GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com
Boşanma oranlarının artışı, ülkemizdeki nüfus hızının gerilemesi, aile kurumuna ilişkin eleştiriler ve çözülmeler sıklıkla gündemimize geliyor. Ancak çoğunlukla sosyal medya üzerinden yürütülen tartışmalarda sorunun kaynağı ve çözüm yollarını konuşmak yerine tam da sistemin istediği gibi bir kutuplaşma ve gerilim hattı oluşturuluyor. Kadın ve erkek kimliği, rollerini merkeze alan, ezbere dayalı polemikler özellikle yeni neslin evliliğe, aileye bakışını da olumsuz yönde etkiliyor. Sosyolog, yazar ve Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Fatmanur Altun'un kaleme aldığı "Aşk Bitti Yapı Paydos" adlı kitapta aile kurumunun modernite ile nasıl dar bir kalıba sıkıştırılmak istenildiğine, babanın evden gidişiyle oluşan çatlağın, kadın emeğinin değersizleşmesi ile nasıl derin bir yarığa dönüştüğüne, kapitalizmin tüketim çarklarının sadece aşkı ve insan bedenini değil ilişki biçimlerimizi de tek tipleştirerek biricikliğimizi yok ettiğine dikkat çekiyor. Doç.Dr. Altun ile kitabından yola çıkarak aile yapısındaki çözülmeleri ve zararının neresinden dönülebileceğini konuştuk.
Kitabınızın adından başlayalım. 'Aşk Bitti Yapı Paydos' aşk romanı çağrışımı yapıyor...
Popüler kültürün aşkı nasıl kendine mâl ettiğini ve tek tanımlı hâle getirdiğini bu isme verilen tepkiden de görmüş oldum. Kitabın kapağına bakıldığında bu bir aşk romanı mı diye düşünüyor insanlar. Bizim meselemiz de o. Aşkın tek boyutlu hale indirgenmesi ve bir tüketim nesnesi haline getirilmesi eleştirdiğimiz bir şey.
Değişen sosyoloji, aile yapısı, kadın erkek rollerine dair sorduğumuz, sorguladığımız pek çok başlıkta yazılar dikkat çekiyor kitapta...
Hem akademik hem de güncel yazılarımda tekrarlayan bir temaydı bu. Hem eski yazılarımdan hem de başka yazılar yazmak suretiyle bu konuyu müstakil bir şekilde değerlendirmem gerektiğini düşündüğüm için bu kitap ortaya çıkmış oldu.
Modern dünyada insanın tek boyutlu hale gelmesi, derinliğini kaybetmesi ve manevi yönün yitirilmesi ile ilgili temel bir problem var. İnsana o maneviyatı veren, derinliği kazandıran şey aşk duygusu. O aşkı da kişinin kendisinden başkasına, başka bir varlığa kendisinden daha fazla bir sevgi duyması diye tanımlıyoruz. Sevgi ile aşkı ayıran şey bu. İnsan potansiyel olarak böyle bir aşk kabiliyetiyle yaratılmış. Bunu bir annenin çocuğuna olan sevgisinde görebiliriz. Herhangi bir davaya, bir ülkeye karşı da aşk duyabilirsiniz. Bir de insanların birbirine karşı duyduğu aşk ve onun da devamında bir ilahi aşk var. Ne zaman ortaya sıra dışı, ölçülemeyen, öngörülemez bir şey çıksa orada bir aşk görüyorsunuz.
Biz ne zaman varlığımızın aşk adlı mayasını kaybettik?
Modern dünyanın bir numaralı belirleyeni kapitalizm. Üretim, tüketim ilişkilerinin kârın maksimize edilmesi, maddi kazancın en üst limitlere çekilmesi üzerine kurgulandığı bir yapıdan bahsediyoruz. Kapitalizm maddeyi çoğaltmak olduğuna göre maddeyi çoğaltacak her şey kullanılabilir hale geliyor; buna insan da, duygular da, ilişkiler de dahil. Kapitalizm bu anlamda her şeyi araçsallaştırabiliyor. Kapitalizm, kitlesel üretim ve tüketim anlamına geliyor. Her birinin birbirinden farklı olduğu, standardize olmayan ürünler kapitalizmin satabileceği ürünler değil. O yüzden de sadece ürünler değil, bir süre sonra insanlar da standartlaştırılmaya başlanıyor. Aşk da bundan nasibini alıyor. Aşk insanın mahiyetinin bir parçası olduğu için onu tamamen ortadan kaldıramıyor. O zaman da ıslah etme yoluna gidiyor. Onu da tek tipleştiriyor. Bunu da medya araçlarını kullanarak, izlediğimiz diziler, filmlerle yapıyor. Popüler dergilere bakın "10 Adımda Çekici Görünmenin Yolları", "10 Adımda Karşı Cinsi Etkilemenin Yolları" gibi formüller verirler. Aşk gibi karmaşık bir duyguyu bile bu dört, beş maddenin içine sıkıştırırlar.
