ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Çocuk edebiyatının sevilen yazarı Burcu Aktaş, sıcak edebi diliyle ve akıcı bir kurguyla kaleme aldığı kitaplarında, okurlarını küçücük bir mahalleden kocaman bir dünyaya götürmeyi başarıyor. Çarpık Ev, Vahşi Şeyler, İstasyonda Vals ve Durmayalım Düşeriz romanları Redhouse Kidz (SEV Yayıncılık) tarafından yayımlanan Aktaş, kitaplarında genellikle okurları yabancılaşma, farklılıklara saygı, kent yaşamı, değerleri kaybetme, kültürel erozyon gibi konular üzerine düşünmeye davet ediyor. Biz de çocuk kitaplarının sevilen kalemi Burcu Aktaş ile Akşam Cumartesi için konuştuk.
YAŞIM KAÇ OLURSA OLSUN...
Çocuk kitabı yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz? Çocuk kitabı yazmak ve yazarı olmak size kendinizi nasıl hissettiriyor?
Çocuk kitaplarının sunduğu çok boyutlu düşünme biçimi ve alt metin zenginliği beni hep etkiledi. Yaşım kaç olursa olsun çocuk kitaplarından hep destek aldım ve alıyorum. Bakış açımı onlarla genişletmeye çalışıyorum. Dolayısıyla anlatmak istediğim hikâyeleri hayranlık duyduğum, etkilendiğim bir alanda yazmak istiyorum. Çocuklar net görebiliyor, önyargılarına yenik düşmüyorlar. Hayallerinin peşinden gitmesini biliyorlar. Hayal güçlerini geriye atmadıkları için düşünme biçimleri daha derinlikli oluyor. Bu yüzden onlarla buluştuğumda her şeyden önce iyi hissediyorum. Bir okur olarak ne kadar özenli olduklarını görüyorum. Eleştirideki objektif tavırlarını çok takdir ediyorum. Meraklarını dizginlememelerinden çok etkileniyorum. Ama teke tek karşı karşıya gelmenin en kıymetli yanı, bir yetişkin tarafından "büyük" öğretilmişliklere boğulmayan ve zapturapt altına alınmayan bir çocukla konuşabilme fırsatı.
EDEBİYAT KİTAPLARI HAP YA DA İLAÇ DEĞİLDİR
Çocuk kitabı yazarken mutlaka dikkat ettiğiniz asgari kurallar/noktalar/detaylar neler? Kurgulama aşamasında mutlaka neleri göz önünde bulunduruyorsunuz; hem teknik hem de içerik olarak?
Ben edebiyat alanında üretmeye çalışan biriyim. Çocuk edebiyatı kitaplarını, eğitsel amaçlı kitaplardan ayırmak lazım. Bu, en çok karmaşa yaşanan konulardan biri. Eğitsel bir kitap anlatacaklarını öyküyle anlatabilir örneğin, ama bu, o öykünün edebi nitelik taşıdığı anlamına gelmez. Ya da o kitabın bir edebiyat kitabı olduğunu göstermez. Hâkim algıda yanılgı içeren bir soru var: Çocuk, bir romanı okuduğunda ona ne fayda sağlayacak? Edebiyat kitapları birer hap ya da ilaç değildir. Edebiyat kitapları sanki bir hapmış gibi düşünülüyor kimi zaman. Çocuklar "hap"ı yuttuklarında ya da ilacı içtiklerinde, ebeveynin, okulların veremediklerini kitaplar versin isteyen bir akıl işleyişi var. Edebiyatın işlevi bu değildir. Edebiyat kendimizi, kendi dünyamız dışında başka dünyaları ve insanları keşfetmenin başlangıcıdır. Edebiyat kitaplarının hayatı, insanı, gezegeni anlamak için birinci araç olduğunu söyleyebilirim. Kabul etmeyi, anlamayı, çözmeyi, reddetmeyi, teslim olmamayı deneyimlediğimiz yerlerdir roman ya da edebiyat kitabı sayfaları. Edebiyatı uyuşukluğa kapılmayı, insanın kendi kendini tüketmesini, teslimiyet bayrağını çekmeyi engeller. Tüm bunlardan sonra yararcı doğrulamalara gerek var mıdır?
