Okan Bayülgen: Güvenilen sanatçılar listesine hiç girmedim, gurur duyuyorum

Okan Bayülgen: ''Kariyerime marjinal biri olarak başladım. Ardından toplumsal duruma geçtim. Sonra kanaat önderliği yakıştırmaları yapıldı hiç arzu etmesem de. Daha sonra da 'Senin lafına değer veriyoruz' dediler. Güven verici adam konumuna gelip Türkiye'nin güvenilen sanatçılar listesine bir kere bile girmedim ve bundan gurur duyuyorum. Çünkü insanlar o listelere para karşılığında birtakım ajanslar tarafından dahil ediliyor ve daha sonra da reklamcılara pazarlanıyor.''

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Televizyoncu, oyuncu, seslendirmen, sunucu, şov insanı; Okan Bayülgen. Onu ya çok seviyorlar ya da hiç. Bugüne kadar pek ortasını duymadım. Ama yaptığı her iş çok konuşuldu, ses getirdi; üslubuyla, kendisiyle özdeşleşti, özdeşleştirildi, ortaya koyduğu işler kendisiyle nitelik kazandı. Yaptığı televizyon programları, dahil olduğu şovlar onu Okan Bayülgen yaptı. Zaman zaman agresif, zaman zaman gergin ve sinirli ama art niyetli olmayan kinayeli ve eleştirel iletişim tavrı sadece kendi döneminin değil sonraki jenerasyonların da radarına takıldı. Çünkü televizyonu ve oyunculuğu hiç bırakmadı. Bir şekilde hep üretti, bugün de üretmeye devam ediyor. Hali hazırda yapmaya devam ettiği televizyon programlarının yanı sıra tiyatro sahnesinde sergilediği performanslarıyla da adından söz ettirmeye devam eden Bayülgen, şimdi de üç sezon boyunca oynadığı ve Mozart karakterine hayat verdiği Amadeus oyunundan uğruna ayrıldığı Richard adlı yeni oyununu 26. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında 17 Kasım'da sahneye taşımaya hazırlanıyor. Biz de yazar ve yönetmenliğini kendisinin, dramaturjisini Dilek Tekintaş'ın, danışmanlığını ise Yalın Alpay'ın yaptığı Richard vesileyle kendisiyle bir araya geldik. Sadece Richard konuşalım dese de konu konuyu açtı...

YAPTIĞINIZ İŞ İYİYSE REKLAMA İHTİYAÇ DUYMAZSINIZ

Nasılsınız, şu ara kafanızı neler meşgul ediyor?

Hepimiz çok mecralı bir dünyaya üretim yetiştirmeye çalışıyoruz. Sabahtan akşama kadar genç ya da yaşlı bütün sanatçılar, sosyal medyayla uğraşmak, dijital platformlara iş yetiştirmek, programlara katılmak, buluşmalar yapmak, tiyatro provalarına veya sete gitmek zorunda. Peki bu kadar arz nereden çıktı, niçin bu kadar çok üretim yapılıyor? Bu kadar çok üretim yapılıyor da neden herkesin parası ve şöhreti artmıyor? Bugün çekilen reklam filmlerinde, yapılan müzik veya sinema anlaşmalarında büyük mevlalar görmüyoruz. Bugün bir anda bütün ülkeyi bir araya getirecek şöhretler yok. Kadıköy'de Moda civarında dinlenen bir müzisyen ya da Youtube'da videosu şu kadar tıklanmış bir başka müzisyen duyuyoruz. Elbette takipçilerinin azlığı, niteliğini bozmuyor. Mutlaka çok güzel işler çıkıyor ortaya ama artık kimse ulusal yıldız olmak istemiyor. İnsanlar bir semtin ya da bir şehir civarının yıldızı olmak istiyor. Bırak ulusal yıldız olmayı dünya, dünya starı üretmiyor artık. Dolayısıyla çok parçalı ya da çoklu evrende geçimini sağlamaya çalışan, üretimini bir kişi, beş kişi, on kişi kardır diye insanlara sunan her türlü sanatçıyı görüyoruz. Borusunu hala öttürebilenler ise 70'ler, 80'ler ve 90'ların yıldızları. Bugün ben 70'lerin, 80'lerin bir sinema oyuncusuna göre ya da bir müzik üreticisine göre daha az şöhretliyim. Ama 90'ların yıldızı olarak yine de 2000'lerin ya da 2010'ların yıldızına göre çok şöhretliyim. Ne garip değil mi? Nasıl olduğuma gelince, bütün bu üretimlerin içinde olmaya çalışmıyorum, uyanınca Instagram'a bir 'uyandım' fotoğrafı koymuyorum, kimseyle fotoğraf çektirmek istemiyorum, mecburen çektiriyorum. Yaptığımız işleri "Hemen bunu insanlarla paylaşalım" laflarına çok kızıyorum. Çünkü henüz mutfaktayız ve yemeği yapıyoruz. Sunuma hazır olduğunda yani piştiğinde güzel bir tabağa koyup masanıza getireceğiz. Ama etrafımdaki herkes bana "Yaptığın işleri duyursana" diye baskı yapıyor. E peki ben bilmiyor muyum bu etrafımdaki insanların bildiği şeyi, hatta onlardan daha çok biliyorum. Ama sürekli benden haberler vererek aslında daha çok seyirci toplamayacağımı, onların bilmediği kadar iyi biliyorum. Eğer ortaya koyduğunuz iş iyiyse zaten reklam yapmaya gerek olmaz. Hele hele tiyatroda reklam yapmakla hiç olmaz. İnsanlar bu kadar iletişim aracı olduğu halde yine de dünyanın ilk iletişim aracını kullanarak yani kulaktan kulağa fısıldayarak o oyuna insanlar gelirler.

