“İlk defa yazmaz isem nefes alamayacağımı fark ettim”

“Gündelik hayatın dili değişti. Dijital kültür yeni bir duygu grameri inşa ediyor. 65 yaş üstü babaların bu grameri çözmeleri pek mümkün görünmüyor.”

Pandemi günlerinin kaydını hem sosyolojik bir bakışla “Karantina Günlerinde Evin e-Hâli” ile tutan yazar Fatma Barbarosoğlu’nun evlere kapandığımız dönemde ‘nefes’ alabilmek için kaleme aldığı öyküleri de “Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim” adıyla kitaplaştı. Barbarosoğlu’na bu kitaptaki bir çok öyküsünde dikkat çeken ‘baba’lar ve babaların yeni kuşakla yaşadığı iletişim açmazlarını sordum.

Hikâye ve roman yazarları genelde yakın zamanlı yaşanmışlıklar üzerine, hadiseler neticelenmeden yazmaktan geri durur. Siz aksine pandemi döneminde yazdınız. Nedir sizi bu günleri yazmaya iten?

Yüzyılın en önemli tanıklığını hem sosyolojinin hem de öykünün izinde dile getirmeyi çok önemsiyorum. Duyguların tarihi için, yaşanan ânın içinden tutulan kayıtlar önemli. İçindeyken yaşananlar ile uzaklaştıktan sonra hatırlananlar birbirine pek benzemez. Dolayısıyla bir taraftan Nazife Şişman ile Evin E-Hâli üzerine e-posta yoluyla söyleşi yaparken diğer taraftan öyküler için zihnimi hazır hale getirdim. Köşe yazmaya ara verdim, hiçbir programı kabul etmedim, yekpare bir keder ve kaygı zamanının içinde mahpus bir hayatı yaşamayı göze aldım. Karantina günlerinde hiç sokağa çıkmadım. Ziyadesiyle kaygılı olduğum bir zamanda, bir taraftan edebiyatın sağaltıcı atmosferine şifa niyetine sarıldım, diğer taraftan ömrümde ilk defa, yazmaz isem nefes alamayacağımı fark ettim.

Hatıraları ‘narin’ olarak nitelerken hafızaya neden zalim sıfatını uygun gördünüz?

Reklamların diline düşmüş bir ifade artık “anı biriktirmek”. Filan yere giderseniz çok özel anılar biriktireceğinizin garantisini bile veriyorlar. Anı, hatıra kumbaraya para atılır gibi birikmez. Hatıralar daima bizimle kalmasını arzu ettiklerimiz, zamanın elinden kurtarmak istediklerimizdir. Gezdiğimiz yerlerden hatıra olsun diye bir obje alırız, beni hatırlarsın diye sevdiklerimize armağan veririz. Sözcüklere, objelere yaşanmış o ânın kaydını düşmek isteriz. Hatıralar her zaman bizim istediğimiz muhkemlikte korunmaya devam etmez hafızanın mahzeninde. Yavaş yavaş solanlar da olur, yaşandığı andan tamamen başka bir şeye dönüşerek kalanlar da. Çünkü biz geçmişi bugünden geriye dönerek hatırlamaya, yeniden inşa etmeye devam ederiz. Dolayısıyla hafızamızda saklananların başkalaşmış olan kimyasını onlar bir şekilde ortaya çıkmadan önce bilmeyiz. Hafızanın kıvrımlarında kuytuda bekleyen pek çok tekinsizlik de kayıtlıdır.

Öykülerinizde özellikle babalık üzerine düşündürücü yaklaşımlar var. Kuyumcuların Kurgusu’nda çocuklarıyla aynı dili konuşamayan babanın “Ben bu çocukların dünyasında nasıl büyük olacağım?” serzenişi var. Babalar giderek hayatın dışında mı kalıyor?

Babaların kendini nasıl hissettiğine dair edebiyat üzerinden fazla bir izleğimiz yok. Babalara dair en eski metinler Peygamberler Tarihi’nden olduğu halde, edebiyat aşık erkeği resmetmekte cömert, ama babanın evlatları karşısında duyduğu çaresizliği ya da coşkuyu dile getirmekte cimri. Duygulara yoldaşlık etmesi beklenen baba kurgusu çok yeni. Bizde Tanzimat’tan sonra peder üzerine konuşulmaya başlanıyor.

Babalar kültürel genetik olarak gündelik hayatın dilini kuşanmak noktasında verimli bir mirasa sahip değil. Onun için evlerde hayatlar, anne ve çocuklar artı baba olarak yaşanıyor. “Aman babanız duymasın” sözü, esasında bir yanıyla babanın otoritesini korumaya yönelik iken diğer tarafıyla annelerin gizli iktidarını koruyan bir söz. “Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı” öyküsü, hayatın konforunu sağlayan babanın kendi çocuklarının büyümesini nasıl da kaçırdığını anlatıyor. Kafasındaki çocuklar ile karşısındaki çocuklar arasında bir hayli fark var. Baba bununla hem gurur duyuyor hem artık asla onların “kahramanı” olmayacağının endişesini de taşıyor. İşte bu modern bir şey. Modern öncesi dönemde herkes babası gibi olurdu. Modern hayat babanız gibi olamayacaksınız diyor, pedagojik yöntemler ve medya eşliğinde. Negatif baba modeli konusunda piyasanın bir ittifakı var. Sorun şu ki nasıl iyi baba olunur hanesinde henüz bir ittifak yok.

