Akşam Cumartesi
İlk filmleri Benim Küçük Sözlerim'i izlediğimden beri üretecekleri yeni işleri merak ettiğim bir ikili Bekir ve Büşra Bülbül çifti. Yıllar sonra daha da yetkinleşmiş bir sinema diliyle İstanbul Film Festivali'nde seyirci karşısına çıkan Bekir Bülbül'ün yönettiği Bir Tutam Karanfil, Ulusal Yarışma'da yer aldı. Ölüm gibi modern insanın köşe bucak kaçtığı ve anlamlandırmak yerine yok saymaya çalıştığı bir olguyu, Müslümanca bir bakışla, dokunaklı bir hikâye üzerinden beyaz perdeye taşıyan yapım, çok daha fazlasını hak etse de İstanbul Film Festivali'nden sadece En İyi Görüntü Yönetmeni (Barış Aygen) ödülü ile ayrıldı.
Geçen yıl TRT 12 Punto'dan yapım desteği alan Türkiye ve Belçika ortak yapımı filmin senaryosu Bekir Bülbül ile Büşra Bülbül çiftine ait. Demir Parscan, Şam Şerif Zeydan, Yiğit Ege Yazar, Fırat Kaymak'ın rol aldığı filmin yapımcısı ise Halil Kardaş.
Karısının cenazesini ülkesine götürüp defnetmek isteyen yaşlı bir mültecinin yol hikâyesini konu alan film, insanın dünya sürgününden ait olduğu ana vatanına dönüş arzusuna da gönderme yapıyor. Küçük torunu Halime ile birlikte eşinin tabutunu taşıyan yaşlı adam, otobüs ve kamyonlar onu almayınca yola bir süre yaya olarak devam eder. Karlı ve taşlı yollarda sürüklenmeye dayanamayan tabutun tahtaları çatlamaya başlayınca başka bir yol arar. Sonunda onlara yardım etmeye çalışanlar da olur. Bu sayede sınıra kadar gelirler.
FİLMİN ESAS DERDİ MANEVİYATLA
Bir düğün sahnesi ile açılan film, başlangıçta bir göç ve mültecilik hikâyesi gibi görünse de bu, sadece olay akışını sağlamak üzere kullanılan bir araç. Yönetmen Bekir Bülbül de filmin esas derdinin maneviyatla ve insanın varoluşuyla ilgili olduğuna dikkat çekiyor: "Filmde özellikle herhangi bir ülke, şehir adı kullanmadık. Biraz daha zamansız ve mekânsız yaptık. Hepimiz bu dünyada birer mülteciyiz, buraya geldik bir şekilde ve yakında geri döneceğiz. Hepimiz aynı şekilde bir yolculuktayız ve bu dünyaya ait değiliz. Son sınıra ulaşmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla hikâye anlatmanın bir aracı olarak mülteciliği ele aldık."
Festival telaşı arasında sorularımı cevaplayan Bülbül, filmin ortaya çıkış hikâyesini şöyle anlatıyor: "Bundan 3-4 sene önce dedemi İstanbul'a getirdik. Çünkü bakıma muhtaçtı, burada benimle ve ailemle beraber yaşıyordu. Sürekli 'Beni köye götürün, burada ölürsem köye nasıl götüreceksiniz' diyordu. Bu bende hep ukde olarak kaldı. Nedir insanın kendi toprağına olan özleminin sebebi diye düşünmeye başladım. İnsanın yaşlandıkça kendi toprağına olan özlemi bana alemi ervaha karşı olan meylimiz gibi geliyor. O süreçlerde hem ölümü hem de insanı sorguluyordum. Hayat yolculuğunda biz bir beden, ruh ve bir nefs taşıyoruz. Bunlarla beraber bir yolculuk yapıyoruz ve nereye gidiyoruz? Bu dünyadan sonra bedeni sınırın bu tarafında bırakıyoruz orası belli de öbür tarafa ne gidiyor? Bunların üzerine tefekkür ederken böyle bir film yapma ihtiyacı hissettim."
Bekir Bülbül'ün senaryoyu birlikte kaleme aldığı eşi Büşra Bülbül projeye tam bu noktada dahil oluyor. Büşra hanım yazım sürecini tetikleyen fikrin nasıl oluştuğunu şu sözlerle özetliyor: "Bekir'le yeni bir film üzerine çok fazla düşündüğümüz bir zamandı. O günlerde de Bekir'in dedesi İstanbul'da bizimle birlikte yaşıyor ancak 'Burada ölsem köyüme nasıl götüreceksiniz' diye endişe ediyordu. Sokakta yaşlı bir mülteci gördük. 'Aynı duyguyu bu adam da yaşasa cenazesini memleketine götürme lüksü bile yok' dedim. Sonra kafamızda böyle bir şey canlandı. Bunun hikâyesini anlatsak acaba nasıl bir şey çıkar ortaya diye düşündük. Bekir'in kafasında tabut sürükleyen ve yanında küçük bir çocuk olan bir adam görseli canlandı. Bu görselin üzerinden de hemen senaryoyu yazmaya başladı ve beraber senaryoyu geliştirdik."
