Kültürel hegemonya sivilleşme ile çözülür!

''Sadece Kültür Bakanlığı'nın çalışmaları ile kültürel iktidar olunmaz. Bu tek başına siyasal iktidarın bir meselesi de değildir.'' diyen Doç. Oğuzhan Bilgin, ''Artık 1930'ların devletinde yaşamıyoruz'' hatırlatmasını yapıyor. Bilgin, ülkedeki kültürel vesayetin yıkılması için yeni milliyetçi-muhafazakar orta sınıf elitler ve sermaye gruplarının, sivil toplumun daha fazla inisiyatif alması gerektiğini söylüyor.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Kültürel iktidar konusu popüler bir tartışma başlığı olduğu için çok konuşulduğu ve ele alındığı zannediliyor. Oysa özellikle akademik anlamda doğru bir zeminde tartışılmaya yeni başlandı. Doç. Oğuzhan Bilgin'in editörlüğünde Diplomasi Vakfı Yayınları'ndan çıkan Kültürel İktidar adlı kitapta 15 akademisyen meselenin kavramsal çerçevesini çizerken kültürel hegemonyanın siyasi, ekonomik, toplumsal arka planına dikkat çekiyor. Doç. Bilgin'le kültürel hegemonyayı ve beslendiği zemini konuştuk.

Gerçek düzlemde kültürel iktidar kavramı üzerine düşünüp, kafa yoruyor muyuz?

Kültürel iktidar meselesi ile her an çocukluğumuzdan genç yaşlarımıza, eğitim hayatımızdan iş yaşamımıza gündelik hayatımıza kadar her boyutuyla karşı karşıya kalıyoruz. Hepimiz bir şekilde maruz kalıyoruz bu kültürel iktidarın etkilerine ama bence bunun üzerine yeterince tartışmıyoruz. Bazen tartışmaya çalışsak bile bunu doğru kelimeler, kavramlar ve yöntemlerle ifade etmekte zorlanıyoruz. Bunu kavramsallaştırabilenlerimiz de konuyu iyi bir çerçeveye oturtarak meselenin tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik boyutlarını da kapsama dahil ederek ele alabiliyor mu? Bence burada bir soru işareti var.

Editörlüğünü üstlendiğiniz bu çalışma nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Akademik camia nasıl bakıyor kültürel iktidar tartışmalarına?

Kültürel iktidar meselesi bizim bu kitapta da tartıştığımız üzere küresel batı hegemonyasının etkisinde kalan batı dışı toplumların hepsinde bir şekilde olan bir mesele. Özellikle sömürgecilikle karşı karşıya kalan dünyanın büyük bir kısmında bir kültürel hegemonyadan bahsedebiliriz. Ama biz tarih boyu hiçbir zaman sömürge olmamış bir milletiz üstelik bir dünya imparatorluğunun mirasçısı büyük bir medeniyet kurucusu bir milletiz. Buna rağmen küresel batı hegemonyasının buradaki yerli, mandacı izdüşümleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Büyük bir kültürel vesayet içerisinde ayakta kalmaya çalışıyoruz. Siyaset üzerindeki askeri vesayeti, yargı vesayetini, bürokratik vesayeti yıktık. Ama ekonomik ve kültürel vesayetle mücadelemiz devam ediyor. Burada en çok geride olduğumuz alan kültürel vesayet. Bunu dert edinen, kavramsal ya da kavramsal olmayan düzlemde bu tartışmalara atıf yapan insanlar bugüne kadar varoldu. Ama bu tartışmalar genelde gündelik polemik dilinde kaldı. Çok az gazete makalesinde yer aldı. Bazı tv programları yapıldı. Çok az çalıştay, sempozyum veya konferansta konu edildi. Bu meselenin özellikle de akademik düzeyde bir zemini hiç olmadı bugüne kadar. Bu da çok büyük bir boşluk yarattı. Çünkü toplumsal, siyasal, ekonomik, felsefi, tarihsel boyutları olan böyle büyük bir meselenin akademik bir düzlemde ele alınmaması, hiçbir zaman ciddi anlamda üzerinde kafa yorulmaması ve bu mesele ile bir şekilde mücadele etme yollarının aranmaması, aranıyorsa bile bu yol ve arama biçimlerinin etkisiz kalması manasına gelecekti. Kaldı ki bugüne kadar "kültürel iktidar" kavramına yönelik çok az tartışma yapıldığı gibi bunlar da maalesef kültürel iktidarın sahipleri tarafından yani Türkiye'deki batıcı unsurların akademideki düşünürleri tarafından ortaya konulmuştu. O yüzden özellikle Türkiye'nin milliyetçi, muhafazakar aydınların bu tartışmayı akademik düzeyde yapmasının artık zamanı gelmişti. Biz de akademik anlamda böyle bir boşluğu fark ederek bu yola girdik ve bu boşluğu doldurmaya en azından biraz olsun gayret ederek böyle bir iddia ile yola çıktık.

