Kişisel medya münasebetiyle münasebetsizlik

Kurumsal medyanın özgürlüğü kadar sorumluluğu da tabiatının bir parçası (olmalı). Ancak kişisel medya yönetimi de hukukun, etiğin, insanlığın sorumluluk alanında. Kişisel hesaptan yapılan paylaşımların ahlaki sınırlarını nasıl belirleyeceğiz, bu ucu açık görünen bir konu.

ZEYNEP TÜRKOĞLU / zeynoturkoglu@gmail.com

“Fatih Portakal’ın televizyonu bırakması, Teoman’ın müziği bırakması gibi olmuş. Teoman daha uzun süre dayanmıştı...”

Televizyon eleştirmeni Sina Koloğlu böyle bir tweet attı Fatih Portakal’ın videolu paylaşımı üzerine. Haklı bir benzetme ve ironi. Haklı, çünkü akşam haberlerine veda ederken emekliliktir, şehir hayatından kaçmaktır, tabiata dönmektir, tarımdır, şudur budur bir şeyler anlatmıştı. Tabii ki yorgunluğunu sırtından atmak isteyen insanların ağzından bunlar döküldüğünde mümkünmüş gibi gelebilir. Ama bu işleri bilenler, hatta Portakal’ı tanıyanlar arkadan başka şeylerin gelebileceğini daha ilk anda söyledi. Yanılmadılar. E şimdi ne olacak, kısa sürede yüksek takipçiye ulaştığını söyleyen Portakal “haberci”liğine internetle, dijitalle mi devam edecek? Geniş hatta sınırsız bir alan vaad eden dijital medya kurumsal yapıdan gelenleri gerçekten memnun edebilecek mi, yeni neslin sabah yürüyüşü rahatlığında adımladığı bu yollar eski düzenden gelenlere de kucak açacak mı?

Makyaj youtuberlarının bir ışık, bir de telefonla kurdukları fazlasıyla yerel medyaları nasıl geriden gelen pek çok takipçinin iştahını kabartıp, “Yaparım ki ben bunu!” dedirtiyorsa, kendi kanalına yürümeye başlayan isimlerde de kendilerinden önceki örneklerin çalışmaları var. İştahı kabartan hem maddi kazanç hem “sınırsız”lık. Sosyal medya ve mecraların sınırsızlığı ise meseleyi “sorumsuzluk”la karıştırmaya hâlâ çok müsait. Örneğini daha birkaç gün önce yaşadık; Anayasa Mahkemesi Üyesi (AYM) Üyesi Engin Yıldırım AYM binasının fotoğrafını “Işıklar yanıyor” notuyla paylaştı. Gecenin ilerleyen saatleriydi ve haberim yoktu, 20’li yaşlarındaki genç arkadaşlarımda biri masaj attı “Abla ışıklar yanıyor ne demek?”…

Bu arkadaşımın ve akranlarının bilmemesi normal, kişisel tarihinizden evvel olmuş şeyleri arşivden takip edersiniz. Ama 40 yaş ve üzeri için kimlerin ışıkları geceden sabaha niye yanar, muamma değil. Darbe ima veya tehdidi içeren bu cümleyi paylaşan üye, yaklaşık dört saat sonra bir tweet daha gönderdi. O, onu kast etmemiş, maksadı aşan yorumlarda bulunanlar olmuş, bu iş onların hayatıymış. Böylelikle ellerini de kirli suyla yıkadı (sandı), sonra da hesabını herhalde geçici olarak kapadı. Ama olay kapanmadı, not düşüldü. Tabii bu arada işaret fişeğine destek olan gazeteciler de tweet atıp mesajı aldık dediler, sonra onlar da “yanlış anlaşılmadan” muzdarip olarak sildiler yazdıklarını. Artık hafızalarda. Hafıza iyi bir şey…

ÖZGÜRLÜK SORUMLULUK DENGESİ NASIL KURULACAK?