Evlatların babadan uzaklaşmasını neyle açıklıyorsunuz?

Sosyal ve duygusal değişimlerin tek bir açıklaması olmaz. Olabilseydi hayat daha kolay ama tekdüze olurdu. Modern hayatta ev, yuva sıcaklığını kaybederek standart bir konuta dönüşüyor. Konutta hiç kimse kendini yuvasında hissetmiyor. Konutlar insanlardan daha çok eşyalara ait. Ama erkekler özellikle emekli erkekler için durum daha zor.

Anneler ve kızları gündelik hayatın tüketim kodları üzerinden de birlikteliklerini iyi kötü sürdürüyor. Ama bu babalar ile pek mümkün olmuyor. Babaların evlatlarına öğretebilecekleri yol yordam giderek azalıyor. Babasından öğrendiklerini kendi çocuklarına aktaramıyor babalar. Neden? Çünkü gündelik hayatın dili değişti. Dijital kültür yeni bir duygu grameri inşa ediyor, 65 yaş üstü babaların bu grameri çözmeleri pek mümkün görünmüyor.

BABALARIN ROLÜ GİDEREK DÖNÜŞÜME UĞRUYOR

“Yokluğun Gecesi Kısa, Gündüzü Uzun” hikâyenizde ‘rızık’ peşinde koşan baba, çocukları tarafından yönetilen ve zamanın diline uymaya çağrılan bir babaya dönüşüyor. Babanın ‘aile reisi’ sorumluluğu değişime mi uğruyor?

Sorularınızda baba izleği öne çıkınca yazdığım öykülere baba meselesine odaklanan bir okuyucu olarak baktım ve didiklemeye başladım. Yöneltmiş olduğunuz bu soru, hafızanın mahzeninden bir roman sahnesi çıkardı. Mai Ve Siyah’ın, Ahmet Cemil’inin babası. Daha önce hiç üzerinde düşünmemiştim. Mai Ve Siyah romanını arayıp buldum. Çizdiğim satırlara baktım. Ve ŞOK. Biraz sonra size aktaracağım cümle hiç farkında olmadan hafızamda yer tutmuş, sonra da “Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun” öyküsünün ev ortamını, o evi inşa eden babayı öyküme dahil mi etmişti? Bilmiyorum. Edebi metnin merkezindeki çekirdek beni daima meşgul etmiştir. Mai Ve Siyah’ın arkasındaki not kağıdıma şöyle yazmışım: Ahmet Cemil’in babası dava vekili. Harama helale riayet eden, çocukları için iyi bir baba. Alın teri ile biriktirip aldığı Süleymaniye’deki o ev saadethanesi. Ne ki daha sona Ahmet Cemil bu evden utanacaktır. “Tıpkı Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun” öyküsündeki evlatlar gibi.

Babanın rolü Tanzimat’tan bu yana değişiyor. Dönüşüme uğruyor. Bu dönüşümün sabit izleği şu: Babaların mesuliyeti giderek artıyor ama yetkisi azalıyor. Babaların yetki alanı azalarak neredeyse yok olma noktasına geldi. Sorumluluklar ve yetkiler bir heybenin iki gözü gibidir. Eşit ve dengeli olmak zorundadır. Toplumsal değişim ve müdahale babaların yetki alanını sınırlıyor ama sorumluluk alanını “cihan kaynanası” olarak denetliyor. “Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun” öyküsünü okuyanlar henüz çok az olduğu için söylediğimin anlaşılması noktasında güncel bir örnek vermek istiyorum. İzmir Depremi’nden 90 saat sonra kurtarılan Aydan Bebek’in babası üzerinden... Uğur Gezgin depremde eşini kaybetti ve 90 saat sonra kızının enkazdan çıkarılmasına tanık oldu. Acının ve umudun şokunu aynı anda yaşamış, eşini, evini, düzenini kaybetmiş bir baba ile karşı karşıyayız. Sosyal medya cehennemine zebani olmak için bekleyenler derhal harekete geçti Uğur Gezgin’in babalığını sorgulamaya başladı. O acılı adam kendi babalığını izah etmek zorunda kaldı. Neden? Hastaneden çıkarken kucağındaki Aydan bebeğin çıplak ayaklarını görenler Uğur Gezgin’i suçladı. Oysa çocuğun ayakları yaralı olduğu için çorap giydirmemişti babası.