Yıl 97. Dizilerin henüz bu kadar popüler olmadığı yıllar... Ama içlerinde biri vardı ki ekranlarda fırtınalar estiriyordu. Entrikası bol, aşkı tutkulu, ihaneti acımasızdı ama dönemin bir numarasıydı ‘Kara Melek’. Senaristi de “Sertlik ve şiddet hoşuma gidiyor. Aşkın da aygın baygın olanını değil, ölümcül olanını seviyorum” diyen Nuran Devres’ti. Devres’le yeni romanı Melek-i Tavus’u konuşmak için buluştuk.
Türkiye sizi milyonları ekrana kilitleyen Kara Melek, Marziye gibi dizilerin senaristi olarak tanıdı. Kimi dizi çok tutarken kimileri aynı ilgiyi görmüyor. Nedir bu işin sırrı?
Dizide en önemli unsur elbette senaryo ama dizi senaryosu, müziği, oyuncuları, prodüksiyonu, yönetmenliğiyle bir bütün. Aynı konuyu işleyen dizilerden biri mükemmel, diğeri çok zayıf olabilir. O diziyi oluşturan bütün ögelerin güçlü olması gerekir ki iyi bir sonuç alınabilsin. Bir konuyu on ayrı senariste verin, onu da farklı şekilde işler. Kiminin yaptığı şahane olur, diğeri berbat. Bakıyorum son derece güzel işlenebilecek çok iyi konular ziyan olup gitmiş. Öte yandan gayet sade, yalın bir konu öyle ustalıkla işlenmiş ki izlemeye doyamıyorsunuz. Mesele ‘ince işçilik’te.
Senaryo yazarken en çok neye dikkat ediyorsunuz?
Yaptığım işe ruhumu vermeye, tamamen yoğunlaşmaya. O zaman içinizdeki yaratıcı güç ortaya çıkıyor. Yaratıcılık öğrenilebilen bir şey değil. Ama tekniği öğrenirsiniz, o ayrı. Yanlış anlaşılmasın, o da önemli elbet. Ama yaratıcılığın, hayal gücünün yerini hiçbir şey tutmuyor. Yazdığınız her sahneden sonra nasıl bir sahne gelmeli ki izleyici başka yere kaçmasın. Bunu içgüdüsel olarak bilirsiniz aslında. Yani usta olanlar bilir. Bakın, meselâ elinizde hazır, yazılmış, bitmiş bir senaryo var diyelim. Burada sadece sahnelerin yerini değiştirerek bile reytingi puan artırabilirsiniz. Dizilere bakıyorum, güzel, merak uyandıran bir sahne. Fakat ardından öyle ilgisiz bir sahne geliyor ki, öldürüyor. İlgi dağılıyor. Araya sizi hiç çekmeyen sahneler giriyor ve büyü bozuluyor. Yeniden o sahnenin devamına döndüğünüzde izleyici kaçıp gitmiş oluyor. Ben ilham denen şeyle tekniğin doğru bileşimine inanıyorum.
Yeni romantik-komedi modasını nasıl buluyorsunuz?
Açıkçası benim o türle pek ilgim yok. Şimdiye kadar iki tane yazdım. ‘Evdeki Yabancı’ hep bir numaraydı. Bir de ‘Sahte Prenses’ vardı. O da fena gitmedi ama ben kendimi drama daha yakın hissediyorum. Soft şeyler de sevmiyorum. Sertlik, şiddet daha hoşuma gidiyor. Aşkın da aygın baygın olanını değil neredeyse ölümcül olanını seviyorum. Çoğu izleyicinin çok sevdiği bir tür romantik komedi. Çok da güzel yazanlar var. Ben o konuda fazla başarılı olacağıma da inanmıyorum. Neyi ne kadar iyi yapabilirim, farkındayım. Sert dram deyin, doruğa çıkayım ama romantik komedi? Yok, bana göre değil.
