Ayasofya: Kilit ve anahtar mabed

Ayasofya tarafsızlık ilkesi ile konuşulması zor, kimlikli bir yapı. 1453 dönüşümü nasıl tarihi akışa uygunsa, 1934 kararı da o nispette akışa tersti. Ama bugün bu iddialaşmaları bir kenara bırakarak Ayasofya'ya, mabedliğine, cami kimliğine, geçmiş ve güncel seyyahların gözüyle bakalım…

ZEYNEP TÜRKOĞLU / zeynoturkoglu@gmail.com

Ayasofya’nın asli hüviyet ve yapılış gayesine, mabede dönüşü için artık sayılı günler var önümüzde. Evet, hüviyeti ve gayesi mabed olmak olan Ayasofya aslına dönüyor. Ayasofya’nın açılma kararını farklı yaş ve anlayıştan insanlar, türlü türlü değerlendiriyor. İleri yaşlara doğru kayan nesiller için onun “cami” olması kızıl elma, “müze” klasmanındaki mahkûmiyeti ise göğüsteki hançer, bilekteki prangaydı. Onlar hayra yorulmuş rüyanın gündüz gözüyle içine doğmuş gibiler bugünlerde. Bazıları tedirgin, şimdi bu mütekabiliyete sebep olur mu diye. Yani mesela Yunanistan camileri kiliseye çevirir mi? Hâlbuki o işler çoktan oldu-bitti. Ezbere konuşmalar gerçek itirazı perdelemenin bir çabası gibi. Bir başka endişe; mesela bu karar, dünyada Müslüman ibadethanelerinin saldırıya uğramasına sebep olur mu? Ayasofya’nın müze olduğu yıllar boyunca merkezi Avrupa olmak üzere o kadar çok cami, ev kundakladı, o kadar Müslüman öldürüldü ki… Hiç sebebe ihtiyaçları yoktu. Kimileri için ise, hani zulüm 1453’te başladı diyenler için mesela; elbette bu karar hezimet gibi karşılanıyor. Kendini ne dini ne kültürel olarak inancına ait hissetmeyenler bir tarafa, vatandaşı oldukları devletin egemenliğini de tanımayanlar var. Allah şifa versin.

Ayasofya tarafsızlık ilkesi ile konuşulması zor, kimlikli bir yapı. 1453 dönüşümü nasıl tarihi akışa uygunsa, 1934 kararı da o nispette akışa tersti. Ama bugün bu iddialaşmaları bir kenara bırakarak Ayasofya’ya, mabedliğine, cami kimliğine, geçmiş ve güncel seyyahların gözüyle bakalım. Onlar tarihi böyle kaydetmiş, darısı yarına miras bırakacak yeni seyyah-yazarların başına…

BU MEKÂNIN RUHUNU ANLATMAYA SÖZÜN GÜCÜ YETMEZ

İlk baskısını 2007 yılında yapmış olan “Burası İstanbul” kitabının yazarı Haldun Hürel, hem hayranlığını hem de sözün gücünün Ayasofya’ya yetmekte zorlanacağını ifade ederek başlıyor bu fasla;

“Hangi satırlar bu kutsal mekânın ruhunu aktarmaya yetebilir? Hakkında yazılmış yüzlerce eserin hangisi, dünyanın bu en görkemli ve önemli yapısıyla ilgili heyecanı yüreklere tam anlamıyla nakşedebilir. Ve hangi söylencesi derinden etkilemez insanı Ayasofya’nın? Her iki büyük dinin de kutsal mekânı olan Ayasofya’da, bunlara ait sayısız efsaneler bir bir yankılanır eski duvarlar üzerinde, adeta birbirleriyle yarışarak.

(Yazarın sözleri arasına girerek tarihi okumaya yeni başlayanların işgal ile fetih arasındaki ayrımı şu paragrafla yapabileceklerini hatırlatmak isterim Z.T.)

