ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Biyografisine sayfalar sığmaz bir sanatçı. Hem yurtiçinde hem de yurtdışında yer aldığı sayısız işle adının önüne "gerçek bir sanatçı" sıfatını almış bir isim. Sadece uygulamada değil, sanatındaki pratiğini bünyesine kattığı eğitimlerle en üst seviyeye taşımış bir insan. Müzisyenliğini ve oyunculuğunu harmanlayarak zengin ve nitelikli işlere imza atmış biri. Değerli sanatçı ve eğitimci Ayla Algan'dan bahsediyorum. Kendisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkardığı, editörlüğünü Sevrin Uysal'ın yaptığı "Yaratıcı Oyuncu Yaratıcı İnsan" adlı kitabı vesilesiyle bir araya geldik. Hem hayatını hem de sanat yolculuğunu konuştuk. Röportajımızın sığdığı kadarı sayfamızda, tamamı ise www.aksam.com.tr/cumartesi adresinde, keyifli okumalar dileriz...
Oyunculuk ve oynamak hali sizin için ne demek?
Oyunculuk ve oynamak hâli gündelik üstü bir davranış biçimidir. Yani şairin gün düşlemesi gibi. Şair ile ressamı ben eş değer görüyorum. Biri resme döküyor öbürü de yazıya döküyor. Annem ressamdı, çevresinde hep sanatçılar vardı. Gündelik üstü yaşayan insanlar içinde büyüdüğüm için tiyatro bana çok da farklı bir şey getirmedi, zaten gündelik üstü anlarım vardı. O zamanlar galeriler yoktu, kazancı olmayan ressamlara annem portremi yaptırırdı ki para kazanabilsinler. Annem de o sıralar da para kazanmak için elbise dizaynı yapıyordu, bugünün stilistliğini, modelistliğini yapıyordu yani. Resimde, şarkıda gündelik üstü hâli biliyordum ama tiyatro tekniklerini bilmiyordum. Dolayısıyla hayatım boyunca teknik öğrenmeye çalıştım, Tiyatro Araştırma Laboratuvarımız vardı, hâlâ da var. O zamanlar perşembeleri ressam ve psikiyatr Süleyman Velioğlu ile çalışırdım. Çapa'da hastalarına resimler yaptırırdı, çalışırlarken tipe girerlerdi, ben de nasıl yaptıklarına bakardım, kendilerini ressam zannederlerdi. Öyle ki bir gün biri geldi, Süleyman Bey'in ressam arkadaşı zannettim, kapıdan bir girdi, tam tipe girmiş, beni bile aldattı. Süleyman Bey'e, "Sülüüüü nasılsın? Nasıl gidiyor resim" dedi. Süleyman Bey, beni bir tarafa çekip "Ressam tipine girmiş şu an" dedi. Ben de o sırada "Fizikçiler"i oynuyorum, kamburum olunca gündelikte de kambur gibi duruyorum. Süleyman Bey'e, "Ben de mi çıkamıyorum rolden acaba? Onlar gibi mi oldum?" diye sorunca, "Yok yok sen çok sağlamsın çünkü sen girip çıkıyorsun, onlar giriyor, bir daha çıkamıyor, onun için iki İsa olunca birini Musa yapıyoruz, kavga etmesinler diye" demişti. Çapa'daki bu çalışmaların, gözlemlerimin oyunculuğuma çok katkısı olmuştu.
TİYATRO GEÇİCİ, SİNEMA KALICI
Tiyatro da yaptınız, sinema da dizi de. Sizi en çok mutlu eden hangisiydi?
