve kötü olarak ölürler.

KENDİMİZİ GELİŞTİRMEKTEN ÇABUK VAZGEÇİYORUZ

Bir psikiyatrist olarak toplumumuzu, diğer toplumlarla karşılaştırırsanız, en temel sorunumuz ve en avantajlı yanımız nedir?

Toplumunu iyi tanıyan ve çok seven biriyim. Diğer toplumlardan çok daha iyi özelliklerimiz olduğunu düşünüyorum. Öncelikle güçlü bir tarihi, güçlü bir kültür mirası, kendine has örf ve adetleri olan, çok sıcak insanlarız. Kalbimiz herkese açık. Çabuk kızıyor, kızınca gözümüzü karartıp hemen şiddete başvurabiliyoruz ama aynı şekilde bir yanımız da çok merhametli, çok sevecen, herkese yardım etmeye hazır. Henüz duygularımız çok canlı ve derin. Misafiri, paylaşmayı seviyoruz. Gönlümüz zengin. En büyük eksiğimiz eğitimde ve saygıda… Sadece diplomalarla yetiniyoruz. Kendimizi geliştirmekten çabuk vazgeçiyoruz. Yeteri kadar okumuyor, dünyanın sorunlarıyla ilgilenmiyoruz. Sanki bu konuda merak duygumuzu kaybettik. Kendi doğrularımıza çok güvenip, başkalarının doğrularını kulak ardı ediyoruz. Çok seviyor, kolay bağlanıyor ama insanları sevdiğimiz kadar saygı göstermiyoruz. Oysa çocuklarımıza bile saygılı olmalıyız ki, onlar da önce kendilerine sonra da topluma saygı duymayı öğrensin.

Ülkemiz halen gelişmekte olan ve genç nüfusu çok olan bir ülke. Zamanla her konuda daha iyi olacağımız ümidini kaybetmek istemiyorum. Batılılar bahçesine yanlışlıkla gireni bile düşman kabul edip vurabiliyor, onlar insanlıktan ümitlerini çoktan kaybetmişler. Bizim eksiklerimiz de olsa hiç olmazsa ümidimiz var. 

UZUN VADELİ STRES YIKICIDIR

Pandemi döneminde TRT 1’de özellikle evde sorumluluğu artan kadınları dinleyen bir program yaptınız. Pandeminin kadınlara etkileri konusunda neler söylersiniz?

Ah benim ülkemin tatlı kadınları… Evdeki tüm sorumlulukları daha en başından alıvermişiz. Zaten işimiz çok zorken, bir de araya pandemi girince adeta çöktük… Biz kadınlar hep annelerimizden gördüğümüzü yapıyoruz. Biz diyorum çünkü aynı şeyleri yıllarca ben de yaptım. Erkeklere de o eve misafir gibi gelip gitmek kalmış. Okusak, meslek sahibi olsak ta, bize verilen o rolün peşini hiç bırakmamışız. Pandemide okullar kapanıp hem çocuklar, hem de erkekler evden çıkmayınca şaşırıp kalmışız. Sevgili kadınlarımıza en önemli önerim lütfen evde sorumlulukları yalnız başınıza üstlenmekten vazgeçin. İş bölümü yapın. Arada kendinize teneffüs verin. Girin odaya, kapatın kapıyı, uzatın bacaklarınızı, alın elinize telefonunuzu hiç olmazsa eşle, dostla ağız tadıyla sohbet edin, gülün, kahkaha atın. Bunun sizin en büyük hakkınız olduğunu aile fertlerine kabul ettirin. Sakın taviz vermeyin ve haklarınıza sahip çıkın.

Pandeminin toplumlarda kaygı oranını çok yükselttiği biliniyor. Uzun vadede bu kaygı bozukluğu insanların hayatını nasıl etkiler sizce?

Bu konuda iyi şeyler söylemeyi çok isterdim ama maalesef bunu yapamayacağım. Uzun vadeli stres çok yıkıcıdır. Hem bedensel, hem de ruhsal sağlığımızı bozar. Kimileri bu süreci çok kaygılı, stresli geçiriyor. Her an tetikte bekliyor. Benim önerim pandemiyi ciddiye alalım, gereken her şeyi yapalım, kendimizi ve ailemizi koruyalım ama her şeyde olduğu gibi bu konuyu da abartmayalım. Elimizi günde yirmi otuz kere yıkamak yerine gerektiğinde yapalım bu işi. Kendimizi asla toplumdan soyutlamayalım, yalnızlaşmayalım. Hiç olmazsa telefonla çevremizle ilişki kuralım, konuşalım, derdimizi anlatalım, onları dinleyelim, kendimizi dinlemek yerine işimizi yapalım, güzel yemekler hazırlayalım, marifetlerimizi gösterelim, kitap okuyalım, film ve dizi seyredelim. Coronayı hayatımızın merkezine oturtmak en az coronanın kendisi kadar tehlikelidir.