Efsaneleri de Ayasofya kadar büyüktür. Onu görmek, içini adım adım gezmek, loş koridorlarında yitip gitmek, sonsuzmuş gibi algılanan iç mekânında o eski devirlerdeki litürjik ve mistik ayinlerin masalsı seslerini duyabilmek, çağların gerisindeki tütsülerin kokularını hissedebilmek, daha sonraki yıllarda Müslüman cemaatlerin ibadetlerinden yayılan yürek coşturucu nağmelere kulak kabartmak, o heyecanı az da olsa aktarabilmeye yetiyor iç dünyamızda. Ama yine de hüzünlü bir şekilde sanki terk edilmiş gibi bir izlenim uyandıran bu eşsiz mabet, geçmişteki o şaşaalı soyut varlığını yine de bütünüyle algılatamaz görenlere… Ama arada sadece 57 yıllık bir boşluk var. Bu da önceki satırlarda kısaca değindiğim 1204-1261 arasındaki o ünlü Katolik-Latin işgali yıllarına denk geliyor. İstanbul’un mahvına sebep olan bu işgalden Ayasofya Kilisesi de nasibini alır ve harap edilir. Katolikler, kilise içindeki kutsal eşyaları talan ederler. Bırakın sadece Ayasofya’yı, çevrede, hatta tarihi yarımadada, kendilerince değerli ne var ne yok, katırlara, gemilere yükleyip götürürler Venedik’e, başka kentlere. Hipodrom girişindeki, dört kocaman tunç at heykeli de, bu yağmalananlar arasındadır. Şimdi Venedik’te bunlar…

Bu 57 yıllık işgal dönemi haricinde, açılışı yapıldığı günden, Osmanlıların İstanbul’u fethettiği 1453 yılına dek Ortodoks Romalıların en büyük, en önemli patriklik merkezi olmuştur bu dev anıt eser. 1 Haziran 1453 günü ise hemen camiye çevrilerek, 1934 yılına dek bu işlevi görmüştür. Tam 481 yıl! İstanbul’daki tüm Osmanlı tarihinden 12 yıl daha fazla! … İç mekândaki birbirinden güzel ve değerli mozaik panolar, kapı girişlerini, yan üst galerileri, apsis yarım kubbesini, (ki buradaki Tanrı Anası “Teotokos” mozaik resminin üstü, fetihten 17. Yüzyıla dek yalnızca basit bir tülle örtülerek gözlerden saklanmıştır.) yan duvarların yüzeylerini süsler...”

BİR RESSAMIN GÜNLÜĞÜNDE ULU MABED

Rus ressam Alexis Gritchenko 1919-1921 yılları arasını esas alan “İstanbul’da İki Yıl” adlı anı-seyahat kitabında sadece ışıkla değil kelimelerle de ustaca eser verebileceğini ortaya koymuş. Ayasofya ve İstanbul üzerine okuma planı yapmak isteyenler not almalı. Hem zevkli bir edebi yolculuk, hem de “Ay çok ayıp oldu dünya aleme karşı valla!” romantizminden sıyrılmanın gerçekçi bir tarzı. Bir bakmak lâzım, İstanbul ve Ayasofya nedir, nerede durmaktadır, bütün dünyanın gözünde…

“Biz Ruslar için, Konstantinopolis’ten daha çağrışım yüklü bir sözcük yoktur. Yüzyılların kutsallaştırdığı bu sözcük tarihimizin en kayda değer olaylarına ayrılmaz bir biçimde bağlanmıştır. Rus toprağı, kültürü uyanır uyanmaz yüzünü, en zengin pazarların merkezi olan bu ünlü başkente dönmüştür. Fetihler birbirini izlese, dinî inançlar değişse, yeni siyasal ve toplumsal anlayışlar doğsa da, Konstantinopolis’in canlılığı ve kendine özgü çekiciliği solmamıştır.

Bugün Ayasofya’ya girmeyi başardım. Ne mimari! Hep daha yukarıya yükselen eğimlerin ritmi, insanı önüne geçilmez bir şekilde yakalıyor ve yaratılış gibi, yıldızlı gökkubbe gibi uçsuz bucaksız o merkezi tanrısal küreye doğru sürüklüyor… Namaz saati. Cemaat geliyor. Sesler boğuk boğuk yankılanıyor ve ele gelmez bir şekilde akıp gidiyorlar. Mihrabın üzerinde vitrayların renkleri, yeşiller, sarılar, amberler, maviler, beyazlar, pembeler, kiraz kırmızıları, lacivertler âniden yanıyor. Yan nefte porfir sütunları arasında, üst galerilerde ve uzak köşelerde karanlık giderek yoğunlaşıyor. Tapınak mistik bir atmosferle, melankolik bir dua ruhuyla doluyor. Mor bir perdeyle örtülmüş, sağla ana kapıya titreyerek yaklaştım. İçgüdüm beni yanıltmamıştı. O âna dek tanımadığım ilhamlarla, düşüncelerle dolu olarak dışarı çıkıyorum…”