19 yaşında tiyatro yaptım. Lee Strasberg'ten, Wendell K. Phillips'ten ders aldım, off-Broadway'de oyunlar oynadım, tiyatro ile büyüdüm desem yeridir. Eşim (Beklan Algan) de öyle ama o rejisör olmak istedi, ben oyuncu olmak istedim. Böylece birbirimizi tamamlıyorduk. Şehir Tiyatroları'nda ilk Jeanne d'Arc rolüyle başladım. Muhsin Ertuğrul davet etmişti bizi. Sonra altmışlarda küçük filmler çektik. Haldun Dormen kısa televizyon filmleri yapıyordu, arkadaşı Ömer kuzenimdi, sinemacıydı, o yapıyordu bir şeyler, oralarda oynuyordum. Ama hakikaten oynadığım film Ertem Göreç'in "Karanlıkta Uyananlar" filmidir, orada yardımcı roldeydim, grevi başlatan kızı oynadım. Sonra da "Ah Güzel İstanbul"da başrol oynadım. Sadri'den (Alışık) çok şey öğrendim, sinemada yakın planda nasıl oynanacağını öğretmişti bana. Şimdi çocuklarıma ben de önce yakın planı öğretiyorum sonra bedene giriyorum. Hepsinin içinde sinemayı ayrı tutabilirim. Dizide gelen tekst sürpriz oluyor bize, sonrası ne olacak bilemiyoruz, hep başkasının eline bağlısın, tiyatro da o geceye ait bir olay, yani bir nevi anda olmak oluyor, yani homeoesthesis dengede, anda oluşuyor, geçiyor gidiyor, kalıcılığı yok. Bu yüzden sinema filmi daha iyi, sinema kalıcı ama ne kadar muhayyel bir şey, o da tartışılır.
MÜZİĞİN OYUNCULUĞUMA KATKISI OLDU
Aynı zamanda bir de müzik kariyeriniz var. Müzik ve şarkı söylemek sizi mutlu eden bir alan mı? Oyunculuk yaşamınıza müziğin nasıl katkısı oldu sizce?
5 yaşından beri şarkı söylüyordum, hatta utandığım zaman da masanın altına girerdim. Hâlâ o masa örtüsünün ponponlarını hatırlarım. Çevremde hep şarkı söyleniyordu, mesela Büyük Ada'da Rum komşularımız vardı, Rumca şarkılar dinlerdim ve söylerdim. Annem, piyano dersleri aldırttı bana, 15 sene piyano çaldım. Lisede Paris'e gittiğim zaman orada piyano yoktu, piyanoyu öylece bırakmıştım ama şarkı devam etti. Daha taşıyıcı bir şey oldu. Şarkı söylemek beni çok mutlu ediyordu, çok seviyordum, taklit de yapıyordum. Şiiri şarkılandırarak söyledim, şiirle şarkıyı birleştirdim. Yunus Emre dizelerini de böyle söyledim. Yunus Emre'yi bütün dünyaya yayarken Fransızca, Almanca ve Türkçe. Zeki Bey (Müren) beni alt programına, Ajda'nın yerine davet etti. "Zeki Bey" dedim "Benim bu Yunus Emre'yi kim dinler, içki içiliyor, bunun altında tasavvuf felsefesi var" derken Zeki Bey, "Dinlerler" dedi, "Beni nasıl dinliyorlarsa seni de dinlerler" dedi. Hakikaten dediği oldu. Dinlediler. Yurtdışında da konserler verdim. Rusya, İtalya, Belçika... Karargâhlarda, NATO'da dış işlerine çalışıyordum, Afrika'da Fildişi sahillerinde. Hatta bu maskları (duvarda asılı maskları gösteriyor) oralardan aldım. Oyunculuğuma müziğin katkısı oldu tabii ki özellikle tonlamada oldu. Bizim dil o kadar hassas bir dil ki bizde üç tonlama var, Farsça, Arapça, Öz Türkçe ayrıca İngilizce'den Fransızca'dan alınan kelimeler de var. Çok zengin bir dil, o nedenle tonlaması da çok zengin.
Kariyerinize, geçmişinize ve tüm yolculuğunuza baktığınız zaman ne geçiyor aklınızdan, neler düşünüyorsunuz? Bu yolculuğu nasıl yorumluyorsunuz?