SUSARAK NE ÇOK ŞEY ANLATIYORLAR
Filmin dikkat çekici yanı iki ana karakterin hemen hiç diyaloğu olmazken yol boyu karşılaştıkları insanların gerekli, gereksiz uzun uzadıya konuşmaları. Dede, torun ölümün verdiği acının ağırlığı ile hayatın nafile oluşunda söz birliği etmişçesine susarken Halime resimler ile her fırsatta ölümün karşısına hayatı koyar. Ve ninesi ile hayattayken yaptıklarını belki de unutmamak için defterine çizer. Eski mutlu günlerini, savaşın onlara neler yaşattığını da hep Halime'nin resimlerinden öğreniriz.
Yönetmen Bekir Bülbül kahramanlar dışında herkesin konuşmasına şöyle açıklık getiriyor: İnsanı sorgularken içimde çok fazla konuşan karakter olduğunu ve hepsini tek tek dinlediğimi hissediyorum. Ondan dolayı bunların hepsi kendi içimdeki karakterler bir bakıma. Finaldeki kamyoncunun dinlediği radyoda modern insanın hiçlik yaklaşımını özetleyen konuşmacılar da var içimde filmin ortalarında karşımıza çıkan Havva Ana'nın daha imanî bakış açısı da var." Halime'ye tatlı tatlı ölümün başka bir alemde yeniden doğuş demek olduğunu anlatan Havva ana adlı kamyon şoförünü canlandıran Emine Çiftçi ise profesyonel bir oyuncu değil. Buna rağmen hikâyeye en güçlü şekilde hizmet eden sahnelerde büyük bir doğallıkla sözünü söylüyor. Bu karakterin başta yaşlı bir amca olarak düşünüldüğünü söyleyen Bekir Bülbül, 'Çekimlerde Emine abla ile tanıştık ve o kadar hoşumuza gitti ki onun yaklaşımı. O bölgede yaşayan biri. Sette ben ona hadiseyi anlattım. Ve o anladığını kendi cümleleriyle kendi dimağından süzerek tekrarladı. Bu bizi çok daha büyüledi. Bir oyuncuya oynatmış olsam daha yapay kalacaktı. Başroldeki çocuk oyuncu da yine filmin çekildiği Kapadokya civarında yaşayan bir mülteci. Oyuncu koçu ile Suriyelilerin bulunduğu mülteci kamplarını gezdiklerini ve başrol oyuncusu Şam Şerif Zeydan'ı orada bulduklarını kaydeden yönetmen Bülbül, Zeydan'ın savaşı zaten yaşadığını ve o sınırdan geçtiğini söylüyor.
ASIL YURDA DÖNME İSTEĞİ BİTMEZ
Bir Tutam Karanfil'in en etkileyici sahnelerinden biri konaklamak için geldikleri mağarada dedenin torunu gece üşümesin diye cenazeyi tabuttan çıkarıp oraya torununu yatırdığı bölüm. Görselliği ile de izleyiciyi sarsan bu sahneyle ilgili olarak ise şunları söylüyor genç yönetmen: "Mağara sahnesinde daha tasavvufi bir yaklaşımla nefsi öldürmekle ilgili bir fikirden yola çıktım. Filmde zaten nefsimiz, bedenimiz ve ruhumuzun bu dünyadaki yolculuğunu anlatmak istedim. Çocuk da nefsi temsil ettiği için ondan dolayı böyle bir sahne tasarladık. Ama hakikatte de mağaraya girdikleri zaman bunlar gece soğukta nasıl hayatta kalacak? Dolayısıyla cesedin bir şekilde dışarı çıkarılıp çocuğun tabuta girmesi gerekti."
Bir başka alemde ölerek bu dünyaya gelen insanoğlu, bu dünyadaki ölümle de ahirete doğuyor. Mevlana'nın ölümü Şeb-i Arus yani düğün gecesi olarak tarif etmesini hatırlatırcasına bir düğün sahnesi ile başlayan film yine bir düğün sahnesi ile son buluyor. Yaşlı adam cenazeyi sınırdan geçiremeden jandarmaya yakalanınca eşini bu tarafa defnediyor. Ancak asıl yurduna dönme isteği o kadar ağır basıyor ki torununu geride bırakarak sınırdaki dikenli telleri aşıp mayın döşeli arazide ilerliyor. Bu son trajik gibi görünse de yaşlı adamın ölüme gidişi bir anda düğün sahnesine dönüşüyor.
Türkiye'den önce Tokyo, Fas, Selanik ve Sofya'da festival izleyicisiyle buluşan filmin festival yolculuğu önümüzdeki günlerde devam edecek. Senaristlerden Büşra Bülbül ise Kasım ayında sete çıkacağı yeni filminin hazırlıklarına başladı bile.