Jean-Marc Barr: Kariyerimi belirleyen kişi Lars von Trier oldu

Dünyaca ünlü oyuncu Jean-Marc Barr: ''Sinemaya başlangıcım Lars von Trier'in yönettiği Europa ile oldu. Big Blue da çok önemli bir filmdi ama Trier ile yaptığımız tüm çalışmalar çok özel benim için. O sıra dışı bir yönetmen. Kariyerimi belirleyen kişi de kendisi oldu. Ben bir tercih yaptım ve onunla çalışmaya başlayarak ana akımın dışına çıktım. Bunu bilinçli yaptım. Ünlü olmayı ve parayı reddetmiş oldum. Önemli değil, yüreğimin sesini dinledim.''

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Yer aldığı filmler ile dünya sinemasında önemli bir yere sahip olan usta oyuncu Jean-Marc Barr aynı zamanda yönetmenliğini yaptığı filmlerle de özgün ve çok yönlü bir kimliğe kavuştu. Dogville, Dalgaları Aşmak, Karanlıkta Dans, Europa, Big Blue, İtiraf, Emret Patronum gibi kült kabul edilen birçok filmde sergilediği oyunculuk performansıyla hafızalara kazındı. 2017 yılında Semih Kaplanoğlu'nun Buğday adlı filmindeki rolüyle de Türkiye'deki kitlesini daha da genişletti. Biz de bu yıl 1-8 Ekim tarihlerinde düzenlenen 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması'nda jüri olan Jean-Marc Barr ile Antalya'da bir araya geldik. Sinema yolculuğu ve hayat hakkında konuştuk...

NEDEN OYUNCU OLDUĞUMU BABAM SAYESİNDE ANLADIM

Nasılsınız, bir oyuncu ve yönetmen olarak nasıl izliyorsunuz dünyayı şu ara?

Babam askerdi, öyle bir dünyanın içerisine doğdum. Babam üç savaş görmüş biri. Annem bana bazen onu anlatıyor, babamın askerlik yaptığında yaşadığı olaylardan korktuğunu söylüyor. Babam İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tekrar sivil hayata geçse de sonra askerliğe geri döndü, albaydı. Ben de tüm bunlar içerisinde neden oyuncu olduğumu anladım. Çünkü babam hiçbir zaman düşündüklerini ifade edememişti bir asker olarak. Almanya'da doğdum, ABD'de büyüdüm ama Ronald Reagan'ın seçildiği dönemde Amerika'dan ayrıldım ve Paris'e gittim. Oyuncu olmak istiyordum fakat o zaman yeterince beceri ve yeteneğe sahip değildim. Zaman içerisinde karşıma fırsatlar çıktı Big Blue filmi ve Lars von Trier ile çalışmamız gibi. Daha sonra ben de kendime güvenmeyi ve düşündüklerimi söylemeyi öğrendim. Dünyaya baktığımızda yaşananlar gerçekten kaygı verici. Fakat kimsenin umurunda değil, sonuçta her şey ticarete bağlanıyor. Bütün dünyaya kendi iradesinin varlığını dayatan bir ülke var.

DOĞU MASUMİYETİNİ HALA KORUYOR

Siz bu dayatma içerisinde neredesiniz?

Benim büyüdüğüm dönemde Marlon Brando gibi ünlü oyuncular birer siyasi kişilikti. Hoşuna gitmeyen şeyleri rahatlıkla söyleyebiliyorlardı. Bu isimlerin de benim de üzerimde etkisi oldu. Ben düşündüğünü açıkça söyleyen bir insanım ve siyasi görüşlerim şu an kariyerimi çok fazla etkilemiyor gibi görünse de Amerika'da oyuncuya dayatılan başka bir şey var. Orada bir oyuncu siyasi görüşünü arka planda bırakmalı ve sadece insanları eğlendirmeli. Özellikle Lars von Trier ise ortak bir Avrupa sineması yaratmaya çalıştı Avrupa'da. Hollywood'a karşı ortak bir sinema yaratımıydı bu ve o dönem ilk defa bir sınıf farkı olmadan insanlar ortak bir dile kavuşmuşlardı. Lars von Trier herkesin bildiği konular üzerine film yapıyordu ama bunu yaparken bizi rahatsız edip düşünmeye sevk ediyordu. Hayatınızı bir şekilde değiştirmenizi sağlıyordu. Yanlış anlaşılmasın ben eğlenceye karşı değilim. Ama eğlence de bir şekilde bu düşünmeye sevk etmeli. Tüm bunlara baktığımızda Doğu'da bir tür masumiyet var Batı'da olmayan. Çünkü Batı'da artık insanlar hiçbir şeye inanmıyorlar ve bağlı değiller. Tamam dine inanıyorlar ama onun dışında başka hiçbir şeye inanmıyorlar. Bu masumiyeti ise Doğu hala koruyor. 90'lara baktığımızda bu bölgelerde birçok yeni yönetmen keşfettik. Batı'da ise aynı etki ve güce sahip bir şeyle karşılaşmadık istinasnalar dışında. İşte ben bu dönüşüme tanıklık ettim. Bugün 62 yaşındayım.