Kitapta kadın erkek ilişkileri ile beraber aile etrafındaki tartışmalara da giriyorsunuz. Ciddi bir toplumsal dönüşüm yaşanırken aile ile ilgili sorunları doğru bir yerden okuyabiliyor muyuz?
Aile tartışması muhafazakâr kesimin yaptığı bir tartışma. Muhafazakâr dünyanın içerisinde de gençler o tartışmaya katılmak istiyorlar ama seslerinin pek çıkmadığını görüyoruz. Daha kendi aralarında ve biraz büyükleri eleştiren formda bu konuyu konuşuyorlar. Kitabın yazılmasındaki motivasyonlarımdan bir tanesi de özellikle gençlerin dünyasında bu konunun artık çok fazla gündeme gelmeye başlaması. Yoksa farklı bir bakış açısı getirmek gibi bir derdim yok. Ama yapılan tartışmanın biraz basma kalıp olduğunu düşünüyorum. Batıda muhafazakâr kesimlerle sol kesim arasındaki tartışmanın Türkiye'ye uyarlanmış bir versiyonu olarak görüyorum. Batıdaki muhafazakâr kanadın bu tartışmayı sahiplenmesinin en önemli sebebi Hıristiyan düşüncesinin temelinde Katolik nikâhının olması. Batı'daki aile anlayışına göre aile bir defa kurulduktan sonra bir daha asla bozulamaz. Uygulamada insanlar bunu gerçekleştirmeseler de ideolojik düzeyde aileyi koruma güdüsüyle hareket edenlerin alt metinde böyle bir kabulleri var. Türkiye'ye bu tartışmanın bu şekilde gelmesini çok sakıncalı buluyorum.
Ama Anadolu'da 'Gelinlikle girdin kefenle çıkarsın' gibi bir kabul de var hâlâ...
Bakın o çok çatışan bir şey. Biz Katolik nikâhına inanmıyoruz Müslümanlar olarak. Bizim için nikâh önemli Allah'ın huzurunda verilen bir söz olduğu için. Fakat aile bir defa kuruldu, nikâh yapıldı, onu asla bozamazsın diye bir şey bizde söz konusu değil. Ama gelenek de Katolik nikâhına benzeyen bir anlayışla yaklaşıyor bu konuya 'Gelinlikle girdin, kefenle çıkacaksın' diyerek. Bizim için temel olan ferdin inkişafı, ferdi geliştirmek. İnancımıza göre kişi kul ve fert olarak Allah'la, Yaratıcıyla doğrudan bağlantı kurma hakkına sahip. Katolik inancında Yaratıcı'yla kilise üzerinden, bir rahip aracılığıyla bağ kurabilir. Dolayısıyla Katolik nikâhı varken o insanın kurduğu ailenin bozulması, devam etmesi konusunda söz hakkı da olmuyor. İslam inancında fert doğrudan Allah'la muhatap; Allah'a karşı sorumlulukları var ve o sorumluluklarından hareketle topluma ve diğer insanlara karşı da sorumlulukları var. Bir insan Yaratıcısıyla böyle bir ilişki kurduğu ve yaradılanı Yaratandan ötürü sevdiği zaman bu insanın kurduğu her ilişki biçimi en güzel örnek haline geliyor. Bu insan anne babasına karşı evlatlık görevlerini yaptığı zaman da ortaya çok güzel bir örneklik çıkıyor. Aynı insan bir ailede karı-koca ilişkisi içinde de rıza ve muhabbete dayalı bir ilişki biçimi kurabiliyor. Bizim inancımıza, medeniyet mirasımıza baktığınızda bir başkasını, bir başka canlıyı kendinden özge tutabilme ile başlayan aşk ve sevebilme yetisi bazı örneklerde ilahi aşka kadar varabilen bir büyük potansiyeli harekete geçirebiliyor.
Bu yüzden bizim topraklarımıza uygun olan rızaya dayalı aile modelidir. Orada koca 'Kadın dediğin şöyle olur, böyle olur' diye bakmıyor. "Benim eşim Allah'ın bir kulu, bana bir emanet. O zaman ben onu Allah'ın yarattığı bir kul olarak, kendine özgü özellikleri içerisinde nasıl mutlu edebilirim?" diye düşünüyor. Kadın da aynı şekilde bakıyor eşine, bir kalıba koymaya çalışmıyor.
Daha aşkın bir ilişki kuruluyor sanırım...
Rızaya dayalı aile modelinde karı kocaya, koca karıya emanet ama neye göre emanet? Kadın eşimi memnun etmeliyim, onun rızasını almalıyım diyor ama asıl hedef kocasının rızasını almak değil. Asıl hedef Allah'ın rızasını kazanmak. Erkek de karısını memnun etmeye çalışırken Allah'ın rızasını almaya çalışıyor.
