Bugüne kadar birçok gezi yazısı yazdım. Nerelere gidilmeli, hangi müzeler görülmeli, nerelerde
Bugüne kadar birçok gezi yazısı yazdım. Gittiğim yerlerde en fazla 1 hafta kalıp kısa ama oldukça tempolu zaman geçirir ve ardından buradaki deneyimlerimi sizinle paylaşırdım. Nerelere gidilmeli, hangi müzeler mutlaka görülmeli, nerelerde yemeli? Kısacası neleri deneyimlemeli? Ancak son seyahatim hepsinden farklıydı. Bir önceki turistik seyahatlerimden farklı olarak yaklaşık 3 ay kadar Londra’daydım. Bir nevi Londra’nın lokali gibi oldum. Yani bir yerlere koşturmaya, acele etmeye gerek kalmadan sindire sindire geçen bir 3 ay… Neredeyse Londralı gibi hissederek yaşamak. Keyifli miydi? Çok! Zorlukları var mıydı? Olmaz mı…
'Uzak' diye bir kavram yok
Özellikle 4 mevsimi yaşamaya alışık bir millet olarak önce gerçekten bu anlamda çok şanslı olduğumuzu belirtmek gerekiyor. Puslu ve devamlı yağmur yağan bir şehirde 3 ay geçirmek, hiç bitmeyen bir melankoliyi kabullenmek demek. Dünyanın en büyük Kraliyet başkenti Londra’nın içinde yaşadıkça insanlarını da daha iyi gözlemleme şansı yakaladım. İlk dikkatimi çeken ise yüzyıllardır geleneklerinden ödün vermemelerine karşın, aynı zamanda da şaşırtıcı derecede özgürlüklerine düşkün olmaları oldu. Kraliçenin, şehrin sembolikleşen kırmızı telefon kulübelerinin, iki katlı otobüslerin, klasik siyah taksilerin, çiçekli pubların, çocukluğumuzun kahramanı Peter Pan’ın şehri Londra… Ünlü Thames Nehri'yle çevrili ve sisli, puslu bir havaya hakim olması sizi melankolik yaptığı kadar biraz da romantikleştiriyor sanırım. Sokaklarda dikkatimi çeken her dilden ve her ırktan insan olması. Özellikle Hintlilerin sayısı oldukça fazla. Tam bir kültür salatası. Şehrin her yerine kolayca ulaşabileceğiniz metro hattı tabii ki günlük işlerinizi halletmek için bir hayat kurtarıcı, oldukça süratlı ve kolay. Uzak diye bir kavram yok neredeyse! Her yere maksimum 20-25 dakikada ulaşabilirsiniz. Ama söz konusu “rush hour” dedikleri iş çıkışı saatlerine denk gelirse işte o onda her yer tam bir izdihama dönüşüyor. Tabii biz de İstanbullu olduğumuz için "bu nasıl rezillik, bu ne biçim şehir" gibi söylemlerde bulunmuyoruz. Burayı daha önce de ziyaret etmeme rağmen, kafamda önyargılarla geldim. Fakat bu kez uzun sayılabilecek bir zaman geçirmem İngilizlerin çok soğuk insanlar olduğu izlenimimi tamamen tersine dönüştürdü. Oldukça kibar hatta dostane olduklarını söyleyebilirim.
Tam bir sanat şehri
Londra tam bir sanat şehri. Yüzlerce müze ve sanat galerisine sahip ve birçoğuna giriş ücretsiz. 15-20 yıldır oynanan tiyatro oyunlarını gördüğümde şaşkınlığımı gizleyemedim. Cats, Phantom Of The Opera, Chicago, The Lion King, Swan Lake, Mamma Mia gibi klasikleri her ziyaret ettiğinizde deneyimleyebilirsiniz. Yemek konusundaysa açıkçası ben pek zorlanmadım ama yemekte geleneksel lezzetler arıyorsanız ve yeni lezzetlerden hoşlanmıyorsanız biraz zorluk yaşayabilirsiniz. Restoranları arasında son zamanlarda oldukça popülerleşen Sexy Fish, bir yıl önce Chelsea’de açılan, kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz Ivy’nin sahibi Richard Cragg’in son mekânı. Damien Hirst'ün denizkızı heykelleri, Frank Gehry'nin ışıltılı timsahı ve yerdeki İran halılarıyla yaklaşık 20 milyon sterline mal olduğu söylenen mekân, ismi ve dekorasyonuyla eleştirilse de Asya Füzyonu yemeklerinin lezzetini herkesin kabul ettiği en trend yerlerden. Bir başka dikkat çeken restoran ise bir çok salondan oluşan Sketch. Ama özellikle sosyal medyayı yakından takip edenler mutlaka denk gelmiştir ki ben de Instagram hesabımda yayımladım. Bu mekân yemeklerinden çok ilgi çekici dekorasyona sahip tuvaletiyle oldukça ün yapmış durumda. Son olarak ördek sevenlerdenseniz, Duck&Waffle’a mutlaka gidin derim. Restorana ismini veren bu yemeği yerken eşsiz bir şehir manzarası da size eşlik edecek. Bütün bu mekânların yanı sıra geleneksel bir İngiliz Pub’ında Fish and Chips deneyimi yaşamadan da dönmeyin.
Unutulmaz bir deneyimdi
Bahsedecek öyle çok deneyim, görülmesi gereken onca yer var ki sadece başlıcalarını sığdırabildim bu yazıya. Ama yazımı bitirmeden en sevdiğim semtlerinden biri olan Notting Hill’den söz etmeden geçemeyeceğim! Batı Londra'da yer alan, kozmopolit bir nüfusa sahip bu şirin semtin adını, her yıl ağustos ayında düzenlenen "Notting Hill Festivali", ikinci el giysi ve antika eşyaların satıldığı "Portobello Road Market" olarak bilinen sokak pazarı ve 1999 yılı yapımı "Notting Hill" filmiyle duyurduğunu söyleyebiliriz. Büyük Victoria evleri, restoranları ve özel butikleriyle mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Turistik ziyaretlerinizde âşık olduğunuz bir şehri, oranın lokali gibi yaşamak benim için gerçekten unutulmaz bir deneyimdi. Bundan sonra ziyaret ettiğiniz tüm şehirlerde gizli yollar, keşfedilmemiş mekânlar, saklı hazineler keşfedin. Çünkü o şehrin kalbi turistik meydanlarda değil, bu gizli saklılarda atıyor.