SİNEMA TEMEL SORUMLULUĞUNU YİTİRİYOR

Sinemayı nasıl tanımlıyorsunuz?

Sessiz sinema döneminde sadece görüntü ve biraz da müzik vardı ama ses yoktu. Buna rağmen çok önemli yönetmenler vardı, Josef von Sternberg gibi. Onlar gerçekten çok yönlü yönetmenlerdi. Hem yönetiyorlar hem yazıyorlar hem de çekiyorlardı ve bunu devam ettiren yönetmenler oldu Kubrick gibi. Bu yönetmenlerdeki en dikkat çekici özellik filmin içine bir şekilde izleyiciyi katarak dahil etmeleriydi. Filmlerini izlediğiniz zaman izleyici olarak kaçamıyorsunuz ve ister istemez filmin içerisine giriyorsunuz, sizi yeni bir dünyaya götürüyorlar. Bence en önemli şey de bu. Aslında sinemayı bir tür yeni bir dine ya da kiliseye benzetiyorum. Örneğin kiliseyi düşünecek olursak insanlar yıllar boyunca içine resim yaptılar ve Meryem Ana ve İsa portreleri gibi. İnsanlar da gidip burada bütün düşlerini, içlerinden geçen umutları bu resimler üzerinden hayal ettiler, umut duydular. Sinemalar kurulduğu zaman da benzer işlevi sunuyordu izleyiciye, bir tür kilise görevi görüyordu. İzleyici oraya gidip hayallerini, umutlarını tekrar yaşayabildi. Ama bugün baktığımızda sinemanın temel sorumluluğunu yitirdiğini görüyoruz. Eğlence dışında kültürel sorumluluk neredeyse kayboldu. Bu bir toplumsal sorumluluk aynı zamanda. Örnek verecek olursak Jean-Luc Godard'ın filmlerinde 'tuhaf' ya da yasadışı bir şeyle karşılaştık. Daha önce düşünüp hayal edemediğimiz şeylerdi bunlar. İşte o zaman fark ettim düşüncelerimizin ne kadar kontrol altında olduğunu. Godard da filmleriyle bu bakışımızı değiştirdi ve yepyeni bir film dili yarattı. Avrupa'daki insanların bakışını değiştirdi dünyaya.

ÖNEMSEDİĞİM ŞEY ÖZGÜRLÜĞÜMÜ SAVUNMAK VE SÜRDÜREBİLMEK

Geçmişe dönüp sinema yolculuğunuza baktığınızda neler geçiyor aklınızdan?

Benim sinemaya başlangıcım Lars von Trier'in yönettiği Europa ile oldu aslında. Big Blue da çok önemli bir filmdi ama Trier ile yaptığımız tüm çalışmalar çok özel benim için. Örneğin Dalgaları Aşmak filmi Cannes'te gösterildiği zaman pek çok insan rahatsız oldu kameranın sürekli sallanmasından ama bir yandan da koltuklarına çakılıp izlediler sonuna kadar. Az önce Godard ile ilgili söylediğim şey de biraz böyle. Çizgi ve sıra dışı olmak çok önemli. Lars von Trier'de bu vardı. Onunla birçok film yaptıktan sonra ilk dogma filmimi de kendisiyle yaptım. Kariyerimi belirleyen kişi Lars von Trier oldu. İtiraf edeyim kendimi çok ciddiye almıyorum ve kendimi bir palyaço gibi görüyorum. Ama ciddiye aldığım şey dünyanın nasıl temsil edildiği. İnsanları rahatsız etmek istemiyorum ama önemsediğim şey özgürlüğümü savunmak ve sürdürebilmek. Ama giderek anlıyorum ki bu da bir yanılsama. Çünkü dünyayı yönetenler o kadar güçlü ki bu özgürlük hissimde bana yanılsama gibi geliyor.