Bugün evliliği savaş alanı ve rekabet ortamına dönüştürüyoruz...
Şuradan çıkılması gerektiğini düşünüyorum; siz bir insanî ilişkiyi iş tanımı gibi kalıplarla şekillendiremezsiniz. Bir işe girerken muhatap olduğunuz kurumla oradaki iş tanımı nedir, bu işin sonucunda benim haklarım nelerdir? gibi son derece pragmatik bir ilişkiye girersiniz. Ama insan ilişkileri, hele aile ilişkisi bu şekilde ilerlemez. İnsanın sevgi, bağlılık, merhamet, güven, zor zamanlarda dayanışma gibi ihtiyaçlarını gidermek için kurulmuş bir yapıdan bahsediyoruz. Kadın dediğin şöyle olur, erkek dediğin böyle olur, kadının hakları bunlardır. Erkeğin hakları bunlardır. Kadının görevleri bunlardır. Erkeğin görevleri bunlardır. Herkes iş tanımının peşinde koşar gibi bunların peşinde koşuyor. Gün sonunda ailenin içine girip o kapıyı kapattığınızda bunlar çalışıyor mu? Çalışmaz çünkü ben başka bir insanım, sen başka bir insansın. Senin hassasiyet gösterdiğin şey benim için hiç önemli olmayabilir. Benim için çok dünyalar kadar önemli olan bir şey. Hasbelkadar birilerinin hassasiyetlerine, özelliklerine o tanımlar oturmuşsa onların aileleri, yuvaları mutlu olur. Ama başka birilerinin oturmadıysa kavga, kıyamet. O yüzden rızaya dayalı aile modelinin bütün kavgaları bitirecek şey olduğunu düşünüyorum.
Üst bir rıza makamı olunca sen, ben kavgası kalmıyor...
Çünkü bir model ve şablona uyman gerekmiyor. Kapitalizmden sonra ortaya çıkan fabrikada, dışarıda çalışan baba, evde çocuklara bakan anneden oluşan aile modeli tarihin tamamında olan bir model değil. Ama tarihte aile o kadar değişik formlarda ortaya çıkmış ki. Dağda yaşayan aile başka, yaylada yaşayan aile başka, şehirde yaşayan aile başka yaşıyor. Kültüre, coğrafyaya, geleneklere göre o kadar değişik aile modelleri varki.
Bu çeşitlilikten artık birçok insanın hapishane olarak gördüğü, dayatmaların ve mecburiyetlerin yaşandığı bir yapıya dönüştü aile. Peki sizin işaret ettiğiniz rızaya dayalı modele geri dönüş mümkün mü?
Öncelikle elimizdeki ailenin ideal aile olmadığını fark etmemiz gerekiyor. Çünkü aile insanların sevgi, bağlılık, merhamet, dayanışma, zor zamanlarda birlikte olma gibi manevi ihtiyaçlarını karşılayan, fiziki dünyaya hazırlayan bir dayanışma sistemi. İnsanlar bunları ailede aldıkları zaman dışarıda onay arayışına girmez. Birçok psikolojik rahatsızlığın ailenin fonksiyonunu yeterince icra edememesinden kaynaklandığının da farkına varmamız lâzım. Kadınların çalışması çok sorunsallaştırılıyor. Bununla ilgili olarak kitapta 'Erkekler çalışsın mı?' başlıklı bir yazı yazdım. Çünkü mesele kadının çalışması değil. Mesele bu üretim ve tüketim biçimi, içine konulduğumuz bu kapitalist yaşam biçimi. Evden bir kurban verdiğimizde bir şekilde dayanabildik, direnebildik. Kadınlar ezildi ama bir şekilde çocuklar ortaya çıktı. Sen baba olarak evin dışına çıktığında da sistem çalışmıyordu. Çocuklar babasız büyüdüler. Erkek çocuğu babasız büyüdüğünde rol modelsiz kalıyor. Bunun ne kadar büyük bir problem olduğunu artık daha çok yaşamaya başladık.
Erkekliği öğrenemiyor erkek çocuklar...
