Bir Prof. Teoman Duralı portresi... Âlimin ölümü âlemin ölümü

Adının başına ''merhum'' sıfatını ekleyeceğimiz bir âlim daha sırlandı. Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı 74 yaşında ardında merak, macera, bilimsel araştırma ve fikir dolu bir hayatı bırakarak veda etti dünyaya.

ZEYNEP TÜRKOĞLU / zeynoturkoglu@gmail.com

Kendi tarifi ile Çerkes damarı da olan son Osmanlı bir baba, Alman bir anne, bir ağabey, bir de abla. Ailenin son misafiri ele avuca sığmaz, okula mesafeli, tabiata, özellikle denize tutkun bir çocuk, Şaban Teoman.

"Belki de dünyaya gözümü ilk açtığım yer olduğundandır, Zonguldak'ın bahçelerinin güzelliğini hiçbir yerde görmedim" diye anlatır çocukluğunu. "Herkese nasip olmayacak bir başarım vardır, övünmek gibi olmasın ama ben ilk mektebin birinci sınıfında ikmale kalmış adamım." diye açar okul yıllarından sohbeti. Bu çizgi neredeyse lise bitene kadar devam eder, kırıklarla dolu karne evde kriz sebebidir. Kaçamaz, saklanamaz. Meraklarını, haşarılık hevesini yenemez hiç. Sapsarı saçları, renkli gözleri ile çetenin en göze batanıdır. Çıktığı duvarda, tırmandığı ağaçta başka çocuklar da vardır. Ama aralarına karışamayacak kadar farklı görüntüsü hep ele verir onu. Düşe kalka, neredeyse ite kaka biter lise. Liseden sonra, çocukluktan başlayan aşkına, denize açılmaya karar verir. Kaptan olacaktır. Daha 5-6 yaşlarında iken uzaklara bakar. Denize. Ufuk çizgisine. Acaba ne vardır o çizginin ardından. Oraya kadar giden denizin suyu nereye dökülür? Ufkun ötesinde ne var merakıyla çıktığı yolculuk Norveç'e götürür onu, sonra zorluklar geri getirir. Bir hevesle çıktığı yoldan eli kolu, ayağı bacağı yorulmuş, yıpranmış döner. Hayaller başkaydı hâlbuki, her zamanki gibi hayatlar bambaşka. Üstelik lisede okurken bir hocasının pencereden dışarıyı gösterip dam aktaran bir adamı işaret ederek "Sen bu zekânla basit, el oyalayıcı şeylerin peşinde mi koşacaksın? Bu eller dam da aktarır, kaldırım da dizer. Peki aklınla ne yapacaksın? Senin hayat gayen bu mu?" diye sarsması rotasını okula çevirmesine vesile olur. Aklının bir köşesinde de anne babası vardır zaten. Denize bir şekilde açılmışsa da başlangıçtaki kaptan olma hayalinden, ömrünü denizlerde geçirmeye niyet ettiğinden onların haberi yoktur. "Zaten yapıp ettiklerimin yüzden sekseninden haberleri yoktu." diyerek anlatır bunu ve ekler. "Hep dua etmişimdir. Anneme babama verdiğin gibi bir evlat verme bana diye. En büyük derdim bu olmuştur. Çok üzdüm onları. Belki de babamın erken ölümü benim yüzümdendir, kim bilir. Bana benzeyen çocuklarım olsaydı hapı yutmuştum."

BU ÇOCUKTAN ADAM OLMAZ!

Sorar. Sorgular. Felsefe ilminin meraklı öğrencisinin, efsanevi hocası olma hikâyesi böyle başlar.

Ama bu tercih de babası tarafından hoş karşılanmaz. Hoş karşılanmamak ne söz, gök yarılır, kıyamet kopar; "Oğlum senin adam olmayacağın ta ne zamandan belliydi. Hep umdum, belki bir gün akıllanırsın diye, ama yok" der. "Niye?" diye sorar Duralı babasına. Aldığı cevap umut kırıcıdır, ama tabii yine söz dinlemez, bildiğini okur.

Gerçekten de okur. Üstelik de çalışır. 16 yaşından itibaren geçimini kendi sağlamaya alışmıştır. Tezgâhtarlık, otel bekçiliği yapar. Özellikle ikincisi bir başka okuldur onun için.

Üniversite hocaları arasında bilindik, büyük hocalar vardır. Bunlardan Ahmet Yüksel Özemre'yi farklı bir yere koyar. Çok çekindiği, çektiği ve çektirdiği babası ile mukayese eder. Ama bu özellikleri ile değil. "Hayatımda karşılaştığım en dürüst iki insan: Babam ile Ahmet Yüksel Özemre. Her şeyden önce bir namus abidesiydi hocam. Çok parlak tekliflere göğüs geren, bel vermeyen insanlar bu kategoriye girer. Hocama olağanüstü tekliflerde bulunulmuştur. Ancak vicdanıyla bağdaştıramadığı her olayı itmiştir. Birinci ölçü vicdandır. Atom Enerjisi Kurumu'nun başındayken Türkiye'de atom santralleri kurulmak üzere ihale açılıyor. İsviçreliler bir miktar para ve Cenevre'de üç katlı bir köşk için rüşvet teklifinde bulunuyorlar. Çok iyi hatırlıyorum, masada oturuyorduk mektubu açtığında. 'Şu küffara bak!'dedi. Hoca hiçbir zaman bu lafı kullanmaz normalde. 'Nedir hocam?' dedim. Fransızca yazmışlardı. Üstüne bir çarpı işareti atıp zarfa geri koydu. 'Bu halde vereceksiniz, öyle mi?' dedim, 'Evet' dedi. Adamları ihaleden çıkarttı. Dediğim gibi sapına kadar dürüst bir adamdı. O duruşu beni çok etkilerdi, dehâ mertebesinde de akla sahipti."