SAHNEDE ORİJİNAL RICHARD KARAKTERİNİ TARTIŞIYORUZ

Richard ile devam edelim, nasıl bir oyun?

İlginç bir oyun. 2012'de Richard'ın kemiklerinin Londra'da bir otoparkın altında bulunmasıyla başlıyor her şey. Aslında oyunumuz ötekileşme, yalnızlık denen şeyi anlatıyor. Bir toplumun içinde o topluma ait olmadan yaşamanın ne olduğunu sorguluyor. Richard bir kraliyet mensubu olarak doğup, hiçbir zaman o kraliyetin içinde olmayan hatta kraliyet düzenini bozan, kendini krallığını ilan edinceye kadar bu bozgunculuğa devam eden biri. Biz de Richard'ın orijinal metni üzerine bir uyarlama metin yazdık. Hiç Richard'ı seyretmemiş ve Shakespeare ne anlatmış ne yazmış diye merak edenler için Richard'ın özü kronolojik olarak oyunda anlatılıyor. Biz bunu Londra'da bir tiyatroda provalar sırasında gösteriyoruz. Provalar sırasında bir öteki olan ve Richard kişiliğine çok benzeyen bir başka Richard, tiyatroda kendisini saklamaya çalışıyor. Çünkü suçlu bir kişi. Bu durum da tiyatroda bölünmelere, birbiri ardına gelişen olaylara neden oluyor. Aynı oyunla paralel tarihsel çizgide olduğu için. Kısaca biz bir Richard atıyoruz sahneye ve attığımız Richard üzerinden orijinal Richard karakterini tartışıyoruz. Seyirciye de bir macera ve o macera üzerinden ilham verici felsefi tartışmalar vaat ediyoruz.

TİYATRO SEYİRCİSİ SİNEMA SEYİRCİSİNDEN DAHA ZEKİDİR

Tiyatronun sizdeki karşılığı nedir?

Tiyatro, çıktığımızda 'etkilendim, etkilenmedim, beni sardı ya da beni sarmadı'dan daha farklı ve daha fazla bir şey konuşacağımız bir etkinliktir. Ama bir sinema filmine gideriz, örneğin bir Marvel filminde olduğu gibi çok kahramanlı, çok uçmalı, kaçmalı, çok tabanca patlamalı, çok bombalı, cezbedici görüntüler izleriz. Kendimizden geçeriz, bir anda o dünya gerçekmiş gibi gelir bize. Çıkarız ve "Filmi beğendin mi, beğenmedin mi?" diye sorarız, bu yeter. Örneğin komedi filmlerinde "Ay güldük mü, gülmedik mi?" ya da "Ağladık mı ağlamadık mı?". Ama tiyatroda bunları söylerseniz yanınızdaki sizi küçümseyebilir. Bu kadarı yeterli değildir tiyatro seyircisi için. Tiyatro seyircisi çıkar, kim daha güzel oynadı, yazar nasıl yazmış, oyunda hangi mesajlar verildi, felsefesi neydi, bütün bunları tartışır. Dolayısıyla tiyatro seyircisi sinema seyircisinden farklı olarak entelektüel ve tartışan, ilham arayan, zevk arayan, eleştiren zeki bir seyircidir. Bu açıdan oyuncularına da çok zevk verir.

DÜNYA SİNEMASI ARTIK TARKOVSKY'LERE İZİN VERMİYOR

Ama bu çok 2022 okuması değil mi? Örneğin biz bir yıllar öncesinin Tarkovsky filminde de bu tartışmaları yapabiliriz.