Siyaset, hukuk dünyası, medya epey tartıştı ve tepki gösterdi. Elbette siyaseten önemli, o alandaki sakatlığı ortada. Ama mesele sadece siyaset etiği değil, medya etiği ile de ilgili. Kurumsal medyanın özgürlüğü kadar sorumluluğu da tabiatının bir parçası (olmalı). Ancak kişisel medya yönetimi de hukukun, etiğin, insanlığın sorumluluk alanında. Kişisel hesaptan yapılan paylaşımların ahlaki sınırlarını nasıl belirleyeceğiz, bu ucu açık görünen bir konu. Kendi hukukçu değilse de bir mahkeme üyesi, yakın geçmişinde askerî-bürokratik-medya destekli türlü biçimlerde darbeye maruz kalmış bir ülkenin vatandaşı olarak darbeyi çağrıştıran bir söz sarf edebilir mi? Bunu sordu bir başka genç arkadaş. THY’de çalışan bu arkadaşıma, “Uçak kazalarını konu alan türlü fıkra biliyorum, ama mesela sen, çalıştığın kurumda çalışmaya devam ettiğin sürece böyle şeyler anlatmasan iyi olur. ‘İfade özgürlüğünü kullandım’ deyip sıyrılmaya çalışırsın, hatta sıyrılırsın da ama hem çalıştığın yerde, hem de senden hizmet alan vatandaşın gözünde artık en hafifinden ne söylediğini bilmeyen, sorumsuz, münasebetsizin teki olursun” dedim. Anladı.

Konu az önce de dediğim gibi siyaseten tartışmalı ve bu açıdan katmanlı. Ama ben özellikle hiçbir başka katı kaldırmadan, sadece şu münasebetsizlik ve sorumsuzluk tarafına takılmış vaziyetteyim. İşin siyasi maksadını, ardında başka nelerin olduğunu, olabileceğini konuşmak, bulmak, ispatlamak o konunun uzmanlarının marifeti.

Sosyal medya ve onun sağladığı imkânlar gerçekten büyüleyici. Baş döndürücü. Bir taraftan da baştan çıkarıcı. Mini blog Twitter’dan sonra daha kapsamlı ve renkli işler yapmak isteyenler için, ayrıldıkları kurumların yerine kendi özgürlük alanlarını kullanabilecekleri yerde olmak heyecanlı görünüyor. Ama şu özgürlük-sorumluluk dengesi hâlâ havada duruyor. Bu iş tweet silmeye de benzemez. Fatih Portakal da yeni mecrasına yürürken bu noktayı düşünmeden edemedim. İnsanlar geçimsizlikleri ile bezdirdikleri, kibirleri ile bıktırdıkları yönetimlerini anlatmayıp, “daha özgür” olacakları bir biçimde takipçileri ile buluşmayı ümit ediyorlar ama işte işin arkasındaki hakikati de konuşmak istemiyorlar. N’aparsınız yalan dünya…

BİR DOST TAVSİYESİ…

İşim televizyonculuk. Seyreden değil içerik üreten tarafındayım daha çok. İşte biraz da bu sebepten eş, dost sohbetlerinde neredeyse yadırganacağım durumlara düştüğüm oluyor. “Şunu gördün mü, bunu seyrettin mi?” sorularının cevabı bazen “Yok ben görmedim onu, anlatsana!”. Bütün gün kendi hazırladığımız işlerle uğraşarak ekrana bakınca arada kaçan çok şey oluyor ister istemez. Veya dinlenmenin, istirahat etmenin bir yolu da akşamları ekrana kilitlenmek değil, onun dışında bir şeyler yapmak, okumak gibi, yemek yapmak gibi, ertelenmiş dolap içi düzenlemesi gibi… Yine de takipteyiz. Neler yapılıyor, hangileri dikkat çekiyor, hangileri sessiz sedasız çekilip gidiyor, hangi yapımlar can çekişiyor ama ayak diriyor… Geçen hafta da böyle geçti. Ama başlangıçlara biraz zaman vermek, takip etmek lâzım. O yüzden içeriden bilgilere gelecek hafta devam edeceğim. Bu hafta başka bir tarafa salınalım diyorum, hazır dijital işlerden bahsetmişiz, dizi ve eğlence dünyasının da o varyantına yürüyelim.