Bize biraz kitabın kapsamından ve hangi noktalara temas ettiğinden söz eder misiniz?

Bu kitapta kavramsal bir tartışma yapılıyor. Kültürel iktidar mı kültürel hegemonya mı? Bu nedir, tarihsel olarak nasıl gelişmiştir? Sadece Türkiye'de mi vardır? Dünyanın çeşitli ülkelerinde bu nasıl tezahür eder? Bunun tarihsel, siyasal, ekonomik süreçlerle nasıl bir ilişkisi vardır? Bu sorular etrafında kavramsal çerçeve çizmeye çalışan bölümlerle başlıyor. Özellikle de benim yazdığım ilk bölümde ben bu kavramsal çerçeveyi çizmeye, meselenin tarihsel oluşum süreçlerini ortaya koymaya ve bugünkü boyutlarını, Türkiye'deki kültürel hegemonyaya karşı bir hegemonya girişiminin ortaya çıkıp çıkamadığını ele almaya çalıştım. Kültürel hegemonya tartışmalarının kültür sanattan, mimariye, müzikten ideolojilere, siyasete edebiyata kadar pek çok boyutunu ele alacak bölümlerden oluşan 15 akademisyenin katkı verdiği bir editöryal kitap olarak ortaya çıktı Kültürel İktidar kitabı. Tabi ben kültürel iktidar yerine kültürel hegemonya kavramının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü iktidarda daha zorlayıcı şartlar bulunurken hegemonyada rıza unsuru vardır. Batının küresel hegemonyasının Türkiye içindeki yerli, batıcı uzantılarının ideolojik olarak kendilerini nasıl adlandırdığı önemli değil; sosyalist, sol, Kemalist, liberal sol, feminist bu tarz kavramların hiçbir önemi yok. Hepsinin ortak paydasının batıcılık olduğunu düşündüğüm için ideolojik sınıflandırmalardan uzak durarak batıcılık kavramı etrafında bu meseleyi tartışmanın uygun olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan da burada batının hegemonyasına rıza gösterme gibi bir durumdan söz ediyoruz. Bu zaten sömürgelerde çok rastlanan bir durumdur. Postkolonyal dönemde de sömürge sonrası dönemde de sömürgecilik kendini bu şekilde yeniden üretmektedir. Buna dair de tafsilatlı tartışmalar var kitapta.

Kültürel hegemonyanın kaynağı ve onu besleyen etkenler neler? Bu bağlamda sınıfsallık meselesini doğru okuyabiliyor muyuz?