Kitabımda da yazdığım gibi hayatım, yarı tiyatroda, yarı sinemada, yarı ev çalışmalarımda, yarı şarkı söyleyerek geçti. Rejisörümle, hocam Muhsin Ertuğrul'la çalışarak geçti. Farklı bir şeyler yapmak, daha fazla nasıl yaratıcı olurum kavgam vardı hep. Mesela Hamlet'te Ophelia'yı oynarken çok değişik bir Ophelia çıkardım, hocam da izin verdi tabii. Açık havada Rumeli Hisarı'ndaydı oyun. Bana küçük notlar yazıyordu Muhsin Ertuğrul; "Dün gece Shakespeare ile telgraflaştınız mı?" diyordu. Ben de "Evet" diyordum. Son çıkışta Ophelia ayakta alkış alınca, dünya literatüründe alkış alan ilk Ophelia olmuştu. Çünkü çok sönük çıkar, intiharını kraliçe anlatır ama ben ona bırakmayıp kendim oynamıştım, onun için de alkış almıştım. Muhsin hoca da onu Royal Academy'ye yollamıştı. Yegâneyi yaratmak önemlidir sanatta. Yegâneyi üreten insanlar bazı yapıtlarına bakıp şaşırırlar, "Bunu ben mi yaptım?" diye şimdi ben de kitabıma baktığımda o şaşkınlığı yaşıyorum çünkü gençlere bu kadar hitap edecek bir kitap çıkacağını zannetmiyordum ama öyle olmadı, beğendiler, mutlu oldum. Editörüme (Sevrin Uysal'a) kitabıma yapmış olduğu katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Sevrin önce öğrencimdi sonra editörüm oldu. Kendisi hem arkeolog hem çocuk gelişimci hem yaratıcı drama eğitmeni hem de dizi ve sinemada oyuncu koçu olarak çalışıyor. Böyle çok yönlü bir editörüm olduğu için çok şanslıydım, bana hiçbir şeyi unutturmuyor. Kitabı çalışırken de zihnimi toparladı, birlikte çok verimli bir çalışma yaptık. Yıllardır birlikte çok proje hayata geçirdik ama bizi en mutlu eden bu kitap oldu galiba. Yaşlandığım için "Acaba demode mi oldum?" diyordum ama olmamışım zaten Sevrin de bana, zihin yaşımın çok genç olduğunu söylüyor her zaman. Gençleri anladığımı söylüyor. Ama ben hâlâ "Acaba gençliği anlayabiliyor muyum? Onları tartabiliyor muyum? Onlara yardımcı olabiliyor muyum?" diye çok düşünüyorum. Hep bir anlamak derdim var. Neticede ben yaşadığım hayattan çok memnunum, insanlığa bir yararım varsa herkes gibi tabii ki ben de mutlu olurum değil mi?
YUNUS EMRE'Yİ DÜNYAYA TANITMAYA ÇALIŞTIM
Yunus Emre'nin sizin hayatınızda önemli bir yeri var. Onunla ilk "tanışmanız" nasıl oldu, neden Yunus Emre sizin için bu kadar önemli, paylaşır mısınız?
Yunus Emre ile 70'lerde tanıştım, araştırmaya başladım, şiirlerini şarkılandırdım. Yurt dışında da Yunus Emre'yi tanıtmaya çalıştım. Dış işlerine çalışırken bütün dünyanın Türkleri çok kötü tanıdıklarını fark ettim. Osmanlı'nın yüce tarafını, bilgili tarafını almıyorlardı, bize "Barbar" diyorlardı. Oysa 13. asırda Batı barbarken bizim tasavvuf felsefesi üstünden konuşan, barış ve sevgi isteyen, "Sevelim Sevilelim" diyen bir şairimiz vardı, "Kim olursan ol gel" diyen Mevlana'mız vardı. Onlara bu gerçeği anlatmak istedim. Biz Anadolu'yuz, kaç kültür var bizim üzerimizde, biz istesek de istemesek de bu kültürel katmanlarla besleniyoruz, Akdeniz'i, Ege'si, Karadeniz'i... Çeşit kültürle besleniyoruz yüzyıllardır. Dolayısıyla 'barbar değiliz'i anlatmaya çalışıyordum. Sonra Kenan Işık'ın sahneye koyduğu Şeyh Galip'in Aşk Hastası'nı oynarken tasavvufa daha da çok merak saldım, daha çok araştırdım ve tasavvufu daha iyi anladım, üzerinde konuşacak hale geldim. Ben lisede Fransa'da okurken Türkler farkında değildi Fransızlar farkındaydı; Kur'an-ı Kerim'i tercüme etmişlerdi. Ben Kur'an-ı Kerim'i ilk kez Fransızca okumuştum, düşünün. Yunus Emre'nin yaratılışı anlattığı dizelerde "Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni/ Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlam seni" derken dağ, taş, hayvan ile kitaba giriyor hemen.