Ama dünya sineması artık Tarkovsky'lere izin vermiyor. Daha doğrusu bugünün Tarkovsky kalibresindeki sinema yönetmenleri kendilerine o kadar mecra bulamıyorlar. Onlar kendi platformlarına gitmek zorundalar. O platformlar da hayatta kalmak zorunda. Ama tiyatro bunu yapabiliyor. O yüzden tiyatroda sahneye koyan, dekor, kostüm, müzik yapan ya da oyuncu olarak çalışan herkes bir sinema yönetmeninden ya da oyuncusundan daha şanslıdır. Çünkü bir tiyatrocu herhangi bir salonda; ikinci katta, bir apartman dairesinde ya da otoparkın altında kendisine birkaç yüz metrekare bir yer bulup, bunu yapabilir. Bunun için milyonlara veya milyarlara ihtiyacı yok. Hemen işini gösterip karşılığını görebilir. Ama sinemada teknik donanım ve prodüksiyon gibi dertler var. Dolayısıyla sinemanın 60'larda ya da 70'lerdeki gibi yayılma aşamasından çok uzağız şu anda.

Amadeus nasıl geçti ve neden ayrıldınız?

3 sezon çok güzel geçti. Ben bile isteye ve yalvara yakara oyundan ayrıldım. Çünkü ayrılmam gerekiyordu. 3 sezon bir tiyatro oyuncusu için bütün dünyada fazla fazla oyuna ayrılacak bir vakittir. "E ölmez sağ kalırsak" diye bir şey söz konusudur bütün oyuncular için. Hayatımın belli yaşlarında ancak belli performanslarda bulunabilirim. Diyelim ki 58 yaşındaki performansım artık 62 yaşında olmayacak. Dolayısıyla Richard'a hemen girişmem gerekiyordu. Bu nedenle ayrıldım.

İNSANLARIN BANA KAYITSIZ KALMASINA İMKAN YOKTU

Televizyonla devam edelim. Agresif, özgün, eleştirileri çok da umursamayan bir profille televizyonda yer aldınız. Seyirci sizin için "O da Okan yahu" dedi, kabul gördünüz. Bu agresifliğiniz ve üslubunuz kasti veya bilinçli miydi?

Kasti bir tavırdı ama bunun çağla ilgisi var. O medyanın o yıllarda nasıl konumlandığıyla ve seyircinin benimle, benim kim olduğumu anlayacak kadar vakit geçirmiş olmasıyla ilgisi var. Bu sadece bana değil, herkese özgüdür. Kimisi pek bir efendi olarak girer, pek bir uslu çocuktur, öbürü çok iyi bir insan gibi görünmüştür. Ama seyircinin o insanları aslında kendilerinin bize gösterdikleri gibi olmadığını anlayacak kadar vakti olmuştur. Çünkü karşı tarafta hangi hastalıkların, hangi çirkinliklerin ve hangi problemlerin olduğu televizyon kamerasından seyirciye geçer. Seyirciye öyle efendilikle, uslu çocuklukla, yok efendim kibarlıkla kandıramazsın. Kendini sert göstermişsin ama yumuşakmışsın, kendini hınzır göstermişsin ama pamuk gibi bir kalbin varmış filan gibi meseleler de eninde sonunda ortaya çıkar. Dolayısıyla kimisi kastidir. Bir imza atmak açısından telefonu insanların suratına kapatmak bir imza olabilir. Ama belli ki sen aslında öyle duyarsız ya da küstah bir şey değilsindir. Onlar da senin hakkında şöyle söylerler, "Ya aslında çok kibar bir adam, çok cana yakın biri". Yaşlılara, bilim insanlarına, öğretmenlere ya da kadınlara çok saygılı olduğunuzu anlatmak için çıkıp "Selam ben böyle saygılıyım" dersen vız gelir tırıs gider seyirciye. Bunu gerçekten gösteriyor musun, göstermiyor musun? Ya da göstermeye çalışıyorsun ama 30 sene boyunca öyleymiş gibi gösteremezsin eğer içinde yoksa. Dolayısıyla 90'larda özel televizyonlar başladıktan sonra benim kadar çok program yapan, bir TV sezonu içerisinde farklı kanallarda, farklı farklı programlar yapan, gece ekranda ve bazen haftanın 5-6 günü ekranda olan bir insana o ülkede yetişen, büyüyen ya da yaşlanan insanların kayıtsız kalmasına imkân yoktu. Evet evin çocuğu gibi bir şey bu ama ben evin öyle çocuğu değilim. Ben evin yaramaz ya da geceleri dışarı çıkan, eve geç gelen, geldiği zaman gürültü yapan, eve kimi getireceği belli olmayan haylaz çocuğuyum. Evin uslu çocukları var onları biliyoruz ama ben evin sarkastik, hınzır çocuğuyum.

