Miraca gökdelenle çıkılmaz

Doğa ile uyumu, geleneksel bilgiyi ve hep zihnimizde bulundurmamız gereken birlik duygusunu ne yazık ki hepimiz kaybettik. Modern hurafe bize insanın O'nunla sereflendiğini ve tek başına esfeli safilinden öte bir mânâ yüklenemediğini unutturdu. Miraca yüksek binalarla varabiliriz zannettik.

MEHMET HAKAN KEKEÇ / hakankekec1122@gmail.com

Modern öncesi İslam kent ve beldelerinin üç ayak üzerinde imar ve inşa edildiklerini gözlemliyorum. Birincisi doğa ile koşulsuz uyum. İkincisi birinci maddeyi de kapsadığı düşünüldüğünden gelenek ile uyum. Üçüncüsü ise 'içte birlik' adını verdiğim bir inanç tecellisi.

Modern toplumlar büyüme ve ilerleme odaklıdır. Bunun için doğayı, geleneği ve içte birliği feda edebilirler. Modern öncesi Müslüman algısında ise nokta-i kübra; yani başladığın yere dönmek vardır. Dolayısıyla insan, dünyayı (doğayı) asla ele geçirmeyecek ve O'ndan geldiği için O'na döndürülecektir.

İslam, 7 gün ve 24 saati ihata eder. 'Modern evveli' insanın İslamsız düşüncesi, eylemi ve herhangi bir alışkanlığı olamaz. İlerlemeyecektir ve nihayetinde başladığı yere döndürülecektir. Din, bütün referans noktalarının merkezidir. "Şimdi o iş ayrı, Allah'ı karıştırma, hayatın da kendi gerçekleri var" şeklindeki hurafeler tamamen moderndir. Bu gerçeği nazara aldığımızda İslam şehirleri de İslamî ahlâk üzere imar ve inşa edilmiştir.

İslam'da ilk emir "oku" değil, "Yaratan Rabbinin adıyla oku"dur. Müslümanlardan her işe "Yaratan rabbinin adıyla başlaması" istenir. Yaratan Rabbin adıyla başlanan ve yürütülen her iş, O'nun yarattığı sebepler dünyasını ve rızasını gözetme sorumluluğu getirir. O'ndan gelip O'na döndürüleceğimize göre, inşa ettiğimiz müthiş gökdelenler bizi başka bir noktaya taşıyamayacak ve emr-i ilahinin üzerinde bir gerçek inşa etmemizi sağlamayacaktır. Dolayısıyla yakalamamız gereken bir uyum ve uygulamamız gereken bir menhec vardır.

Şimdi, herhangi bir İslam şehri imar ve inşa edelim. Ya da yüzyıllar evvel edilmiş bir şehri/beldeyi hayal edelim. Ne dedik, bir, doğa ile koşulsuz uyum: Doğa içerisinde birçok tecelli ve sır barındırır. Uzun mevzulara girmeyeceğim fakat konumuzla alakası ölçüsünde cemal ve celal meselesine bu noktada değinmeliyim. Geleneksel insan doğanın cemali kadar celaline de vakıftı. Yani vesile olan ve toprağı ile rızkı teslim eden, güzelliği ile ruhları doyuran doğa, her an celalini de gösterebilir ve insanı aciz bırakabilir.

Doğanın celalini de cemâlini de hesap etmek gerek

Genel görüşlerin aksine insanın 14.yy'da ilk atağını yapan Kara Ölüm (Veba) pandemisi ile modernleşmeye başladığından yanayım. Çünkü Kara Ölüm pandemisi doğayı cemal ve celali ile uymamız gereken bir gerçekten daha geriye taşımış; mağlup edilmesi gereken bir düşmana dönüştürmüştür. Avrupa taşrasındaki doğa dinleri/iptidai inançlar zayıflamış, doğa ile kavgalı ve tek dayanağı dünya olan ruhban ahlakını Avrupa'da yaymıştır. Tabii bunun doğuya tesiri için birkaç yüzyıl daha gerekecektir ama nihayetinde modern düşüncenin temeli olan insan odaklı ahlak nazariyeleri Batı'da su üzerinde görünür hâle gelmiştir.

