ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Sinema salonlarının durumunun çokça konuşulduğu günümüzde ne mutlu ki keyifli bir film vizyona girdi. Adı, Veda Partisi. Film, İbrahim'in, bekârlığa veda partisinde altüst olan hayatının hikâyesini anlatıyor. Eğlenceli başlayan bir bekârlığa veda partisinin ilerleyen saatlerde heyecan ve gerilim dolu bir geceye dönüşmesi seyirciye bol kahkahalı bir seyirlik vadediyor. Vahdet Erdoğan'ın yapımcılığını üstlendiği ve genel hikâyesini yazdığı Veda Partisi'nin yönetmen koltuğunda ise Ufuk Cebeci oturuyor. Barış Başar'ın senaryosunu yazdığı filmin oyuncu kadrosunda ise Toygan Avanoğlu, Seda Akman, Aslı Bekiroğlu, Altan Erkekli, Goncagül Sunar, Yeşim Dalgıçer, Rüya Coriç, Hakan Bilgin, Şiva Behrouzfar, Ömer Kurt, Buket Akpunar ve Emir Sefa Yıldırım yer alıyor. Biz de filmin oyuncularından Hakan Bilgin ile bir araya geldik. Hayatına ve oyunculuğa dair konuştuk, buyurun en az film kadar keyifli olan sohbetimize...
57 YAŞINDAYIM VE HİÇ KAVGA ETMEDİM
Nasılsınız Hakan Bey, aklınızdan neler geçiyor şu ara yaşama dair?
Dünyada yaşanan savaşlar insanı çok incitiyor. Hâlâ bu medeniyette ve bu yüzyılda, bu kadar büyük bir iletişim çağında insanların konuşamaması, anlaşamaması, savaş ve bombaların olması çok mutsuz edici. Bizler sanat, sinema, tiyatro ile uğraşan insanlarız. Dünyayı güzelleştirmek için çalışıyoruz. Ama dünyanın güzelleşmediğini görünce de mutsuz oluyoruz. İster istemez "Demek ki yaptığımız şeyler eksikmiş" diyoruz. Çünkü iki insanın arasında konuşarak çözülemeyecek hiçbir şeyin olmayacağı düşüncesindeyim. Anlaşılamayan hiçbir şey olamaz gibi geliyor bana. Çünkü dünya herkese yetecek kadar büyük aslında. Ama başka kazançlar elde etmek için bu savaşların, kavgaların ve gürültülerin olduğu düşüncesindeyim. Ben 57 yaşındayım ve hiç kavga etmedim. Genelde çok konuştuğum için herhalde, bilmiyorum. İnsanların da isterlerse bu yolu çok kolay bulabileceğine inanıyorum.
DAİMA FAYDALI İŞLER YAPMAYA ÇALIŞTIM...
Oyunculuk sizin için ne demek?
Oyunculuk bir ifade tarzı. Bundan yıllar önce ortaokulda ergen bir çocuk olarak her çocuk gibi ben de kendini fark ettirmeye çalışan bir çocuk olarak; hentbol oynadım, izcilik yaptım, halk oyunlarında yer aldım ama hepsinde ya yedek kulübesindeydim ya da en sondaki mendil sallayandım. Yani kendimi gösterebileceğim bir ortam yoktu. Ama tiyatro ile tanıştığımda oranın yedek kulübesi yoktu. Orada mutlaka sahnede bir şekilde yer alıyordum. Bir replikle, bir sözle bile olsa seyirciye bir şey söyleme şansım vardı. Seyirciden bir miktar yüksektesin ve etkileme ihtimalin var; ışıklar, kostümler ve yazarın sana oluşturduğu estetikle bunu yapabiliyorsun. Daha yüksek bir katkı sağladığım bir yerdi, sözüm daha kıymetli olabiliyordu ve ben de bunu keşfettim. O zamanlar, rahmetli Aydın Üstüntaş; Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu'nda şöyle bir ahlak dersi vermişti bize ve "Buraya çıkıp bir şeyin doğru olduğunu söyleyip sonra aşağı indiğinizde kendi hayatınızda bunun aksini yaşarsanız, bir daha sahneye çıktığınızda kimse sizi alkışlamaz" demişti. Bu benim hayatımda aldığım ilk en büyük ahlak dersi idi gerçekten. Ama burada beni etkileyen şey o ahlak değil, "Vay canına, benim söylediğim cümle oradaki insanların hayatını değiştirebiliyor, bu çok acayip bir şey" düşüncesiydi ve bu beni çok heyecanlandırmıştı. Sonra sahnede hep faydalı işler yapmaya çalıştım. Peki bundan seyirci ne anlıyor? Hep yönetmenlerle en büyük tartışmam bu olmuştur. Buraya gelen insan ne alıp gidecek? Örneğin bir dizide yaptığımız bir şey insanları yanlış etkileyebilir diye yönetmenlerle ve yazarlarla tartışmışlığım çok olmuştur. Bu yüzdendir ki Allah da bana çok sıkıntılı işler vermedi sanırım. Kavgası, gürültüsü olan işler de hiç oynamadım. Bu bir tercih değildi ama herhalde nasıl bir enerji yaydıysam, teklif gelmedi.
