Medyatik notlar: Tüketmişlik sendromu

Yıllardır etkisi sebebiyle şiddeti körüklediği dillendirilen diziler, bu yeni akımla sanki bu kez sağaltıcı bir role bürünmüş gibi görünmüyor mu size de? Bir çaba, bir ‘farkındalık oluşturma' derdi var gibi.

ZEYNEP TÜRKOĞLU / zeynoturkoglu@gmail.com

Eğriye eğri, doğruya doğru; biz yapacak daha iyi bir işimiz olmadığından değil, daha iyi şeyler yapmaya cesaretimiz olmadığından müptelayız günlük eğleşmelere. Siz bu günlük eğleşmelerin içine ister televizyonu koyarsınız, ister internet mecrasını, ister aile, ister akraba, ister işyeri dedikodu ortamlarını. Fark etmez, öyle böyle ömür tüketiyoruz. Gelin beraber tüketelim, nasılsa sarmışız bi’ kere, çıkamıyoruz, o zaman en iyi bildiğimiz şeyi yapalım ve tüketelim…

Akşamları ne ile tüketiyoruz?

Klasik izleyici hâlâ televizyonu seviyor. En azından ertesi güne konuşacak malzeme veriyor ekran. Düşünün bi’; eğer akşam dizi kuşakları olmasa ne konuşuruz biz? Sabah ve gündüz kuşaklarının sattığı gerçek kesit şiddet ve kederini neyle dengeleriz? Gerçi akşam dizilerinde de hem şiddet, hem gam-kasavet gırla! Ama olsun, dizinin gerektirdiği hikâye ve görsel kurgu ile çok daha estetik, çok daha stilize. O yüzden gündüz kuşak programlarında yaraladığımız minik kalbimizi akşam dizileri ile iyileştiriyor, uyuşturuyoruz. Zaman da geçiyor, diyorduk kiii… “Gerçek bir hayat hikâyesinden alınmıştır” dizileri çıktı yolumuza.

Diziler gerçeklere yaslanınca...

Tabii ki gerçek bir öyküden alınmış, ya da ondan ilhamla yazılmış başka senaryolar da olmuştu geçmişte. Ama bu sefer çok sistematik bir akımla karşı karşıyayız. Önce “İstanbullu Gelin” başladı. Adeta lokomotif oldu. Aksiyondan ziyade dizideki karakterlerin bir çeşit iç yolculuklarını izlemek, onları bugüne getiren dünü öğrenmek iştiyakı orada kendini hissettirmeye başlamıştı. Tarz sevildi, velut bir romancı da olan psikiyatrın diziye aktarılan eseri beğenildi. Bu, sonraki işlerin hazır seyircisini oluşturdu. Üstelik iki koldan; hem okur, hem seyirci sıradaki için sabretti ve sonunda kavuştu.

Masum değiliz hiçbirimiz…

Sezonun dikkat çeken dizilerinden ikisi, işte az önce hatırlattığım lokomotifin yeni vagonları. Birbirinin tekrarı değil, ama okurun gözünden kaçmıyor; kitaplarda geçen bazı karakterler dizilerin içine bir sızıp, bir çıkıyor, arada yeni terkipleri oluşuyor. Pekiyi ne oldu? Olay, hareket esasından çıkıp, sonuçtan değil, süreçten bahseden, ortaya çıkan meyveyi, ağacın köküne inerek anlamaya çalışan işleri aldık hayatımıza? Aldık diyorum, çünkü seyrediyoruz, konuşuyoruz. Seyreden zaten beğendiği, en azından etkilendiği için seyrediyor. Pekiyi seyretmeyen? İşte burada ilginç bir durum var, seyretmeyenler için de seyretmemek bir tercih, çünkü onlar bu davranışı ‘etkilendikleri’ için sergiliyorlar. Yani dikkatlerini çekmediğinden değil, aksine seyrettiklerine duyarsız kalamadıklarından kaçıyorlar. Bir kere başlangıç olarak dinleyeceğiniz/seyredeceğiniz şeyin gerçekten yaşamış birine ait olduğunu bilerek şahitliğe başlamak, insana fazladan bir sorumluluk duygusu yüklüyor gibi. Evet, kurgu ve kurmaca her şeyde hayattan izler vardır. Eğer fantastik değilse, mümkün olduğunca hayatın olağan akışına uyan kurgular başarılı olur zaten. Yani kurgular da gerçekle dost oldukça karşılık buluyor. Ama işte o küçük(!) detay var ya, bütün algıyı etkiliyor. Gerçek olmak ya da kurgu olmak işte bütün mesele bu!

