Baykut Badem: Gülünç duruma düşmekten korkarım

SİBEL ATEŞ YENGİN

sibel.ates@aksam.com.tr

Ekmek Teknesi’ndeki Süha karakteriyle yıldızı parlayan Baykut Badem, Mavi Düşler, Deli Yürek, Kırık Kanatlar, Ihlamurlar Altında, Kuzey Rüzgarı gibi başarılı dizilerin senaristiliğini yaptı. Televizyon macerasına ‘Baba Ocağı, Dürüyenin Güğümleri, Güzel Köylü, Hanım Köylü ve Kalk Gidelim’ gibi Ege dizileriyle şekil vermeye devam eden  Badem’le oyunculuk, senaristlik ve dizi sektörünü enine boyuna konuştuk.

Oyunculuktan senaristliğe nasıl geçtiniz?

Bilinen bu olsa da aslında tam tersi… Bunun sebebi de ‘Ekmek Teknesi’ gibi bir efsanenin içinde oyuncu olarak yer almam.  Sektöre ilk önce 1997 yılında senarist olarak başladım… İçinde senarist olarak yer aldığım ilk projeler de  Deliyürek ve Mavi Düşler adlı TV dizileri idi. Deliyürek’ in son senesinde,   yapım şirketinde Ekmek Teknesi projesi hazırlanıyordu. Cast çalışmaları yapılırken ‘Süha’ karakterini benim oynamamı istediler. Önce çekimser kaldım, sonra 3 bölüm dediler peki o zaman dedim… Sonuç, 113 bölüm oldu… İyi ki de oynamaya karar vermişim, çünkü çok sevdim Süha’yı… Zaten Ekmek Teknesi çok özel bir işti...  

Oyunculuğu özlüyor musunuz?

Evet, zaman zaman özlüyorum ama dizi sürelerinin artmasından dolayı ikisini bir arada yapma imkanı hiç yok. En son 2013 yılında TRT’de yayınlanan ‘Gönül Hırsızı’ dizisinde hem senaristlik hem de oyunculuk yapmıştım... O zaman anladım artık yapılamayacağını... Çok özlediğim zamanlarda kendi projelerimde kısa roller oynayarak oyunculuk özlemimi gidermeye çalışıyorum. Senaristlik yapmadığım bir yayın sezonu olursa o sezon sadece oyunculuk yapmaya niyetim var.

Yaptığınız işler hep başarılı oluyor, bunun formülü nedir?

Çok soruluyor bu soru, çok düşünüyorum bunun üzerine. Birkaç cevabı var sanırım... Birincisi, yürütmeye çalıştığım ekol. Sıcak, bizden, hepimizin yüreğine dokunan, hepimizin başından geçen veya geçmesi muhtemel yerli hikayeleri ve o hikayelerin sıradan kahramanlarını anlatmam. Ben buna Ertem Eğilmez ekolünün takibi diyorum. Fahri olarak o ekolü yürütmeye çalışıyorum. Hiçbir zaman bitmeyecek bir ekol bu... Yeri gelmişken kendisini de saygıyla analım...  İkincisi, seyirciyle çok iç içe olmam, konjonktürde olan olaylara seyircimizin verdiği tepkileri, onların beklentilerini iyi gözlemlemem... Üçüncüsü, özünde neşeli bir insan olduğumdan işimi de aynı neşe ile yapmam ve kesinlikle işimi çok sevmem. Bana soruyorlar neden oyunculuk yapmıyorsun da senaryo yazıyorsun? diye. Yazmak, o projedeki karakterleri yaşatmak, onlarla günün her dakikasını kafamın içinde yaşamak en büyük zevkim... Belki yoldan geçerken bir şey oluyor, oradan esinleniyorsun, bazen bir çocuk ağlaması sende bambaşka bir duygu oluşturuyor, belki bir gece bir rüya görüyorsun ya da bir an herkesten kopup bir hayal kuruyorsun ve oturup onu kağıda yazıyorsun... Sonra o film oluyor, insanlar seyrediyor ve o senin kurduğun hayalin ortağı hatta en büyük savunucusu oluyorlar. Bazen gelip seninle kavga ediyorlar, sana çok kızıyorlar... Çünkü onlar da senden çıkmış olan şeyi en az senin kadar sahipleniyorlar. Bundan daha güzel bir şey olamaz. Onlara hürmetim çok büyük.

Başarıyla izlenilmiş yabancı dizilerin senaryolarıyla Türk dizilerinin senaryolarının arasındaki fark ne?

Süre... Onlar 45 dakikalık yazıyorlar, biz 145... Ayrıca içerikte bizim seyircimize gerçekliği daha yüksek olan hikayeler anlatma ve anlatılan hikayenin kahramanlarının seyirciyle özdeşleştirilmesinde veya  öykündürülmesinde daha gerçekçi unsurları kullanma  zorunluluğumuz. Onların anlattığı hikayelerin gerçekliği asla bizimkiler gibi değil. Bizim yarışta olduğumuz zaman dilimi PT1 ve PT2 diye tabir ettiğimiz, herkesin de bildiği üzere yaklaşık 20.00 ila 23.45 saatleri arasındaki dilim... Bu saatler arasında televizyon seyircisinin beğenisine sunduğumuz, reyting yarışı içinde kendimize yer bulmaya çalıştığımız hikayelerimiz var. 

Mesela yabancı dizileri neden bu saatler arasında yayına koymuyorlar? Hem maliyeti de çok daha ucuz olabilecekken... Belki sorunun en güzel cevabı budur.

GÜLDÜREMEDİĞİM İNSAN YOKTUR

İnsanları güldürmek zor mu?

Yazarken evet, zor... Kimin neye güleceğini bilemiyorsunuz. Mesela bir karakter yazıyorsunuz, seveni, sürekli onu seyretmek isteyeni olduğu kadar hiç sevmeyeni, nefret edeni de oluyor bir o kadar. Bu öyle tuhaf bir şey ki, annem babam bile bazen kahramanlar arasında ikiye ayrılıyor, Babam, “O çok abartıyor,” diyor, annem “yok ya o çok komik asıl öbürü abartıyor” diyor, Babam “olur mu ya asıl o çok harika oynuyor”... Bu diyaloglar gerçek. Varın halimi siz düşünün... Herkesin beğeneceği bir şey yapmak mümkün değil. Bu sebeple farklı yapılarda karakterler kullanıp zıtlıklar üzerinde seyirciye tüm kahramanları seyrettirmeye çalışıyorum. Beğenmediğinin karşısına olasılıkla beğeneceğini koyuyorum, onları çatıştırıyorum. Zaten tam tersini hissedenler için de aynı formül geçerli oluyor. Günlük hayata gelince, genelde güldüremediğim insan yoktur. Yeter ki neşem yerinde olsun, hep derler, “sabaha kadar anlat dinleyelim” diye... Bir tek şeyden çok korkarım gülünç duruma düşmekten. Gülünç duruma düşerek insanları güldürme yoluna gitmemek lazım...