Az önce bahsettiğim neler seyrediyorsun sorusuna muhatap oldum geçen akşam bir dostumla sohbet ederken. Esas alanı uluslar arası ilişkiler olan, ama bir yandan da sinema ve dizi filmler üzerine uzmanlaşmış biri. Sayıp döktüm; “Bu aralar Türk televizyonlarında psikolojik diziler pek revaçta. Aynı psikiyatr-yazarın birden fazla kitabı, hikâyesi senaryolaştırılıp dizi formatında haftanın birkaç akşamını kapattı. İlgiyle de izleniyor. Bunlardan başka da devam eden şunlar, yeni başlayan bunlar var…” diye. Ben bizden haberleri böyle peş peşe verince yüzündeki yeni duyma ifadesini fark ettim. Galiba anlattıklarım ilgisini çekti, “Bir bakayım, ilginçmiş psikolojik dramalara bu alaka…” dedi. Büyük ihtimalle –göz atmaya fırsat bulabilirse- değerlendirmelerini dinlerim bir sonraki sohbetimizde. Fakat bu sohbetler de bir tür alışveriş. Onun da bana haber verdikleri oldu. İçine gömüldüğüm gündeme bakıp halime acımış olacak ki, ertesi gün bir mesaj gönderdi. Dijital platformda yayınlanmış. Geçen yıl ikinci sezonu ile toplamda 10 bölümde final yapan dram-komedi türünde bir dizi. “After Life”. Konusunu anlatmadı, ben habersizce oturdum seyrettim. Birkaç ay önce karısını kanserden kaybetmiş, yas tutan, intihara meyilli, iş arkadaşlarının, komşularının ve hatta iletişime geçtiği hemen herkesin baş belası bir adam; Tony. Eğer aksiyon, hareket seviyorsanız uzak durun. Yavaş gelecektir. İnsanı görmek istiyorsanız, bir bakın derim. Gündelik, basit, sıradan şeyler nasıl olur da kendine bağlar? Duyulmamış, görülmemiş bir şey yok, kabaca baktığınızda. Sonra düşündüm, diziye başlamadan evvel dostum sohbetimiz sırasında şöyle bir şey söyledi, ben ilginç bulduğum hikâyeleri övünce…

“Bir hikâye ne kadar sıra dışı olabilir? Gerçekten duyduğumuzda, seyrettiğimizde bizi sarsacak hangi hikâye ile karşılaşabiliriz? Şu hayatta bilmediğimiz ne var başa gelebilecek olaylara dair? Hayır, hikâye değil mesele. Mesele bir karakteri kurgulamak. Orada gerçek bir insan bulmak… Uzak bir coğrafyada, yabancısı olduğumuz bir kültürün içinde akan ve aslında zaten muhtemelen daha evvel defalarca örneği gördüğümüz bir hikâyede bizi çeken nedir? İnsandır. O yaratılan karakterin içinde kendimizden bir şeyi bulmaktır. Bize ne; ne anlarız sözgelimi Hindistan’da ya da Amerika’da geçen bir olaydan. Tamamen yabancı. Ama karakteri iyi kurgularsa senarist, çatışmayı sürdürülebilir biçimde oluşturursa, o seyredilir. Yoksa aşk, ayrılık, ölüm, mücadele… Kaç tema var farklı diye ortaya koyabileceğin?”

Dostumun sözlerini hem dinledim, hem de kısa sürede unuttum aslında. Günler sonra diziyi seyretmeye geldi sıra. Biri bana “Karısının yasını tutan orta yaşlı baş belasının hikâyesi var, yer misin?” dese, “Sağ ol canım, tokum” derdim. Dostum iyi etti, tek söz etmemekle aslında. Ben gevezelik edip size ipuçları verdim. Ama sonuçta okuduklarımız, seyrettiklerimiz edindikten sonra biraz da bizim eserimiz oluyor. Ben benimkini seyrettim. Bakalım “After Life”ı seyredince sizinki nasıl olacak…