Kuru otlar yeşerdi, bu karamsarlık bitmedi

Kuru Otlar Üstüne Oscar kazansa ne yazar? Dünyaya anlatacağımız en anlamlı hikâye 'yaşadığı coğrafya'dan son derece rahatsız, görev yaptığı taşra okulunda bir an önce tayin olmak için gün sayan, bu ülkenin çocuklarından hiçbir halt olmayacağına inanan bir resim öğretmeni olan Samet'in iç bunalımları mı olmalı?

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Bu yıl 76. Cannes Film Festivali'nde Merve Dizdar'ın performansı ile En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kuru Otlar Üstüne' adlı filmi nihayet vizyonda.

Merakla beklenen film ilk hafta sonunda 70 bin 157 kişi tarafından izlendi. Bu, NBC filmografisi içindeki diğer filmlerle kıyaslandığında oldukça iyi bir rakam. Sanat filmleri, hele de NBC'nin uzun planlarından pek de hazzetmeyen vizyon seyircisi film üzerinden ilerleyen politik tartışmaların da rüzgârıyla bu kez talip oldu üç saatlik yapımı izlemeye.

Cannes'daki ödül sonrası Merve Dizdar'ın yaptığı konuşma sosyal medyada tepkilere olmuştu. Filmi izleyene kadar ödül akşamı Merve Dizdar'a gösterilen tepki gereksiz miydi, politik duruşumuz farklı olsa da neden birlikte sevinemez olduk şeklinde düşünceler dönüp durdu zihnimde. Zira 61. Cannes Film Festivali'nde Üç Maymun filmiyle En İyi Yönetmen ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan'ın konuşmasında "Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" sözleri o yıllarda kabuğunu kırma mücadelesi veren Türkiye'nin durumuna çok denk düşüyordu. Buna karşılık Merve Dizdar'ın 76. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye alırken kurduğu "Filmde canlandırdığım Nuray karakteri inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın. Onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak Nuray ve Nuray'ların duygusunu doğduğumdan gündem beri ezbere bilmeyi gerektiriyor." şeklindeki cümleleri tam tersi bir istikameti gösteriyor. Artık aidiyetini bir kenara bırakmış ve ülkesini 'yaşadığım coğrafya' diye tanımlayan bu anlayış aslında filmin de özeti bir bakıma. Zira hikâyenin ana karakteri Samet de 'yaşadığı coğrafya'ya ve öğretmenlik yapmak 'zorunda' olduğu taşraya alabildiğine yabancılaşmış biri.

İNSAN KÖTÜLÜKTEN Mİ İBARET?

Biçimsel olarak başarılı, sinemasına yenilikler katan, şaşırtıcı sürprizleriyle seyirci önceki işlerinden farklı bir tat sunan usta yönetmen ne yazık ki düşünsel olarak yalnız ve güzel ülkesiyle ilgili sıkılganlığından kurtulamamış. Kış Uykusu'ndan itibaren yurdum 'aydın'larına ciddi eleştirel bakış getiren Ceylan'ın dönüp dolaşıp yine o aydın hezeyanlarını pekiştirecek bir dünya kurması tam bir hayal kırıklığı. Taşrada öğretmenlik yapan Samet, Kenan ve Nuray etrafında ilerleyen hikâye Samet'in kişisel tatmini için arkadaşını ve genç bir kadını kullanan kötücüllüğünden besleniyor.

Filmleri için mekân olarak neden hep taşrayı seçtiğinin sorulması üzerine NBC "İnsanla uğraşıyoruz, nerede geçtiğinin bir önemi yok. Her yerde aynı insan. Her zaman da aynıydı, bin yıl önce de aynıydı. Değişmeyen şeyler var, ben onlar üzerine film yapıyorum." cevabını vermişti yakın zamanda. Peki NBC'nin kahramanları neden bu kadar umutsuz? İnsan dediğimiz varlık kötülükten mi ibaret? Filmlerinin atmosferi neden bu kadar kasvetli, boğucu, huzursuz edici? Bir yandan perdeye yansıyanın kurmaca bir dünya olduğunu bilhassa seyirciye gösterirken öte taraftan anlatısını niye ısrarla kötücül karakterler üzerine kuruyor?

Ana karakterin sıkışmışlık hislerine ve sürekli şikâyet eder haline karşılık çarenin mücadeleden ve çabalamaktan geçtiğini savunan Nuray, bir terör patlamasında bacağını kaybetmiş. Bir masa etrafındaki uzun konuşmalarında Samet'e mücadele ruhunu öylesine inançla anlatıyor ki bir an Samet, 'Neredeyse bacağını kaybetmene mâl olan bombayı patlatan teröristi bile seveceksin mücadele ettiği için' diyor. Film boyunca en Samet'in kurduğu en anlamlı cümle bu belki de.

SİNEMAMIZ İYİYİ DE GÖRECEK Mİ?

Öğrencilerine karşı yer yer ilgili gibi görünse de sırf onların canını yakmak için rahatlıkla hakaret edebilen, onları aşağılayan bir öğretmen Samet. Kenan ne kadar gerçekse Samet o kadar iğreti duruyor. Samet'in bir kız öğrenci ile iletişiminde sınırlarını bilerek esnetmesi, ardından öğrencinin ilgisini kaşıyarak çocuğu manipüle etmeye çalışması aslında düpedüz tacize varan bir sahne ile karşımıza çıkıyor. Ancak sözkonusu bir sanat filmi olunca bu tür bir sahne sadece 'rahatsız edici' bulunuyor, ötesini ne kimse söylüyor ne de tartışıyor.

Buna rağmen film Türkiye'nin Oscar adayı olarak seçildi. Kuru Otlar Üstüne Oscar kazansa ne yazar? Dünyaya anlatacağımız en anlamlı hikâye 'yaşadığı coğrafya'dan son derece rahatsız, görev yaptığı taşra okulunda bir an önce tayin olmak için gün sayan, bu ülkenin çocuklarından hiçbir halt olmayacağına inanan bir resim öğretmeni olan Samet'in iç bunalımları mı olmalı?

Usta yönetmen sinemasını, karakterlerini, hikâyesini istediği gibi perdeye taşımalı, taşısın da. Ama bu yapım uluslararası platformlarda Türkiye'yi temsil edecek bir sinema eseri olarak devlet tarafından en üst düzeyde destek alıyorsa burada bir durup düşünmek lâzım.

Bu noktada yönetmen Murat Pay'ın bisavblog'da yayınlanan filme dair eleştirisi dikkatle okunmalı. "Coğrafyasında yaşayan insanı, koşulsuz sevemeyen, değersiz gören; ona karşı merhameti güçsüzlük addederek onu aydınlatılması gereken bir birey gibi konumlandıran; insan hikâyesi anlatacağım derken onun zaaflarını bütüne şamil etme kolaycılığından vazgeçemeyen; eleştiri adı altında onu fasılasız küçümsemekten geri durmayan yönetmenler tarafından çekilen, kuru ot olmaya ve ezilmeye mahkûm edilmiş insanların öyküsünü otuz yılı aşkın beyazperdede seyrettik." diyen Pay'ın "Peki yaygın bir şekilde taşra trajedisine odaklanan 90 sonrası Türk sinemasında, kötüyü bilen ve gören, kötünün karşısında onurla ayakta kalma direncini muhafaza edebilen, insan olmak için insan kalmanın çetrefilli yollarını keşfedebilenlerin hikâyesine de yer açılamaz mıydı?" sorusuna bakalım kimler, ne cevap verecek?