ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Çektiği filmlerle gönüllere dokunan, beyaz perdeye taşıdığı hikâyelerle sinemasına ve izleyicisine değer katan yönetmen Hasan Kalender Akşam Cumartesi'nin bu haftaki konuğu oldu. Kromozom Kardeşler, Tecahül-i Arif, Yunan Mezaliminin Sessiz Tanıkları ile Sebahat ve Melahat filmlerinin ve TRT2'de yayınlanan belgesel dizi Müstesna'nın yönetmeni olan Kalender, sinemasına ve kendisine yönelik merak ettiklerimizi yanıtladı.
Sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
Bu soruya nasıl cevap verebileceğimi hiçbir zaman bilemedim. Alelade bir insanım. Ya da insan olmaya çalışıyorum demek daha doğru olur. Ruhu hep arayışlarda olan ve filmler yapmaya çalışan sıradan bir insan işte. Mesleği sinema diyemiyorum. Çünkü yaptığım şeyi meslek olarak göremedim hiçbir zaman. Bir yerden bakınca bu profesyonelliğe aykırı ama sinema yapmak, bir filmi hayata geçirmek bazen sahip olduğunuzdan çok daha fazla enerji gerektirir. Ve bünyeniz bu ekstra enerji ihtiyacını yaptığınız şeye olan inancınızla sağlayabiliyor.
Belgesel ve sinema yapmaya ne zaman ve nasıl başladınız?
Sinema bölümü okudum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi'nde. Sonrasında sektöre atılıp asistan olarak çalışmaya başladım. İlk filmlerimi de sinema öğrencisiyken çektim. Tabi sinema okumaya bir anda karar vermedim. Bu fikrin bünyemde var olması belli bir sürecin sonucudur. Rize'nin Pazar ilçesinde, kapısında araba yolu bile olmayan yeşillikler içinde bir evde büyüdüm. Tam bir köylüyüm yani. Evimizde televizyon yoktu. Karşı tepede Hafize Teyze otururdu. Onun televizyonu vardı. Annem haftada bir, ayda bir beni oraya götürürdü. TRT'de filmler yayınlanırdı. Genelde Türk sineması. Nadiren de olsa yabancı filmler. 90'ların başıydı ve galiba 6-7 yaşlarındaydım. Tamamen televizyona kitlenirdim. Hafize Teyze'yle annemin yanımda bağıra bağıra sohbetini hiç duymazdım. Galiba ilk aşılanma o zaman oldu.
PROJELERİM BİR AMACA HİZMET ETMELİYDİ
Belgeselcilikteki tarzınızı, üslubunuzu hem teknik hem de içerik bağlamında nasıl tanımlarsınız?
Ana akım sinemadan uzaklaştıktan sonra ilk önce alışılageldik popülist biçim dilinden kendimi arındırmam gerekti bir süre. Yeni arayışlara girdim. Tam da burada Engin Geçtan çıktı karşıma. Engin Geçtan'ın Hayat kitabını okumaya başladıktan sonra hayatı yeniden keşfetmeye başladım. Sektörün yoğun çalışma ortamında birçok şeyi kaçırdığını fark etmiyor insan. Bazı sorular sordum kendime. Şuna karar verdim: Bundan sonra üreteceğim projeler bir amaca hizmet etmeliydi. Ya da toplum için faydalı şeyler olmalıydı. Ben o tabiri kullanmayı tercih etmesem de sosyal sorumluluk olarak adlandırılan projeleri üretmeye tam da bu noktada karar vermiştim. Tecahül-i Arif adında 12 dakikalık bir kısa film çektim. Altan Erkekli, Yasemin Conka ve Sabriye Kara gibi isimlerin yanında Down Sendromlu Deniz Özkan başrolümüzdü. Amacım filmi internete koyup geniş kitlelere izletmekti. Böylece yapımcılara bir engelliyi anlatan filmin de talep gördüğünü gösterebilecektim. Festivallerde bir başarı sağlayacağına çok inanmasam da festival ücretlerinin yüksekliğinden dolayı başvurusu ücretsiz olan festivallere yolladık. Beklentimizin aksine 36 farklı ülkede 100'den fazla film festivaline seçildi ve birçok da ödül aldı. Tecahül-i Arif'le 20'den fazla üniversiteye davet edildik. Filmi izletip gençlerle söyleştik. Çok iyi etkileşimler alıyorduk. Ama hep şunu söylüyorlardı bize: "Bu konuyla alakalı neden hiç belgesel yapılmıyor?" Ben belgeselci değilim diyordum. Ama bu soruyla o kadar karşılaştım ki bununla alakalı bir belgesel yapmayı sorumluluk edindim. Oturdum Kromozom Kardeşler'i projelendirdim. O sıralar büyük bir Amerikan stok sitesinin münhasır sözleşmeli fotoğrafçısı olarak da çalışıyordum. Fotoğraf benim hayatımda hep olmuştur. Ben de buna güvenerek belgeselin görüntü yönetmenliğini de yapabileceğime kendimi ikna ettim. Bu iyi bir bütçe tasarrufu sağlayacaktı. Çok da iyi oldu. Bu işle anladım ki ekipmanı ve ekibi küçülterek daha özgürce ve çarpıcı bir anlatım dili ortaya koyabiliyordum. Ve bir daha kamerayı elimden bırakmadım. Küçük kamerayı gizli bir kamera gibi karakterin dünyasına odaklanabiliyorsunuz. Bu da belgeseli daha çarpıcı kılıyor.
