Bakanlık bütçesi ile politik meydan okuma

Öylesine özgürlükçü bir ortamdayız ki açılış törenine Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un katıldığı ve bakanlığın finanse ettiği festivalin ödül töreninde sahneye gelen isimler 'Gezi tutsakları'na selam gönderip, özgürlük naraları atabiliyor.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, geçtiğimiz günlerde Edirne Cezaevi'nden gazetecilerin (sadece sol basın) sorularını yanıtladı. (Terör suçlularının bile özgürce düşüncelerini ifade edebildiği bir demokrasiye sahip olduğumuzun altını çizmek isterim) Röportajın siyasi anlamda tartışılabilecek, konuşulabilecek elbette çok başlığı var. Ancak en çok dikkatimi çeken Cumhuriyet gazetesinden Orhan Bursalı'nın "Sizce HDP, Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde dini bağnazlıktan bağımsızlaşması ve daha demokratik bir toplumsal yapının inşa edilmesi için ne yapıyor, ne yapmalı? Neden böylesi toplumsal bir sorun üzerine politika ürettiğini görmüyoruz?" sorusuna verdiği cevap oldu.

Demirtaş'ın şu cümlelerini aklınızda tutun. "Sevgili Orhan Bursalı, sorunuzda iyi niyet olduğundan hiç şüphem yok ama soruda sanki dini bağnazlık Türkiye'de Kürtlerde var ve bunu çözmekten sorumlu olan da HDP'dir gibi bir alt metin var. İkisine de katılmıyorum maalesef. Bağnazlık, tutuculuk veya aşırı muhafazakarlık bir etnik kimliğe mal edilemez. Bu doğru bir yaklaşım olmaz. Ayrıca toplumsal değişim ve aydınlanma, sadece bir partinin yapabileceği bir şey değildir. Daha doğrusu siyasi partilerin böyle bir rolü de, gücü de olmamalıdır. Partilere bu misyonu yüklemek beraberinde jakobenizmi ve toplumsal mühendisliği getirir. Aydınlanma dediğimiz şey, aydınların öncülüğünde ve tabandan gelişecek toplumsal hareketlerle mümkün ve gerçekçi olur. Bu sürecin öncü güçleri kadın ve gençlik platformları, akademi ve sanat, edebiyat dünyası, üniversite öğrencileri, ekoloji hareketleri, sendikalar, odalar, meslek örgütleri gibi çevreler olmalıdır. Siyasi partiler bu sürecin destekçisi ve kolaylaştırıcısı olabilir en fazla. HDP bunu yapmaya çalışan bir partidir ve bu konuda bir hayli de yol almıştır."

Sonra şu cümleyi bir daha okuyun: "Aydınlanma dediğimiz şey, aydınların öncülüğünde ve tabandan gelişecek toplumsal hareketlerle mümkün ve gerçekçi olur. Bu sürecin öncü güçleri kadın ve gençlik platformları, akademi ve sanat, edebiyat dünyası, üniversite öğrencileri, ekoloji hareketleri, sendikalar, odalar, meslek örgütleri gibi çevreler olmalıdır."

Şimdi Boğaziçi Üniversitesi'ndeki sözde 'direniş'i, Antalya ve İstanbul başta olmak üzere film festivallerinin açılış ve ödül törenlerinde yapılan 'meydan okuma' içerikli konuşmaları, verilen mesajları bir hatırlayın. Sanatçıların çeşitli olayları bahane edip örgütlü bir şekilde 'karanlıktan aydınlığa çıkış' temalı sosyal medya paylaşımlarını gözünüzün önüne getirin. Buna zaman zaman Türk Tabipler Birliği ve benzeri meslek örgütlerinin muhalif çıkışlarını da ekleyin.

SİNEMAMIZ KÖHNE ZİHNİYETİN ETKİSİ ALTINDA

HDPKK her ne kadar Demirtaş, 'siyasi partilerin böyle bir rolü yok' dese de manzaraya bakıldığında basbaya bir 'kültür politikası' belirlemiş ve bunu tıkır tıkır işletiyor. Adeta HDPKK sözcüsü gibi çalışan sivil toplum, akademi, sanat ve edebiyat dünyasından gruplar tam da Demirtaş'ın işaret ettiği şekilde onun deyimiyle 'aydınlanma' ama esasen bir 'propaganda' faaliyeti içinde.

Ama ne hazindir ki sözgelimi sinema bahsinde bu propaganda faaliyetlerini sabah, akşam küfrettikleri iktidarın yönettiği Kültür Bakanlığı tarafından finanse edilen festivallerde ÖZGÜRCE yapabiliyorlar. Öylesine özgürlükçü bir ortamdayız ki açılış törenine Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un katıldığı festivalin ödül töreninde sahneye gelen isimler 'Gezi tutsakları'na selam gönderip, özgürlük naraları atabiliyor.

Seçimler yaklaştığı için Antalya'nın 'film festivali' çizgisinden çıkıp politik arenaya dönüştüğü zannedilmesin. Ülkemizde film festivallerinin misyonu hiçbir zaman ülke sinemasını geliştirmek olmadı. Öyle olsa 59. kez yapılan bir festivalde on yıllardır ülkeyi karanlık, Türk milletini, Anadolu insanını kötücül, az gelişmiş, cahil gösteren hikayeler yerine cidden sanatsal değere sahip, doğru düzgün eserler izlerdik. Ne yazık ki Türk sineması bu köhne zihniyetin etkisi altındayken sinemamızın hak ettiği noktaya ulaşması pek mümkün görünmüyor. Yıllar önce Film Arası dergisi için yaptığımız bir röportajda usta yönetmen Yavuz Turgul'un söylediği şu cümleler geliyor aklıma: 'Cumhuriyet kuşağının kendini beğenmeme, kendini küçük görme hali var. Kendini reddettiğin takdirde sığınmacı olup Fransız sinemasına gidersin, Tarkovski'ye gidersin'.

Hal böyleyken sanat camiasını kendinden menkul zanneden bu grubun ülkesine, insanına yönelik iflah olmaz nefret söylemi ve ayrımcı bakışını da sosyologlara ve psikologlara havale ediyorum.