Elif İşleyen: X kuşağı her şeyi çok ciddiye alıyor

Şu an güldüğümüz, üzerine şaka yaptığımız hiçbir şeyin üç ay sonra hiçbir hükmünün kalmayacağını biliyoruz. Böyle olunca verilebilecek iki tepki var. Ya her şeyi alaya alacaksın. Ya da çok ciddiye alacaksın. Bence Z kuşağı her şeyi alaya almaya daha meyilli. Son zamanlarda daha da artan X kuşağı ile açılan makasın nedeni de bu.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Yıldızlar Arası Dinlenme Tesisi ile dikkat çeken genç yazar Elif İşleyen ikinci romanı Devekuşu Oteli'ni okurla buluşturdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık bölümünde eğitimine devam eden İşleyen bir yandan da edebî yolculuğunu kararlılıkla sürdürüyor. Elif İşleyen ile Z kuşağı mizahını ve yeni romanını konuştuk.

Devekuşu Oteli'ni yazdıran neydi size?

Her gün görülen ama çok dikkat edilmeyen karakterleri yazmak çok cazip bir yazar için. Çok fazla çelişkiye, çatışmaya da müsait o karakterleri işlemek. Genelde karakter hikâyeleri kurgularım. İlk kitap da karakter odaklı bir hikâyeydi. Ama bu kitapta mekân benim için daha önemli oldu. Mekândan yola çıkarak hikâye tetiklendi. Aklımda ilk başta bir otel hikâyesi anlatmak vardı. Otelde geçen bir hikâye anlatmak çok cazip çünkü oteller, havaalanları, istasyonlar felsefede yok yer olarak geçer. İnsanların bir süre kalıp gittiği, sirkülasyonun çok olduğu yerlerde hem herkes olabilirsin hem kimse olmayabilirsin bu açıdan oyuncaklı yerler.

Hikâyenizin kahramanı olarak başka karakterler düşündünüz mü ilk akla gelen resepsiyonist miydi?

Herkesin gelip gittiği bir yerde kalıcı olan bir kızın hikâyesini yazmak bana ilginç geldi. O yüzden karakter kendiliğinden gelişti. Çok büyük bir mesaiyi ana karakteri kurgulayarak geçiriyorum. Karakterin sesini, üslubunu bulmak için birkaç ay kadar kitaba girmeyen, aslında bir amaca da hizmet etmeyen rastgele sahneler yazdım. Bir karakter nasıl düşünür, nasıl cevap verir, nasıl konuşuru bulmak için.

Mizah üzerinden bir polisiye kurgusu nasıl gelişti?

Polisiye yazmak yoktu aklımda. Otelde geçen, içinde garip insanların kaldığı biraz sıcak, şenlikli bir ortam olsun istedim. Sonra detaylar şekillendi. İki kitapta yaşadığım tecrübeye dayanarak söyleyebilirim; ilerde belki üretim süreci başka şekilde ilerleyebilir. Ama tür meselesi genellikle şöyle oluyor; bir mekân ya da karakterden yola çıkarak bir hikâye kurguluyorum. Son düzlükte bir türün altına girebilecek hale geliyor. Sona yaklaştığımda ve evet bu bir polisiye komedi oldu ya da bilimkurgu komedi oldu dediğimde o türde üretilmiş eserlere bir bakıyorum. Çünkü her türün kendine ait dinamikleri var. Ne kadar eğip bükseniz de onlara riayet etmeniz gerekiyor. Revize gerekirse aralara onu yapıyorum.

Çok yerli öğeler yok. Özel bir tercih miydi bu?

O dönem daha çok neleri tükettiğimle alakalı. Aslında yerel öğeler var arada. Ama konsept olarak Türkiye'de geçmiş bir hikâye değil. İlk kitabım çok yereldi. Şu an düşününce karakterin ruh haline de uygun gibi geliyor anlatının yersiz yurtsuz oluşu.

Karakter isimleri çok esprili...

Bu açıdan kalemimi Feyyaz Yiğit'e, Burak Aksak'a benzeten oldu. Nerelerden benzettiklerini anlayabiliyorum. Çok fazla insan da olmadığı için benzetiyorlar. Bir yandan karikatürize bir dünya. Onun da altını çizmek için gerçek hayatta olamayacak isimler koydum. Bir olay örgüsü var ama bunlar gerçek hayatta ne kadar olabiliri o karakter adıyla sorgulatmak istedim.