Sevgili Muhammed'le çağırayım seni dediği zaman biz anlıyoruz ki 13. asırda bu adam, yaratılışı anlatan dizeleri ile aklı başında bir şekilde kurmuş, kitaba (Kur'an'a) bağlamış. Çünkü kitapta da "Oku" diyor. Daha da ötesi hâlâ gelmedi zaten. Hocam hep sorardı "Dün yeni bir şeyin farkında oldun mu? Düşündün mü?" diye sorardı, imza atarken de öyle bir hanım geldi, gözleri dolu dolu "Kocanız" dedi "Beklan Bey bana ders verirken hep soruyordu 'Dün farkına vardığın bir şey var mıydı?' diye şimdi ben onu çocuklarıma soruyorum" dedi düşünün yani...
Oyuncu olmak isteyen gençlere neler söylemek istersiniz, bu yola baş koymadan önce sizce kendilerinde hangi sorulara yanıt vermeliler?
Şimdi bu söylediğiniz şey, yaşa göre değişiyor tabii, genç deyince 13 ile 16 arasına biz, genç tiyatro adı altında verdiğimiz eğitimde önce yaratıcı drama yaptırıyoruz. Bedenlerinin farkına varıyorlar, ses merkezlerini tanıyorlar, tipe girmek, role girmek nedir öğreniyorlar. Yani yaratıcı drama ile çalışmaları fayda sağlar gençlere, oyunla gündelik üstünde tipe girerlerse faydalı olur. Canlandıracakları karakterin giysilerini giysinler, onun gibi konuşsunlar. Böylelikle daha özdeşleşebilirler karakterle. Profesyonel olarak oyunculuk yapacak olan kişilere, bedenlerine ve seslerine sahip çıkmalarını, farkındalık geliştirmelerini öneririm. Konuşurken sesi nerede farkında olmalı. Kendilerini tanısınlar, düşüncelerinin, duygularının farkında olsunlar, bedenlerinin, seslerinin farkında olsunlar. Daha el sıkışırken belli ediyorlar kendilerini, bazısı bir elini bırakıyor sana, bu değil, sağlam bir duruşları olsun. Bu hastalık da tabii bizi iletişimsiz bıraktı. Çocuklara zararlı oldu. O iki sene... Kaslar da unutuyor çünkü. Bir yere girince sarılıp öpüşürdük biz, o yok oldu.
Aynı zamanda oyuncu koçluğu yapmış bir insan olarak; sizce Türkiye'deki özellikle genç oyuncuların kaçırdığı nokta nedir? Oyuncularda gördüğünüz ortak hatalar sizce neler, paylaşır mısınız?
Biz eskiden usta çırak ilişkisi ile öğrenirdik tiyatroyu. Ustan yaptırıyordu sana, seyrediyordu yaptığını, kritik ediyordu. Usta çırak ilişkisi ile tiyatro yapanlar en iyi eğitimi almış olanlardır ama sinemada öyle değil. Eisenstein'ın kurduğu montaj olayı var, dizi ve sinemada montaj var, mesela Yüzüklerin Efendisi'nde günde yaşıyor, sonra birden gündelik üstüne geçiyor ve seyirci bunu anlıyor, oyuncu bugünde ve gündelik üstündeki montajını öğrenmezse sinemada rahat oynayamaz yani tiyatro gibi oynayamaz. Dolayısıyla konservatuvarlarda önce sinema oyunculuğu öğretmek lâzım, sonra tiyatro. Çünkü ha bire tiyatrocuya, "Büyük oynama, bağırma, yanında duruyor, kısık konuş" diyorum. Yani sadece tiyatro oyunculuğu değil sinema oyunculuğu da öğretilmesi gerekiyor konservatuvarlarda. Ben eğitimlerimde önce sinema öğretiyorum sonra tiyatroya geçiyoruz. Oyuncu her yerde oynayabilmeli; eğitimini aldıktan sonra sinemada da tiyatroda da oynayabilmeli. Tiyatroda para zor kazanılıyor mecbur sinemada, dizide oynamaya. Hele günümüz şartlarında daha da mecbur bir genç geleceğini düşünmeye. Muhsin hoca bize, "Mümkünse ailenizle oturun, ev açmayın, erken çocuk doğurmayın, aklınız başınızda olsun" derdi. Çok haklıydı, o yüzden bizi memur yaptı Şehir Tiyatrosu'nda. Biz emekli sandığına bağlıyız, bizi memurla aynı potansiyele koydu Muhsin Hoca. Bunu, oyuncular anne baba olduklarında çocuklarını okutabilsinler, bir evleri olabilsin diye yaptı. Gençlerin geleceklerini, kazançlarını planlamaları önemli, yarınlarını düşünmeleri gerekiyor, programlı olmaları gerekiyor.