Kültürel hegemonyanın ciddi anlamda bir sınıfsal kaynağı olduğunu birçok bölümde ele aldık. Çünkü benim şöyle bir iddiam var; Türkiye'de devlet aparatlarına ve sermaye gücüne sahip olan bürokratik mekanizmalarda yer alan bir kültürel, siyasal, ekonomik elitler grubu var. Türkiye'nin kentleşme süreçlerinde ilk başlarda kentteki bu pozisyonlarda bulunabilmiş kesim ile Türkiye'nin taşralı, yarı taşralı, kente göç etmiş kitle ile arasında bir sınıfsal fark var. Ve bu kitle ekonomik, siyasal, mesleki açıdan avantajlı olduğundan sosyal, kültürel, ekonomik sermayeleri çok daha büyük. Türkiye'nin milliyetçi, muhafazakar dindar insanları daha çok köylerde ve yeni yeni kentlere göç etmeye başlayan insanlardan oluştuğu için ciddi bir sosyolojik dezavantaja sahipler. Böyle bir sosyolojik uçurum var ve bu esasen sınıfsal bir uçurum. Türkiye'nin köylerde yaşayan ve kente yeni gelen ya da kentin çeperinde yaşayan insanları bir ekmek kavgası içinde yer alıyor. Bu kavga içinde yer alırken kültürel üretimde bulunamıyorlar doğal olarak. Onların çocukları ve yeni yetişen kuşakları da iş bulma, ekmek parası kazanma derdiyle yetiştirildiği için akademik hayattan, sanattan, kültürden musikiden mimariden kültürel üretimin merkezini oluşturan alanlardan uzak kalmış oluyorlar. Ben arada böyle bir sınıfsal fark olduğunu düşünüyorum.

Türkiye'de iktidar ve kültürel hegemonya konusunda yaşadığımız tezatın nedeni nedir sizce?

Açıkçası ben şunu düşünüyorum, kitaptaki en büyük iddiam da buydu; bugün 1930'ların devletinde yaşamıyoruz. Devletin tek başına kültürü belirleyen bir güce sahip olduğunu düşünmüyorum. Artık kültürün çok fazla kaynağı var. 1930'larda böyle değildi. Devlet bir toplumu şekillendirmede, kültürü belirlemede çok daha yetkindi. Bugün küresel kültür mecraları, konvensiyonel medya, sosyal ve dijital medya var, eğitimin çok fazla kanalı var. Kültür, sanatın çok fazla sivil alanları var. O yüzden siyasal iktidarın kültürel iktidarı ele geçirmesi gibi bir tartışmayı doğru bulmuyorum. Bu, sadece siyasal iktidarın bir meselesi de değildir. Sadece Kültür Bakanlığının çalışmaları ile kültürel iktidar olunmaz. Burada kültürel iktidar olma konusunda bile her şeyi devletten bekleyen anlayışı eleştiriyorum. Tabi ki devlet eğitimdeki müfredata daha fazla müdahale edebilir, kültür politikalarını daha iyi şekillendirebilir ama burada daha fazla sivil alanların ortaya çıkması lazım. Türkiye'nin yeni milliyetçi muhafazakar orta sınıf elitleri, sermaye grupları var artık. O sermaye gruplarının daha fazla inisiyatif alması, daha fazla kültür endüstrisi kanalları ile kültürel faaliyetleri desteklemesi, kültürel elit yetiştirmede daha fazla sorumluluk alması çok önemli. Muhafazakar sivil toplumun güç kazanması ve inisiyatif alması gerekiyor. Biliyorsunuz bizde sadece burs vermekten, yurt sağlamaktan ibaret bir sivil toplum anlayışı var. Bu da önemli ama artık bunu da aşacak, çeşitlendirecek ve daha da genişletecek bir sivil kültür inisiyatifine ihtiyacımız var. Bir yandan da söylemek lazım. Az önce bahsettiğim sosyolojik meselelerden dolayı Türkiye'nin milliyetçi ve muhafazakar insanları daha alt gelir gruplarından geldikleri için çocuklarını da ekmek kavgasında çabuk iş sahibi olsunlar diye daha mühendislik alanlarına, teknik alanlara, tıp veya iş dünyasına yönlendirdiler. Bu anlaşılabilir bir şey ama gelinen noktada kültüre, sanata, entelektüel hayata, akademik hayata, medyaya milliyetçi muhafazakar kesimin çocuklarının daha fazla yönelmesi gerekiyor. Kültürel hayatın demokratikleştirilmesi ve bağımsızlaştırılması ancak bu sivil inisiyatiflerle mümkün olacak.