Okur olarak hedef kitleniz kimler?

Belli bir kitle belirlememiştim kafamda. Her yayınevinin hali hazırda bir kitlesi oluyor. Portakal kitap daha Z kuşağı ağırlıklı bir yayınevi. Onlara hitap ederek başladı ama ikinci kitapta çember biraz daha genişledi. İki kitabımı pandemide çıkardığım için okuyucu ile irtibatta kopukluklar oldu. Kimler okuyor kimler seviyor bunları fuarlarda, imza günlerinde görebiliyorsun. Ben onların hiçbirine katılamadım. O yüzden çok bilmiyorum. Sosyal medyadan irtibatımız var tabi okurlarla. Bana ulaşan genç kitle oluyor genelde. Tepkiler genelde iyi yönde. Özellikle genç yazarlardan beklenmeyen bir şey absürt komedi. Gençlik romanları dediğimiz şey romantik ağırlıklı, psikoloji veya bilim kurgu oluyor. Distopya çok popüler gençler arasında. Beklenmedik bir tür olduğu için bence ekstra bir ilgi oldu.

Mimarlık öğrencisisiniz. Yazıyla, edebiyatla ilişkiniz ne zaman, nasıl başladı?

Kendimi bildim bileli yazıyordum. Lisede bile roman denemelerim var hiçbir yere ulaşmayan. Edebiyat derslerinde öne çıkan bir öğrenciydim. Üniversiteye geçince mimarlıkla beraber o odak biraz dağıldı. Yarı zamanlı çalışıyordum okurken. Metin yazarlığı yapıyordum; yazarlığa bir yerinden tutunayım tamamen hayatımdan çıkmasın diye. Ama fiziksel olarak yoruluyordum. Açıkçası yazarlığın da ötesinde tetikleyicisi komedi yapmaktı. Reklam ajansında çalıştığım dönemde çok fazla kişinin çalıştığı, hiyerarşinin olduğu bir yerde komedi yapamıyorsunuz. Çünkü aklınıza bir şey geldiğinde çok fazla insanın sesi girmiş oluyor ve çok farklı bir şeye dönüşüyor. Kendim için bir şey yapmak istedim. Komik bir şeyler yazmak istiyorum, edebiyatla çok iç içeyim. Okurken de çalışırken de hiç bırakmadım iyi bir izleyici ve okuyucu olmayı. Sinema ve edebiyatla bağım hep sürdü.

Kimleri okursun?

Elime geçen her şeyi okurum. Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Oğuz Atay ve Aziz Nesin'i çok beğeniyorum. Edebiyatında muziplik olan, mizahını görebildiğim yazarları ekstra seviyorum. Bence Oğuz Atay öyle biri. İlla komedi janrı altında olması gerekmiyor. Onu okuyucuya hissettiren yazarları beğeniyorum. Alper Canıgüz'ü beğenerek okurum. O ayarda bir şey yapabilir miyim diye de düşündüm. Bunları okuyordum ve ben de yazayım dedim.

Popüler bir yazar olmak gibi bir hedefin var mıydı peki yazmaya başlarken?

Çok bir şey beklemedim. 20 yaşındaydım. Hadi kitabım basılsın gibi bir acelem de yoktu açıkçası. İlk kitabımı yazdım. Sonra süreç başladı. Bir romanı nihayete erdirmek çok zor ama sabırlı biriyimdir. Sebat etmek gerekiyor. Bir şekilde bitti. Ben bir roman yazdım sevinciyle birkaç yayınevine gönderdim ve süreç başladı.

Bir yayınevine 'eser' kabul ettirmek çok kolay değil. Nasıl başardın?

Nice güzel roman eminim zayi olmuştur yolda. Benim için nispeten kolay geçti. Ama şöyle garip şeyler de yaşadım; daha önce tanıdığım bir çevre değil, bir networküm yok yayın dünyasında. O yüzden google'da büyük yayınevlerini aratıp ona göre gönderiyordum romanımı. Birkaç tanesi beni çağırıp 'Elif hanım kitap çok iyi ama biz Instagram'da şu kadar takipçisi olmayanın kitabını basmıyoruz.' diyerek geri gönderdi. Ama Portakal kitap tarafında işler beklediğimden çok daha kolay oldu. Pollyannacılık mı bilmiyorum ama kendi kitabımı tenzih ederek söyleyeyim iyi ve orijinal işin ıskalanmayacağını düşünüyorum. Belki çok konforlu bir yerden konuştuğum için öyle geliyordur ama biri görmese diğeri ıskalamaz. İyi bir iş kendini belli eder gibi geliyor bana. O zamanki editörüm Rukiye Şahin'e dosyamı gönderdim. Onbirinci dakikada bana ulaştı ve 'Tanışabilir miyiz? Ben çok beğendim' dedi. İlk bölümünü okumuş sadece. Sonra benim adapte olamadığım kadar hızlı bir şekilde gelişti her şey.