Hâlbuki kurgu hayattan beslendiği gibi, gerçek öyküler de bir esere dönüşürken kurgulaşır, yeni bir form kazanır, dayandığı gerçeklikten elbette bir parça uzaklaşmıştır. Yine de seyirci bu sorumluluğu ‘satın alır’. Artık ekranda ağlayan bir erkeğe, bir dizi karakteri mesafesiyle değil, babasından yediği dayakları çocuklarına pas atan gerçek bir insana bakar gibi bakar. Ya da birkaç aşamalı aile faciasından ruhen bin beş yüz parça çıkan, intihara bir tabure mesafesinde iken hayata dönmenin eşiğini atlayan gözü yaşlı kadına da ‘İşte bunlar hep diziler, filmler!’ diyemez, gerçek öykünün, gerçek kadınına daha bir dikkat ve sorumlulukla bakar. Veya bir tabak ıspanak pişirmek için koca bir günü mutfakta yaprakları teker teker dörder defa yıkayarak geçiren bir kadın, kız kardeşinin altını ıslatarak kirlettiği çarşaflarını apartmanın boş dairesine istiflese de sadece abartılı bir dizi karakteri değildir. Çok daha keskin ve somut bir şeydir. Çünkü seyircisi olduğu dizi filmin başına ‘Gerçek yaşam öyküsünden…’ notu yapıştırılmıştır. Seyirci yeni duruma zihnen uyumlanmıştır.

Bundan sonraki aşamada televizyonun izlenirlik kaygılarının ötesinde etkisinden hareketle test sürüşüne devam edeceğiz. Bu yapımlarda şiddetin pornografisine değil, kökenine ok işareti çıkarılmış gibi duruyor. Ebeveyn veya koca şiddetine uğramış olanın doğrudan performansı değil, gösterdikleri şiddetin arka planında bu durumu nelerin beslediğine dair anlatılan bir şeyler var. Yüzleşme, kendini tanıma, yaralarını fark edip daha sağlıklı olabilmek için yardım almaya kendini açma resimleri görüyoruz bu yeni trendde. 

Diziler mi şiddeti doğuruyor yaşanan şiddet mi dizileri? 

Hani şu bitimsiz tartışma vardır ya, diziler mi şiddeti körüklüyor, yoksa bizi olduğu gibi bize aksettiren bir ayna vazifesi mi görüyor diye… Şimdi bu dar alanda o konuyu açmayacağım. Ama etkisi inkâr edilemez bir dünya bu. Talep ediliyor ve sundukları hemen her şey yeni taleplerin bir modelini sunuyor seyirciye. Belki yaygınlaştırıyor da. Bahsettiğim yeni trend bana bir taraftan ‘yiğit düştüğü yerden kalkarmış’ deyimini hatırlattı. Yıllardır etkisi sebebiyle şiddeti körüklediği dillendirilen diziler, bu yeni akımla sanki sağaltıcı bir role bürünmüş gibi görünmüyor mu size de? Bir çaba, bir ‘farkındalık oluşturma’ derdi var gibi. Tabii bu farkındalık öğreticilik dozu arttığında büyüsünü kaybedip, çok izlenir olmaktan çıkıyor. Malum, televizyonun işi her halükarda eğlendirmektir sonuçta. Ama mevcut ilgi yine de düşündürüyor. Acaba bu tip bakışla yapılan diziler bize toplum ruh sağlığının yeni bir röntgenini mi verecek, yoksa yaraları tedavi sürecine katkı mı sağlayacak?

Son bir not, bu tarzdaki dizilerle ilgili iletişim doktoru arkadaşımla konuşurken ilginç bir şey söyledi. Aslında çok geniş bir konunun minik bir parçasını aktarmaya çalışmak zor ama yine de toparlamaya çalışayım. Diyor ki sevgili dostum; “Bu akımla yarı okumuş yarı cahil tarafımıza psikolojiyi de tam olarak yerleştirme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Sadece dizi seyircisi olmakla eşe dosta psikolojik tahlil ve tavsiye verenlerin sayısında artış olmaz inşallah!”