Kitapta darbecilik ve PKK terörizminin aynı zamanda bir kültürel hegemonya meselesi olduğu iddia ediliyor. Bunu biraz açabilir misiniz?

Darbeciliğin bir kültürel hegemonya meselesi olduğunu iddia ediyorum. Çünkü darbecilik şöyle bir batıcı, sömürgeci zihniyete dayanıyor. O da şu "batı dışı toplumlar kendilerini yönetmeye, demokrasiyi içselleştirmeye ehil değildirler. O yüzden onları ancak batılılar ya da batılıların belirlediği uzantı birtakım unsurlar onların adına bu toplumları idare eder." Sömürgeciliğin en temel kendini meşrulaştırma aracıdır bu zihniyet. Bu bakımdan darbecilik Türkiye'nin milliyetçi, muhafazakar, dindar hükümetlere karşı yapılmıştır. Çünkü siyasal olarak o kimliği sahiplenenler zaten bu batıcı darbeci güruhun kendisine tehdit olarak gördüğü siyasal yapılar ve kimliklerdir. Şunu da söylemek lazım hiçbir toplum kendi kimliğine, kültürüne savaş açmış ve onu tehdit olarak gören siyasal yapılara oy vermez. O yüzden batıcılığın Türkiye içindeki unsurlarının iktidar olmak için darbe yapmaktan başka şansı olmamaktadır. Bu yüzden darbecilik batının küresel hegemonyasının bir tezahürüdür.

Gençlerin değişimi ve dönüşümünden yakınan muhafazakarların en sık kurduğu cümle 'ama o dünya daha cazip'. Böylelikle kültürel hegemonyanın ürettiği, servis ettiği düşünce, yaşam pratikleri ve gündelik hayata ilişkin içerikler karşısında baştan yenilgiyi kabulleniş sözkonusu. Bu öğrenilmiş çaresizlikten nasıl kurtuluruz?

'Ama o dünya daha cazip' önermesi gençlerden de çok sık duyulan bir söz. Burada biraz dijital platformların veya orada ortaya çıkan kültürel üretimlerin cazibesinin yanı sıra tabi ki bir kültürel hegemonya var. Türkiye'de özellikle sosyal medyayı gençlerin algısını yönlendiren youtuber, influcer, popüler figürler, dijital platformlar, youtube'daki içeriklerin de bu kültürel hegemonyayı destekleyen ve yeniden üretilmesini sağlayan bir zihniyeti paylaştığı için bunlar gençlerin algılarına etki ediyor. Ama burada daha da esaslı sosyolojik mesele var. O da şu; özellikle milliyetçi, muhafazakar ebeveynler köyde doğmuşlar, kente gelen ilk kuşaklar. Bu nedenle kuşak farkına büyük bir sosyolojik fark da eşlik ediyor. Çünkü gençler kentte doğmuşlar, yüksek eğitimliler, yabancı dil biliyorlar. Dünya kültürünü yakından takip ediyorlar ve anne babalarıyla kültürel paydaşlıkları azalmış durumda. Bu kuşak farkıyla birlikte Türkiye'nin kendi toplumsal dönüşümünden kaynaklanan farklar da olduğunu düşünüyorum. Gençler anne babalarını taşralı buluyor. Kendilerine yakın bulmuyorlar ve o yüzden anlaşılmadıklarını ve diğer tarafın daha cazip geldiğini düşünüyorlar. Kültürel hegemonyanın kendini yeniden üretmesi de böyle bir sosyolojik farklılıktan daha da güç alıyor.