EN DİKKAT ETTİĞİM KONU REÇETE PEŞİNDE KOŞMAMAK
Günümüzde çocuklar daha çok neler okumayı seviyor, neleri beğeniyor, siz yazım sürecinizde bu detayları göz önünde bulunduruyor musunuz?
Ne sevmediklerini söyleyerek cevap vereyim bu sorunuza. Çocuklar didaktik, onlara parmak sallayan, kuru bir hayal gücü ve dille anlatılan hikâyeleri okumak istemiyor. Haklı olarak. Anlatmak istediğim romanlara, hikâyelere çalışırken en dikkat ettiğim konu reçete peşinde koşmamak. Çocukların hoşuna gidecek şeyleri kibirli yetişkin aklıyla belirlememek. Onlara numaralar çekmemek. Bir yazarın meseleleri, içinde yaşadığı çevreden, dünyadan hareketle filizleniyor. Sanırım ben de beni en çok meşgul eden soruların peşinden koşuyorum. Ama sanılmasın ki bu çetrefilli meseleler daimî umutsuzluğun romanlarını yazdırıyor bana. Çünkü ben en çok yazarken ve okurken insanın kendini ve değerlerini tüketmeyeceğine inanıyorum. O yüzden her şeye rağmen hayal dünyasını, umutlarını yitirmeyenleri anlatıyorum.
AZ OKUYAN YETİŞKİNLER YAZARLARLA İLGİLİ YARGI DAĞITIYORLAR
Sizce günümüzde gelişen teknoloji ve dünya düzeni ile birlikte çocukların okuma alışkanlıkları nasıl değişti veya şekillendi?
Çocukların edebiyatla ve elbette okumakla ilişkisi olabilmesi için öncelikle az okuyan yetişkin bariyerini aşmaları gerekiyor maalesef. Çocukların etrafını saran okurluk tecrübesi yetersiz yetişkinler, edebiyatı çocukların hayatına yerleştiremiyor. Ama cüretkâr ve iddialılar. Çocuklar adına en doğru seçimleri yaptıklarını düşünüyorlar, cümleleri cımbızlıyorlar, keyif için okumaktan alıkoyuyorlar, yazarlarla ilgili yargı dağıtıyorlar ve yalnızca kendi doğrularını görmek istiyorlar. Bana göre en önemli sorun bu. Dijitalleşme, çocuğu okumaktan illa uzaklaştırıyor diye bir genellemeye ben katılanlardan değilim. Her nesil teknolojinin getirdiği birtakım yeniliklere doğuyor. Önemli olan edebiyatı ve dijitalleşmeyi aynı anda çocukların hayatlarında var edebileceklerini savunmak. Bunun peşinde koşmak. İlla birini diğerine tercih etmek zorunda değiller.
BU YABANCILAŞMAYA İTİRAZ EDİYORUM!
Redhouse Kidz tarafından yayınlanan Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals kitaplarınızda; mahalle kültürü, yabancılaşma, çarpık kentleşme, dayanışmanın ve iletişimin kaybolması, kültürel erozyon gibi temalara vurgu yapıyorsunuz. Sizi bu temaları işlemeye yönlendiren sebepler nelerdir?
Farklılıkların bir arada olabildiği yaşam biçimleri üzerine düşünmek beni en çok besleyen şey. Küçük görünen dünyaların içindeki büyük hikâyelerin çarpıcılığını çok etkileyici buluyorum. Her ufacık hayat koca bir dünyaya açılır. Bir evin çatı katındaki küçücük bir oda gibi aynen... O odaya girdiğiniz zaman küçüklüğünden beklenmeyen şaşırtmacalar, sürprizler, farklılıklar keşfedersiniz. Aynı mantığın küçük hayatlarda da olduğunu düşünüyorum. Bu da ufacık denilen hayatlara eğilmemi kaçınılmaz yapıyor. Çarpık kentleşme meselesi yanında yabancılaşma ve kültürel erozyon gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Bu gözle yaşadığımız yere baktığımda hak temelli bir yaşama dönmemiz gerektiğini görüyorum. Okuyoruz haberlerini ya da şahit oluyoruz: Sibirya'da bir sanayi kentinde arabalar arasında yiyecek arayan bir kutup ayısı ya da Sarıkamış'ta çöp konteynırından karnını doyurmaya çalışan bir bozayı... Sınırları fütursuzca genişleyen vahşi betonarme şehirlerin çağı bu. Bu işgale ve yabancılaşmaya itiraz ediyorum.