ÇOCUKLARA OYUN OLDUĞUNUN ANLATILMASI GEREKİR
Şu anda Türkiye oyunculuk sektörü ve ilgili alanlarda sorunlu olarak gördüğünüz konular ne desem, ilk aklınıza hangileri gelir ve neden?
Bilmiyorum belki de yapıyorlardır artık ama benim dertlendiğim konu, bu sektörde daha çok çocuk oyuncular üzerineydi. Biz tiyatroda çocuk oyuncu oynatırken oyunda iki çocuk olurdu, biri haftada 3 gün oynar sonra oynamazdı, diğer çocuk da 3 gün oynardı sonra oynamazdı. Mesela 5 yaş çocukları oynattıkları zaman hayatlarına girmiş olunuyor, anne baba ayrıysa oyunda da öyleyse bunların hepsini hissediyor çocuk. Dolayısıyla biz diyoruz ki yaratıcı drama ile bunu oyun haline sokun. Barbie'si ile otomobili ile oynuyor gibi olsun, İnşallah yapıyorlardır, yani çocuk oyuncuların sektörde konumlanışı konusunda bazı problemler var, bunların çözülmesi gerekiyor. Bununla ilgili kanunlar da çıktı, inşallah uygulanıyordur. Çocukların sette bulunma saatleri düzenlenmeli, uzun süre çalıştırılmamaları gerekir, okullarına devamsızlık yapmamaları gerekir, canlandırdıkları rollerin oyunlaştırılması gerekir ki etkisinde kalmasınlar. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarının anında giderilmesi gerekir, kısa süre içinde sette hemen onu oyuna almak, sette bekletmemek gerekir. Onları hoş tutmak gerekir ve bunun oyun olduğunu hissettirmek gerekir. Gerçek değil oyun olduğunun anlatılması gerekir.
İNSAN YARATICI DOĞAR
Peki kitabınızın çıkış noktası ne oldu, sizi bu kitabı yazmaya iten şeyler neydi?
Aslında bir kitap çıkarayım diye bir düşüncem yoktu, ama pandemide hayatımda ilk kez hiçbir şey yapmadan öylece kalınca düşünecek çok vaktim oldu. Eğitimimde daha fazla ne öğretebilirim, nasıl öğretebilirim, derslerimi daha farklı nasıl yapabilirim diye düşünürken notlar almaya başladım. Eksik olmasın Sevrin, editörüm bana taraf oldu, düşüncelerimi çok güzel toparladık. Sevinç Özer de yardımcı oldu, asistanımız, o tape etti, istediğim konuları araştırdı. Bir baktım önümde bayağı veri birikmiş. O noktada Sevrin ile çalışmaya başladık, nasıl bir kitap yapmak istediğimi, neyi amaçladığımı çok iyi anladı. İçinde nelerin olması gerektiğini çok konuştuk ve ortaya bu kitap çıktı.
Kitabın içeriğini nasıl özetlersiniz?