Belgeselcilikte daha çok hangi hikâyelerin peşindesiniz?
Hiçbir zaman hikâye arayışında olmama gerek kalmadı. Sadece farkında olarak yaşadığım hayata, etrafıma bakmam yetti. Orada çok fazla konu var. Sorumluluk hissettiğim, 'Bununla alakalı bir şey yapmalıyım' dediklerimi not alıyorum. Çok fazla not birikti. Bazen hepsini yetiştiremeyeceğim diye kaygılandığım oluyor.
Ama siz sadece belgesel değil aynı zamanda kısa film, reklam ve uzun metrajlı filmler de çekiyorsunuz. Hangi format sizi daha çok mutlu ediyor?
Ben sinema eğitimi aldım ve daha çok drama yaptım. Belgesel ise bana yeni fırsat alanları sunuyor. Dolayısıyla türler üzerinde o ya da şu beni daha mutlu ediyor diyemem. Kurgu film yapmaya da devam edeceğim inşallah. Ama neyin beni mutlu etmediğini söyleyebilirim. Bir projeyi sadece para kazanmak için hayata geçirmek artık beni mutlu etmeyen bir şey. Proje fikri bana ait olmayabilir ama içinde ilgimi çeken beni heyecanlandıran bir şey muhakkak olmalı.
GENÇ SİNEMACILAR HAYATI GÖZLEMLEMELİ
Sinema yapmak isteyen, kısa film veya belgesel çekmek isteyen kimselere tavsiyeleriniz ne olur?
Benim sinemaya başladığım zamanlarda kısa film yapmak kolay değildi. Kamera ve ekipman ulaşılabilirliği zordu. Şimdi ise dijital teknolojinin gelişmesiyle kaliteli çekim yapabilen sensörler küçücük kameralara dâhil oldu. Ekipmana ulaşım ucuzladı. Artık bir cep telefonuyla bile film çekebiliyorsunuz. 4K, 10 Bit Logaritmik çekim yapabilen cep telefonları var. Ve dünyanın birçok yerinde sinema çekiliyor bunlarla. Ama tüm bunlara rağmen şimdiki gençlerin film yapması daha da zorlaştı. Çünkü artık nitelik önemini yitirdi, nicelik önem kazanmaya başladı. Böyle bir ortamda gençlerin film yapmaları kendilerine izleyici bulmaları oldukça zor. Tavsiyeden ziyade bir tecrübemi paylaşmak isterim. Ben sinema okulundan itibaren yapılan filmleri izleyerek üretmeye teşvik edildim. Bu da kendi dilimin oluşmasına engel oldu. Neyi anlatmak istediğimi geç fark ettim. Ne zaman ki kendimi ve yaşadığım toplumu anlamaya ve tanımlamaya başladım, o zaman özgün fikirlerim oluşmaya başladı. O yüzden genç arkadaşlarımız her şeyi izlemek yerine seçici olsunlar. Ve hayatı gözlemlesinler. Ailelerini, akrabalarını, mahallesindeki insanları... Bir sanatçı için yaşadığı coğrafya çok önemli. Yaşadığı coğrafyayı ve tarihlerini bilsinler. Bu ürettiklerini zenginleştirecek onlara bir vizyon sunacaktır.
ÇEPNİLERİ ANLATAN BİR BELGESEL YAPACAĞIM
Bundan sonraki yeni projeleriniz neler olacak, paylaşır mısınız?
Masamda çok iş var. Mesela Trabzon'un yaylalarında Çepnileri anlatan bir belgesel yapmayı düşünüyorum. Çepniler çok ilgimi çekiyor. 2013 yılında orada Sebahat ve Melahat filmini çekerken tanıdım onları. Asırlardır kendi aralarında evlenerek genlerini korumuşlar. Görseniz çekik gözlü Orta Asyalı sanırsınız. Ama konuşmaya başlayınca bildiğiniz Trabzonlular. Ne zaman geldiler? Nasıl kaynaştılar ve Orta Asya'dan getirdikleri hangi gelenekler hâlâ yaşıyor? Toplumlar ve kökleri ilişkisi bağlamında bunları merak ediyorum. Öte yandan Müstesna'nın ikinci sezonu devam edebilir. Ayrıca tarihi konulara da ilgim var. Türk Tarih Kurumu'na Yunan Mezaliminin Sessiz Tanıkları isimli Yunanların Batı Anadolu işgalini anlatan belgeselini yaparken tarihte Türk toplumuna çok büyük haksızlıkların yapıldığına kanaat getirdim. Ekip olarak bir travma geçirdik o projenin üretim sürecinde. Geçmişimize dair daha fazla sorumluluk hissetmemize vesile oldu. Bu bağlamda Çanakkale Savaşı'na çok farklı bir noktadan bakan bir projem var. Çanakkale şehidi büyük dedem Memiş Oğlu Hüseyin özelinde. Tabi varlıklarıyla dünyamıza anlam katan, engelli diye tabir ettiğimiz ama benim için sadece yaratılışları farklı olan özel bireyler için bazı projelerim de sırasını bekliyor. Tecahül-i Arif'in uzun metraj versiyonu olan Adem projesi de ilk sıralarda hayata geçirmek için fırsat kovaladıklarımdan.