Doğa ile uyum doğanın celalini de hesap etmeyi gerektirir. Doğayı sırf celali noktasından nazara almak ve bir rakibe dönüştürmek insanın felaketinin başlangıcı olmuştur. Doğa kaybediyor, onu yeniyoruz, ondan büyüğüz dedikçe aslında biz kaybediyoruz. Kazananın kaybedeceği, kaybedenin kazanacağı bir savaş bu. Yaratan Rabbinin adıyla okuyan insan, doğadaki cemal kadar celali de görecektir. Bu bir devrandır ve elbet dönecektır. Osmanlı, 30 metre genişliğindeki Ergene üzerine neden bin 300 metre köprü yapmıştır? Çünkü celali de hesap etmiştir. Ya da eski köylerimiz mis gibi düzlükler varken neden eğri büğrü yamaçlar üzerindedir? Çünkü dedelerimiz güzelliği ile çağıran düzlüklerin bir sonraki devrini de tahayyül etmiştir. Yolu düzleştiren ve yatak yapan su, bir gün tabii sana da uğrayacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük dehalarından biri, Roma geleneğini reddetmemesidir. "Roma İznik'i gölün doğusuna kurmuş ben de batısına kurayım" dememiş ve imar ve inşasında gelenek ile uyumu gözetmiştir. Hacı Bayram-ı Veli'nin tekkesini bir Roma mabedinin dibine inşa ettirmesi çok enteresandır misal. Okumak isteyene bu bir mesajdır. Hakikatte ötekinin geleneği ile ayrışsan da aynı doğa ile muhatapsın. Dolayısıyla onlardan alman ve öğrenmen gerekenler vardır.

Gelenek ile uyum doğa ile uyumu da ihata eder. Kendin hesabını kitabını yapamadığında, ya da o hesabı kitabı oluşturabilecek kenti/medeniyeti henüz kuramadığında geleneği takip edersin ki Osmanlı bundan medeniyeti kurduğu dönemde dahi vazgeçmemiştir. İstanbul'un en büyük mabedinin Ayasofya yanına inşa edilmesi salt "Ayasofya ile rekabet" sathiliği ile izah edilemez.

İslam merkezli nazariye, nokta-i kübra esaslıdır dedik. Yani O'ndan gelip O'na döndürüldüğün dairesel bir döngü. Dikkatli gözle bakanlar modern öncesi Müslüman toplumların bu döngüyü nazara alan -bir merkez etrafında daire oluşturan- şehirler inşa ettiklerini görecekler. Buradaki nokta-i kübra, şehrin mabedi yani ulucamisidir. Haşmet, gösteriş ve vakar ona aittir. Etrafındaki hiçbir yapı ondan büyük olamaz ve hatta pencereler, kapılar dahil o mabedin sahip olduğu pencere ve kapılardan büyük olmamalıdır. Bu ulucamiler avlusundan hamamına, mektebinden imaretine, derviş odalarından mahkeme odalarına bir külliye biçimindedir. Çünkü İslam 24 saati ihata ettiğinden ulu mabedin de salt ibadethane olarak görülmesi istenmez ve hoş görülmez.

Hayatın merkezinde mabed/ulucami olan şehirlerin külliye çevresinde çarşı, pazar olur. Hanlar, sebiller ve en mühimi külliye ile beşerin arasında hazireler bu daire içerisindedir. Zira ölüm günlük rutinler kadar hayatın gerçeğidir. Ölüm henüz hayattan sürgün edilmemiştir. Onun çevresinde de çıkmaz sokakların etrafına sivil mimari inşa edilir. Çıkmaz sokak mühim detaydır zira işi olmayan giremez. Tüm bu karmaşa aslında mabedi bir'ler. Yani yollar muhakkak oraya çıkar. Mabed ise mâlum ki kıbleye dönüktür. Buradan anlıyoruz ki yaşam, yaratan Rabbin adına/tarafına doğru sürüp gitmektedir. Tevhid. Bu da özetle 'içte birlik' demektir.