Peki tüm bu sürece baktığınızda yolculuğunuzu nasıl yorumluyorsunuz?

Marjinal biri olarak başladım. Bu marjinal durumdan toplumsal duruma geçtim. Sonra bir kanaat önderliği yakıştırmaları yapıldı hiç arzu etmesem de. Daha sonra da "Senin lafına değer veriyoruz" dediler. Güven verici adam konumuna geldim ama Türkiye'nin güvenilen sanatçılar listesine bir kere bile girmedim ki bundan gurur duyuyorum. Çünkü insanlar o listelere para karşılığında birtakım ajanslar tarafından dahil ediliyor ve daha sonra da reklamcılara pazarlanıyor. Ben Türkiye'nin sözüne güvenilir bir televizyoncusu ve sanatçısıyım ama o listeye hiç girmedim. Bu mutluluğu da madalya olarak taşıyorum üzerimde. Ben bu kadar yıl içerisinde insanlarla bir şekilde arkadaşlık kurmuşum. Peki bunu neyle yapmışım, kalbe dokunan şarkılarımla mı, hayır. Bunun için duygusal durumlar mı yarattım, hayır. Ama insanlar programda beni izlerken birtakım kontrol mekanizmalarımı diğerlerine göre daha iyi görmüş, "Bu adam güvenilir, bir şey söylüyorsa merak etmek gerekir" demiş olabilirler. Ben tek değilim elbette. Bunu benden başka yapan, bu toplumun sevdiği ya da sevmese bile lafına itibar edebileceği çok insan var.

ULUSAL KANAL DEĞİL DİZİ KANALI

Ana akım kanallardan yeni alternatif/haber kanallarına geçiş gibi bir süreciniz oldu programlarınızla. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çünkü büyük kanallar artık bunu karşılayamıyorlar. Ya da arzu ettiğimiz şartlarda yapamıyorlar. Çünkü maalesef reklam alanlarını kaybettiler. Şu an televizyonun kazanç sağladığı, reklam geliri aldığı sadece öğleden sonrası ve PT1'i kaldı. Yani 08.00 ile 22.00 arası. Geri kalan her şey ya tekrar ya da başka bir şey. Halbuki biz talk şovcular televizyonlara gece 1'den sonra da çok para kazanılacağını gösterdik. Ve o sayede bizim programlarımız devam ettirilebildi. Ne oldu, bu reklam gelirlerini başarısız PT1 dizilerine kaydıra kaydıra kendi gelir saatlerini kısalttılar. Ben başladığımda televizyonlar 11 buçukta bitiyordu. Ben bu saati 1'e çıkardım, 2'ye 3'e 4'e uzattım. Sabah 6'da bitirdiğim programlar oldu. Hala saat 5'e ücretli reklam alınıyordu. Şimdi ne büyük aptallıktır ki bir sektör para kazanacağı kendi alanını daralttı. Dizi kanalları, dikkat ulusal ya da ana akım kanal demek istemiyorum dizi kanalı diyorum, kendilerini bu hale getirdikleri için diziden başka bir şey yapabilme kabiliyetleri yok. Ama bu kabiliyet şu an haber kanallarında var.

FENOMENLERLE YARIŞMAYA İHTİYACIM YOK

Medyanın hangi tarafında konumlandırıyorsunuz kendinizi?

Ben eğitimli, organize ve meslek sahibi medyacıların çalıştığı bir medyanın hayatını sürdürmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de konvansiyonel tarafında duruyorum. Konvansiyonel tarafında dururken elbette benim yaptığım programlar da Youtube'da yayınlanıyor, daha sonra insanlar oradan da seyredebiliyor. Ama sonuç olarak ben hala medyanın konvansiyonel tarafında duruyorum ve daima profesyonel insanlarla çalışmak istiyorum. Yoksa şimdi Youtube'a girip, Youtube'da dün başlamış fenomenlerle yarışmak ihtiyacında değilim. Benim orada tekrar kendimi kanıtlamama gerek yok. Ben zaten onların başaramadıkları ve bugün de artık başarmaları mümkün olmayan bir şeyi başardım ulusal kanalda bu kadar kişiye hitap ederek. Sonuç olarak ben konvansiyonel tarafta durmaya aynı zamanda konvansiyonelin dijital olanaklarında durmaya devam edeceğim. Sosyal medyadaki kedi videolarıyla, zıplayan köpeklerle ve fenomenlerle yarışmayacağım.

Fotoğraflar: Çağrı Çapık