Bölümünü ve böylesi izler bırakan hocasını sevmesine rağmen Türkiye'nin darbe çalkantılı siyasi ikliminden, bu iklimde sürekli tatil edilen okulundan ayrılmak ister sonunda. 1970'te artık burada bir şey olmaz diyerek yine Avrupa'ya gider. Almanya, Fransa, İngiltere... Ne o maceradan vazgeçer, ne macera onun peşini bırakır. İleride evleneceği kadını bu sıra, bir bağbozumunda tanır. Ama yine Türkiye'ye döner. Bir kış boyu mektuplaşırlar.

İnanç, insanın tevazu sınırlarının dışına çıkmasını engeller. O çok büyük bir etkendir. Tevazuu kaybettiğiniz anda çıldırırsınız. Bu sadece görünüş bakımından değil, haddizâtında attığınız her adımda kendini gösterir.

BENİM MÜSLÜMANLIĞIM BABADAN DEĞİL

Tekrar okul, tekrar çalışma. Yine karar etmez Duralı. Fransa'ya niyet eder, ama Tebriz'e bilet alır. Bu kez hedefi Hindistan'da felsefe okumaktır. Onun planı böyleyken, kaderin hesabı şöyle işler; Afganistan'dan yola devam etmektedir. Yanında biri Hollandalı, ikisi Amerikalı iki arkadaşı vardır. Dar ve kaygan yolda, üzerinde uyku tulumu olan sırt çantasıyla ilerlerken ayağı kayar, yardan uçma tehlikesiyle burun buruna gelir. Burada yazıldığı kadar kolay yaşanmaz o an. Ölümle arasındaki mesafenin kısalığını fark ediverir. "Ölümün dondurucu soğuğunu ensemde duyuyorum" diye tarif etse de anlatılamaz olduğunu söyler. O anlatılamazlık iki karara bağlar Duralı'yı: "Oradan kurtulduktan sonra iki şeye karar verdim. Birincisi Allah'a inandım. Daha önce nasıl inanıyordum bilmiyorum, ama gevşekti son derece. Allah'a inanmakla birlikte dine de intisab ettim. Son derece tutarlı ve sıkı bir biçimde buna saplandım diyebilirim. Benim Müslümanlığım babadan değil, 1971'in Temmuzundan bu yanadır. İkincisi 'Dünyaya bir tohum bırakmadan gidiyorum.' diye düşündüm. En son duygum bu oldu ve 'Evleneceğim' dedim. Eve dönüşünde eline geçen mektupta "Hâlâ seni bekliyorum" diyen Piyeret Hanım, artık müstakbel eşidir. İleride aileye önce 'oğulcuk' Deniz, sonra 'kızdır nazdır, bin altın azdır' dediği Elif katılır.

Hayatında bir fidanın olgunlaşmasını izlememiş, bir kuzunun doğumuna şahit olmamış çocuklara Allah'ı anlatmaya çalışıyoruz.

ÖMÜR BİTER, HOCALIK BİTMEZ

Zaman içinde sadece ailesi değil kariyeri de büyür. Babasının 'Senden adam olmayacağı başından belliydi' sözü boşlukta salınırken, Duralı bilim ve felsefe tarihinde, biyoloji felsefesinde uzmanlaşır. 1982'de doçent, 1988'de profesör olur. Lise hocasının bir öngörüsü tutmamıştır; el emeği ile alın teri dökerek de para kazanmıştır. Dünyayı erken yaşta gezmiş görmüş, o taraftan da alacağını almıştır. Ama bir başka öngörüsü fena halde tutmuştur. Evet, Duralı'da felsefeci kumaşı vardır ve bu yolu tutturmuştur. Yetiştiği İstanbul Üniversitesi'nden başka dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde hocalık yapar. Türkiye'de İstanbul, Marmara, Mimar Sinan, Erzurum, Çukurova, Kırklareli, Elazığ, Diyarbakır... Dünyada Amerika, Viyana, Malezya... Liste uzar gider... Hocalık emekli olunmayan işlerdendir. Olunur, ama olunmaz. Olunur, ama durulmaz. Ömrünün son sömestrine de yine öğrencileri ile girer. Devam edemez. Hastalık baş göstermiştir. Okula ara verir. Ama bu son bulacak bir ara değildir. Sıralarında oturmuş, dersini dinlemiş öğrencileri için, eserleri ve hatıraları kalmıştır geride. Bir de sevgili eşi. Çektiği alzheimer hastalığı boyunca refakat ettiği, "Benim ölmek lüksüm yok, ona bakmalıyım." dediği eşi bugün farkında olsa da olmasa da Teomansızdır artık.

"Bu dili en iyi bilen iki kişiden biri benim" dediği Türkçenin dışında on dil bilir. Dünyayı bilir, kendini bilir, Rabbini bilir. Zihni, bir veri depolama merkezi değil, analiz dehlizidir. Felsefeci değil, filozoftur. Naziktir, zariftir, cesurdur, esprilidir, mümindir.

Gören göz hemen tanır, âlimdir. Ve âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir. Şenlik, ölümü düğün gören Teoman Hoca'ya; elem, sırlanan kandilin ışığından mahrum kalan bizedir.

(Yazıda yer bulan hatıraların bir kısmı 2017 yılında 24TV için hazırlanan 24 Portre programından, bazısı Ali Değermenci'nin yaptığı nehir söyleşilerden oluşan Turkuvaz Kitap tarafından neşredilen "Öyle Geçer Ki Zaman" kitabından alınmıştır.)