Z kuşağının çok farklı bir mizah anlayışı var. Yazan biri olarak bu seni nasıl etkiliyor? Karşılıklı bir beslenme var mı?

Bu tek taraflı değil tabi ki. Hem oradan besleniyorum hem de sosyal medyanın bir parçası olup orada üretim yapan biri olarak o mizahın küçük bir parçasını da olsa besliyorum, şekillendiriyorum bir yandan. Ama sosyal medya mizahının aslında anlık bir şey olduğunu, üç ay sonra bir karşılığının olmadığının da farkında olmak gerekiyor. Bu bilinçle bakınca ve kendini kaptırmadığın sürece insanı besleyen bir şey. Ben biraz dinamik yazmayı seviyorum. Bu yüzden sosyal medyanın o hızlı, 140 karakterle bir şey anlatma, 140 karakterle şaka yapma alışkanlığının bana olumlu bir etkisi oldu.

Hiçbir değer yargısı gözetmeksizin her şeyin mizah konusu yapılmasına nasıl bakıyorsun?

Hem Z kuşağının bir parçası olarak hem de üretim yapan bir insan olarak bunu uzun zamandır düşünüyorum. Az önce de konuştuğumuz gibi şu an güldüğümüz, konuştuğumuz, üzerine şaka yaptığımız hiçbir şeyin üç ay sonra hiçbir hükmünün kalmayacağını biliyoruz. Böyle olunca verilebilecek iki tepki var. Ya her şeyi alaya alacaksın. Şu an dert edindiğim şeyin üç ay sonra yerini başka bir şeye bırakacağını biliyorum. Ya da her şeyi çok ciddiye alacaksın. Bence Z kuşağı her şeyi alaya almaya daha meyilli. Özellikle son zamanlarda daha da artan x kuşağı ile açılan makasın nedeni de bu. Onlar her şeyi daha ciddiye almayı tercih ediyorlar. Böyle bir ayrım var. Evet her şeyi alaya almaya teşneyiz.

Bir yandan çok emek verip bir şey ortaya çıkarıyorsun. Bir yanıyla bu kadar kolay tüketilir olması da bir handikap değil mi? Kalıcı olmakla ilgili kafanda neler var?

Üretim sırasında düşünmediğim bir şey. Bittikten sonra uzun vadeli n'olacak gibi kaygıları yaşıyorum. Yiğit Güralp hem Instagram hem twitter hesabında "Çok kaygan bir zeminde bir şey üretmeye çalışıyoruz ve uzun vadede hiçbir hükmü yok gibi duruyor. Bu motivasyonla bir şey üretmek çok zor. Kalıcı olmayacağını bilerek üretmek." cümlelerini paylaşmıştı. Aziz Kedi de yine çok sevdiğim bir yazar. Ona bir yerde neden hiç romanı olmadığını sormuşlardı. O da çok rahat bir şekilde "Gün içinde gördüğüm bir tweet benim yazabileceğim 300 sayfadan daha komik olabiliyor bazen. Bunu düşünerek kendimi yazmaya motive edemiyorum" demişti. İşin içine burada hikâye anlatma ve hikâye dinleme arzusu giriyor. 140 karakter tek atımlık bir kurşun ve sana bu hazzı vermiyor her zaman. Akranlarım belki bana katılmaz ama Z kuşağına göre çok romantik bakıyorum bu meseleye. O yüzden hikâye anlatmayı, bir şeyler paylaşmayı sevmek o kaybettiğim motivasyonu tamamlıyor. Tabi ki tiyatro, edebiyat arkaik sanatlar. Çok uzun zamandır var ve insanlık var olduğu sürece devam edecekler. Bu yüzden yazdıklarımın basılıyor olması güvende hissettiren bir şey bir yanıyla da. Hikâye anlatıyoruz okumak isteyen olduğu sürece de devam edeceğiz.