BİR TERCİH YAPTIM VE ANA AKIMIN DIŞINA ÇIKTIM

Neden Amerika'ya dönüp kariyerinizi orada devam ettirmediniz?

Pekâlâ Amerika'ya gidebilirdim, orada kalabilirdim. Orada oyunculuk kariyerimi devam ettirip milyonlar kazanabilirdim. Hatta Kaliforniya'da evim bile vardı. Ben kültürü daha yakından tanımak ve öğrenmek için Avrupa'ya geldim. Sihirli güçlere inanıyorum. Bankada ne kadar paramın olduğu benim için önemli değil. Shakespeare de "Sahne aslında boş esas olan hayal etmek. Tüm bunların bir hiçlik olduğunu kavrarsak ancak o zaman hayal edebiliriz. Bu hayalin içinde de mutlaka adalet ve hakikat olmalı" diyor. Ben de bir tercih yaptım ve Trier ile çalışmaya başlayarak ana akımın dışına çıktım. Bunu bilinçli yaptım ve ünlü olmayı ya da parayı reddetmiş oldum. Bir yandan akıntıya karşı kürek çektim. Önemli bir iş yapıyorum ama yoksulluk pahasına yapıyorum. Önemli değil bir şekilde yüreğimin sesini dinlemiş oluyorum.

ZAMANINDA ÇEKTİĞİM FİLMLERİ ŞİMDİ YAPMAM MÜMKÜN DEĞİL

Siz de aynı zamanda filmler çektiniz, yönetmenlik yaptınız...

Ben de çektiğim filmlerde Trier ve dogmadan etkilendim. 1998 yılında ilk Fransız dogma filmimi çektim. Yedi kişilik küçük bir ekiptik. 9 ay süren bir çekim oldu. Son derece özgür çalıştığımız bir filmdi. Bu özgürce çalışmamız başka bir şeye esin kaynağı oldu ve özgürlük üzerine bir üçleme yapmaya karar verdik. Fransa'da bir filme verilen bütçe 3 milyon Euro idi. Biz de bu bütçeyi alıp 3 film yaptık 3 yıl içinde. İlki Lovers, ikincisi Amerika'da cinsel özgürlük konusunda çektiğimiz Too Much Flesh idi. Üçüncüsü ise Hindistan'da Being Light adında düşünce özgürlüğü üzerineydi. Bu çekimler gerçekten müthiş bir özgürlük duygusu ve rahatlama yarattı bizde. Daha sonra da birçok film yaptım. Bugün baktığımda bu şartlar altında bu filmleri asla yapamayız çünkü hiçbiri konusunda özgür değiliz. Şu anda bir toplumsal çöküş döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Sanırım ileriye baktığımızda çok daha fazla Top Gun filmleri göreceğiz. Amerika'nın 'güçlüyüz' dediği, mesajı verdiği filmler bunlar. Benim yapmak istediğim de bunu nötralize edecek, bunun etkisini azaltacak filmler yapmak... Bir Amerikalı olarak bu benim sorumluluğum.

BUĞDAY'DAN BİR ŞEYLER ÖĞRENDİM

Semih Kaplanoğlu'nun filmi Buğday hakkında ne düşünüyorsunuz?

Semih ile biz aynı kuşaktanız, aynı sinema aşkına sahibiz, aynı filmlerden hoşlanıyoruz. Filmi için böyle bir teklif geldiğinde ve bu filmin siyah beyaz olacağını, uzun plan sekanslardan oluşacağını ve bir tür Tarkovsky'e saygı duruşu içereceğini öğrendiğimde çok heyecanlandım. Ayrıca Türkiye'de İngilizce dilinde bu kadar yüksek bütçeli bir film ilk kez yapılıyordu ve bu hiç de kolay bir girişim değildi, çok cesurcaydı. Semih inançlı ve dini yönü çok güçlü biri. Belki genç kuşağa hitap edecek bir film değildi ama anlattıklarını çok önemli buluyorum. Evet bilim ve teknoloji de önemli ama insanların toprak ve geçmişle kurdukları ilişki çok daha kutsal ve değerli. Kimileri filmi didaktik bulsa da ben bu filmden bir şeyler öğrendim.