OYUNCULUK ÜSLUBUMUN BAŞLIĞI SAMİMİYET
Buradan devam edelim. Siz kendi oyunculuğunuzun üslup ve tarzınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim oyunculuk üslubumun başlığı samimiyet. Bu, her meslekteki insanlara da çok önerdiğim bir şey. Çünkü dünyada hepimizin bir tane olduğuna inanıyorum ve bir tane olduğumuz için de ifademizin de kendimize ait olabileceğine inanıyorum. Dolayısıyla benim yaptığım oyunculukla, Robert De Niro'nun yaptığı aynı değil. Onunkinin oynadığını ben oynayamıyorum, benim oynadığımı da onun oynayabileceğini düşünmüyorum. Oynasa bile Hakan'ınki gibi oynayamayacağına inanan bir adam olduğum için de kendimden vazgeçmiyorum. Oynadığım her şeyin için de Hakan var. Hakan'ın A hali, Hakan'ın B hali, Hakan'ın C hali gibi... Dolayısıyla organik olan şey ben olduğum için karşıya da samimi geliyor. Yani kısaca oyunculuk üslubumdaki tam karşılık samimiyet ve fayda sağlamak...
ŞU AN EKRANLARDA AKIL HASTANESİ DÖNEMİ VAR
Peki televizyon, sinema ya da başka şeyler izlerken neler geçiyor kafanızdan?
Neredeyse 35 senedir televizyon seyrediyorum. Televizyonda akımlar var; dönemler var, yarışmalar var, magazinler var, diziler var, şimdi de ekranda bir akıl hastanesi dönemi var. Bütün dizilerde gerçekten psikolojik problemleri olan roller çıkmaya başladı. Eskiden bir dizide gerçekten ruhsal bir travması olan bir kişi olurdu ve hikâyeler onun çevresinde gelişirdi. Şimdi o ailede beş kişinin beşinde de ruhsal problem var. Elbette bunlar gerçek olabilir, yaşanmış şeyler olabilir ama bunun topluma katkısı ne olacak ne olmayacak diye düşünmek de lazım. Örneğin ilk yapılanlardan, Kırmızı Oda; ben ondaki etkiyi çok sevmiştim. Çünkü çözüm öneriliyordu, bir doktor vardı, bir danışılan vardı. Danışılan kişi ona bir yol öneriyordu. İzleyenlerde de bunun "Evet bunun bir yolu var, ben bu travmadan kurtulabilirim" düşüncesi doğurduğu niyetindeyim. Ama yeni işlerin bunları malzeme olarak kullandığını düşünüyorum. Şöyle ki normalleştirmeye başlayınca; yani bir insanın yaptığı en büyük sapkınlığı bile normal bir insanın yapabileceği ve bunun da hayatın içinde olabileceğini fark ettiğimizde ben kendimde olan o rahatsızlığı fark edip abartabiliyorum. Kendi hayatımda da bunu meşrulaştırabiliyorum. Ben bunun sakıncalı olduğu düşüncesindeyim ama bunu yasaklansın anlamında söylemiyorum. Tartışılsın manasında söylüyorum.
NE YAZIK Kİ FIKRA DİYE BİR ŞEY KALKTI ORTADAN
Bir de ekranlarda çok fazla dram dizisi var. Buna katılıyor musunuz?
Evet katılıyorum. 100 işin 98'i ne yazık ki drama, sadece 2 veya 3'ü komedi. Kısaca ekranda komedi yok. Komedinin olmaması şuna benziyor, yemek yememiz ama besinsiz yemek yememiz gibi... Vitamin yok yani. Umutlanmamızı sağlayacak şeylerin eksildiği düşüncesindeyim. Onun için de karamsarlık söz konusu. Onun için de insanlar birbirlerine daha çok bağırıp çağırmaya başlıyorlar. Eğlence sadece sosyal medyaya sıçradı ve sadece sosyal medyadaki arkadaşların mizah gücüne bırakıldı. Biz eskiden Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ın hikâyelerini taklit eder, onların esprisini yapardık. Fıkra diye bir şey kalktı ortadan ne yazık ki. Artık reels'lar, story'ler var, o reels'lar da ki en çok tutanlar ve beğenilenler etrafında dönüyor. Bu da haliyle çok estetik olmuyor.
DÜNYA KONJONKTÜRÜNÜN AKILLILARI BİZİM SEKTÖRE YÖN VERİYOR
Peki, Türkiye'de sektöre dair bir eleştiriniz var?
Ben açıkçası çok eleştiri yapmayı seven bir insan değilim. Her dönemin aklına göre bir sistem doğuyor. Şimdiki aklımız bu kadarmış ki bunu yaratmışız. Sektöre baktığımızda da bir pazar buldular. Az gelişmiş ülkelerde ve bizden daha az gelişmiş ülkelerde bir pazar yarattılar ve oralara dizi satmaya başladılar. Bu da haliyle büyük bir pazar oluşturdu. Dolayısıyla bütün diziler de Türkiye'deki reytinge göre değil değil, oralardaki satın almalara göre yapılmaya başlandı. Dijital platformlarda da durum farklı değil. Orada da bir akıl var, tamamen matematik yani. O akıllarla bizim sektör yönlendiriliyor. Türkiye'den bir akıllı çıkıp da "Bizim sektörü şöyle yapalım" demiyor. Dünyanın konjonktürünün akılları bizim sektöre yön veriyor.
PROGRAMIMIZI MAGAZİNSİZ YAPIYORUZ
YouTube'da da çok keyifli bir program yapıyorsunuz...
"Mekânın Sahibine Geldik" diye bir sohbet programı yapıyoruz. Pandemi döneminde başladık. Orada TV programı gibi sorular sormuyoruz. Tamamen o insanların hayatını dinlemeye odaklanıyoruz. O insanların hayatından yola çıkarak da başlarından geçenleri, hikayelerini, travmalarını ve bunları nasıl aştıklarını dinliyoruz. Örneğin bizde "Yeni proje var mı?" diye bir soru yok. Kısaca misafir ettiğimiz insanı ekrandan, televizyondan ya da sosyal medyadan tanıyan insanlara aslında o insanların gerçekte kim olduklarını gösteriyoruz ve daha doğru bir tanıştırma yapıyoruz. Bunu da magazinsiz yapıyoruz.