18. yüzyıldan günümüze kadar oyunculuğun tarihsel gelişimini anlatıyorum. Önem verdiğim yazarlar, filozoflar, ekoller kısa kısa yer aldı kitapta. Kendi oyunculuk serüvenimde önemli bulduğum kişileri ekolleri işaretledim kitapta. Okuyucular kitabımı okurken araştırabilsinler diye bir sözlük gibi olsun istedim aynı zamanda. Araştırmaya teşvik etmek, biraz meraklandırmak istedim okuyucuyu. Küçük küçük bilgiler verip dahasını okuyucu araştırsın, böylece yaratıcı olsunlar istedim. Onun için de kitabın adını "Yaratıcı Oyuncu Yaratıcı İnsan" koydum. Kitapta 3. etmen olarak yaratıcı seyirciyi de anlattım. Bugünkü oyunculuk anlayışımdan da verdiğim eğitimlerden yola çıkarak biraz bahsettim. Kitabın içinde bir bölümü de Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'na ayırdım. Şimdi Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'nın arşivine ulaşmak isteyenler rahatlıkla ulaşabilecekler çünkü arşivi Kadir Has Üniversitesi'ne verdim. Üzerinde çalışmaları sürüyor, tez vermek isteyenler, tiyatro araştıranlar, tiyatro yapmak isteyenler, Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'nı merak edenler artık kolayca arşivimize ulaşabilecekler. Kitabın içinde yer alması da çok önemli çünkü Türkiye'de ilk kez ve tek bunu yapan bizdik. Bir Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'nı (TAL) biz kurduk ve burada neler yapıldığının genç nesillerin öğrenmesi gerekiyor. Şehir Tiyatrosu bir yere kadar bize alan açtı, sonra oradan çıkarıldık. Sonra ben dernek kurdum, dernek olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz. TAL'de amaç oyuncuyu kendi biyografisinden başlayarak yaratıcı kılmaktı, TAL'den çok oyuncu çıktı. TAL'de beden üzerine çalışılıyordu, deneysel araştırmalar yapılıyordu, dünya çapında araştırma laboratuvarıydı aslında, yurt dışındaki benzer tiyatro insanlarıyla, gruplarıyla birlikte çalışıyorduk, bilgi alışverişinde bulunuyorduk. Bu yüzden kitabın adını "Yaratıcı Oyuncu Yaratıcı İnsan" koydum. TAL'in düşünsel altyapısı da önemlidir, bunu da anlattım kitapta. Ayrıca kitabın içinde tiyatro oyunculuk serüvenimle paralellik gösteren anılarım da yer aldı. Keyifle yazdığım, bir kitap oldu, çalışırken de sonrasında da keyif aldım. Okuyucularımın da aynı keyfi almasını umut ediyorum.
Bu kitabın devamı gelir mi? Veya farklı konularda kitaplar yazmaya devam edecek misiniz, belki müzik?
Şimdi robotlaşan insan üstüne düşünüyorum ve bir oyun yazmak istiyorum. Kendim oynayabilirsem oynamak da istiyorum, bakalım zaman ne gösterecek. Bu piyesi kitap olarak da basmak istiyorum. Bir de Moreno'nun sosyametri tekniği ile bir çocuk oyunu yazmak istiyorum.
HEP BİR PROJE ÜRETME DERDİNDEYİM
Bundan sonrası için kaygınız, hayaliniz, düşünceleriniz nedir yaşamınıza dair?
Şimdi para işine takıldım biraz. Diyeceksin ki "Senin işin para mı?", hayır değil. Olmadığı için zaten para işine takıldım. Yazacağım robotlaşan insan oyunundan bahsettim ya, o oyunda robotla olan konuşmalarımda paranın tarihini aktarmak da istiyorum. Para ve insan ilişkisi üzerinde düşünüyorum. Böylece hemen araştırmacı oluyorum, merak etmek, araştırmak çok hoşuma gidiyor. Ya oyuna koyuyorum ya not alıyorum ya da saklıyorum, bir gün bir yerde kullanıyorum nasıl olsa. Hâlâ merak ediyorum, öğrenmek istiyorum, araştırıyor ve çalışıyorum, üretiyorum. Yani "hard worker"ım, ağır işçi gibi çalışıyorum. Süleyman Velioğlu diyordu ki asistanlarına, "Keşke hepiniz Ayla Hanım gibi meraklı ve inatçı olabilseniz." Sürekli bir şeyleri araştırmak istiyorum, dizi seyretmiyorum, tabii çocuklarım oynuyorsa izliyorum. Yoksa hep bir proje üretme derdindeyim. Amerika bizi ne kadar uyutuyor? Ne kadar yalan söylüyor? Onları merak ediyorum, araştırıyorum, gerek ekonomik olarak gerek sosyolojik olarak Amerika ne yapıyor bize? Merak ediyorum. Çünkü kapitalizm de bitti, Emperyalist yaptılar bizi, "Ne beğeniyorsan onu seyret" yok "Zoraki seyret, bunu seyret ki git satın al" var, bu şartlı refleks yapıyor bizi, yönlendiriliyoruz, bunu tehlikeli buluyorum, o yüzden sıkı duraun diyorum.