Ölüm pat diye geliyor
'Devres satanistler hakkında kitap yazıyor' diye bir haber çıkmıştı. Bu kitap, o kitap işte! O zaman kafama koymuş, kurgulamaya başlamıştım. Senaryo yoğunluğundan araya uzun duraklamalar girdi. Üstelik bu kitap inceleme-araştırma isteyen bir konuyu işliyor. Ulaşabildiğim bütün kaynakları taradım. Bir danışmanla çalıştım. Hastalandığımda ancak üçte biri yazılmıştı kitabın ama baktım ki ölüm pat diye geliveriyormuş. Ve ben arkamda kalıcı bir eser bırakmak istiyorum. O zaman bunu gitmeden bitirmeliyim diye düşündüm. Zaten hastaneden sağ çıkabileceğimi pek sanmıyordum. Bir mucize oldu. Eve çıkar çıkmaz, o hasta halimle deli gibi çalışarak iki buçuk ayda bitirdim kitabı.
Şimdi sağlık durumunuz nasıl?
Kanser olacak son kişiydim. Üstelik ailede hiç yok. Bir de dikkat ederim. Organik beslenirim. Aslında stres hasta ediyor insanı, gerçekten öldürüyor. Geçen mayıs ayında ilk tanı kondu. Sonra altı hafta hastanede yattım. Kimlerin insan gibi insan olduğunu işte o zaman çok daha iyi anladım. Şimdi çok iyiyim. Ameliyatsız atlattım çok şükür. En azından şimdilik. Şiddetli ağrılarımı dindirmek için hep ilaç veriyorlardı. Artık yaşadığım her gün bir hediye bana. O günlerden sonra bu gözle bakıyorum ve uzun vadeli planlar falan yapmıyorum artık. Hayatın sunacağı her şey başım gözüm üstüne diyelim. Ama enerjim, gücüm, her şeyim çok iyi şu an.
Romanınız Melek-i Tavus neyi anlatıyor?
'Melek-i Tavus' çok sert bir kitap. Çılgın, ürpertici, kanlı, kalp kırıcıbir kitap. Şiddetin de aşkın da inancın da dibine kadar gidiyorsunuz. Midyat’a bağlı bir Yezidi köyünde doğan bir bebeğin daha bir haftalıkken annesinden zorla alınıp Amerikalı bir aileye satılmasıyla başlıyor olay. Hayatı müthiş travmalarla dolu olan genç annenin tek yaşam nedeni o bebek oysa. Tek aşkı o. Bu duruma dayanamıyor ve aklını kaçırıyor. Bir daha eve barka girmiyor. Mezarlıkta yaşıyor ve hiç konuşmuyor. Ama çektiği dayanılmaz acı ona manevi bir mertebe bağışlıyor. İnancı olan Tavus Melek’le bir bağ kuruyor. Ve yıllarca uzaklardan kızına kalp yoluyla ulaşmaya çalıştıktan sonra nihayet muradına eriyor. Aralarında ruhani bir bağ kuruluyor. Artık New York’ta yaşayan ve ihtiraslarına hiçbir engel tanımayan kızla annesi ölümcül bir işbirliği içine giriyor.
SENARİSTLİK YAZARLIK DEĞİL
Neden senaryo yerine edebiyat?
Edebiyat, çünkü hedefim her zaman yazarlıktı. Kendimi bildim bileli. Senaristlik yazarlık falan değil. Hele artık, hiç değil! Birazcık eli kalem tutanların bile para kazanma yolu, o kadar. Elbette zevkli bir şey. Hayalinizde yarattığınız bir dünyayı kuruyorlar, karşınıza getirip canlandırıyorlar. Ama suya yazı yazmak gibi. Kaybolup gidiyor. Üstelik şu dönemde gerçek inciyle kültür incisi, pırlantayla imitasyon taş aynı muameleyi görüyor. Her şey birbirine karışmış halde. Ben edebiyatçı bir aileden geliyorum. Babam edebiyat öğretmeniydi. Şairdi. Çok önemli opera librettolarını çevirmişti. Hem babamın hem annemin hem de ağabeyimin şiir kitapları var. Yazmak benim için yaşamın ta kendisi. Yazmasam yaşayamam. Şimdi sıra ikinci romanda. Çoktan başladım.