Evet öyle bir problemimiz var. Bugünlerde özellikle psikoloji camiasında erkekliğin yaşadığı sorunlarla ilgili ciddi bir tartışma var. Niye? Çünkü babayı kurban verdik. Zannediliyor ki ev kadını kavramı dünya var olduğundan beri var. Hayır, Aydınlanma filozoflarının kafa yorup 'Biz erkekleri fabrikalarda çalıştıracağız ama evdeki işleri kim yapacak?' diye düşünüp buldukları bir tanım ev kadını kavramı. Ondan önce ev merkezli üretim vardı. O üretime herkes katılıyordu ve ailenin parçalanmasına gerek yoktu. Biz babayı bu üretim ilişkilerinin içine verdiğimiz zaman erkek çocuklarının nasıl yetiştirileceğine dair bir soruyla baş başa kaldık ve bunu çözemedik. Anne bakımını verdi, büyüttü, hayatta tuttu. İyi de anne erkek olmayı öğretemez ki, öğretemedi nitekim. Kız çocuğunun da babaya ihtiyacı var. Psikologların hep söyledikleri şey; kız çocuğu en çok babasının onayıyla kişiliğini inşa eder. Kız çocukları da baba onayını alamadan büyüdüler. Kadınlar da ev dışında çalışmaya başlayınca evdeki işleri yapan kimse kalmadı ve 'Bir dakika aile yıkılıyor mu?' sorusu ortaya çıktı. Aile, kapitalizm babayı evden aldığı zaten çok ağır bir darbe almıştı. Şimdi o kadar büyük sorunlarla karşı karşıyayız ki; gençlerden şikâyet ediyoruz, yaşam artık çekilmez hale geldi. Roller, görev dağılımı konusunda karman çorman bir hâl var. Gençler bu karmaşanın içinde doğdukları için evlilikten uzaklaşma söz konusu.
Yani sadece kadın evin dışına çıktı diye yıkılmıyor aile...
En büyük hata faturanın kadına kesilmesi. Eğer faturayı kadına keserseniz bir tür düşmanlaştırma oluşturuyorsunuz. Faturanın kendine kesildiğini gören kadınlar da bu sefer erkekleri daha çok suçlamaya başlıyor. Karşılıklı suçlamanın sonu da kazananı da yok. Kadınla erkeği işbirliği içerisinde tutabilirseniz orada aile inkişaf eder.
Kadının çalışmaya başlaması bu üretim ilişkileri ve tüketim sarmalının yoğun bir şekilde gırtlağımızı kadar basmaya başlamasından kaynaklandı. 200 yıl öncesinden aileyi erozyona uğratmaya başladılar. Bir kere bunu fark etmemiz lâzım. Kadınlar erkeklerin, erkekler, kadınların düşmanı falan değil. Bizim tarafları doğru belirlememiz gerekiyor. Kadın ve erkek birbirinin velisidir. Ailenin hapishane gibi algılanmasının sebebi şu anda fonksiyonunu icra edemez hale getirilmesinden kaynaklanıyor. Bunun ne kadın ne de erkeğin suçu olduğunu, bir büyük sistemin şu anda aileye adeta çöktüğünün farkına varabilirsek eğer o zaman aileyi yeniden ayağa kaldırabiliriz.
Kadınların 'Bir dakika benim düşmanım erkek değil', erkeklerin de 'benim düşmanım kadın değil bir büyük sistem bizi sömürüyor.' noktasına gelip sırt sırta vermesi lâzım. Bu çarkı bu farkındalıkla başlayacağımız bir yolculuk durdurabilir. Yeni bir toplumsal sözleşme, yeni bir teklif, yeni bir model ortaya konulabilir. Çok büyük işler bunlar. Bu üretim ilişkileri bizi bu hale getirdi. 200 yıldır bizi ahtapotun kolları gibi saran bir sistemden bahsediyorum aynı zamanda. Kolay mı? Çok zor ama zor diye de tutup birbirimizi boğazlamanın da bir anlamı yok. O yüzden bu tartışmaları birbirimizi incitmek ve yormak üzerinden yapmayı bırakalım. Bizi saran çok büyük bir üretim ilişkileri sistemi var. Bugünden yarına bunu değiştirmemiz mümkün değil. Ama en azından sistemin bizi manipüle etmesine izin verip sürekli çatışmak yerine birbirimize karşı merhametli, anlayışlı olabiliriz. Böylece bizim elimizde büyüyen çocuklar da daha mutlu çocuklar olur.
İnancımızda bütün toplumsal sorunları çözebilen bir cümle var. "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma." Herkes bu hadis-i şerifi önüne alsın vicdanlı bir şekilde bunun bana yapılmasını ister miyim? sorusunu sorsun. Aliya İzzetbegoviç'in çok önemli bir önerisi vardır. "Bırakalım kadın çalışsın, erkek böyle olsun demeyi. Başlangıç olarak bir adım atalım; öncelikle kadının işini tanıyalım. Sen kadının evde yaptığı işi tanı önce" diyor. Kadının evi içi emeği görmezden gelinince o da 'itibarlı olan iş neyse bende o işi yapmalıyım.' demeye başlıyor. Kadınlar çalışsın mı tartışması yerine kadınların toplumsal itibarının yükseltilmesine çalışılsa ve İzzetbegoviç'in dediği gibi kadının işi tanınsa şu tartışmayı yapmaya gerek olmayacak.