Asıl vefa yaşarken değer vermektir

''Bir sanatçıyı veya bilim adamını öldükten sonra anmak elbette vefadır ama asıl vefa yaşarken değer verildiğini hissettirebilmektir.'' diyen araştırmacı-yazar Selçuk Karakılıç, 1925-1950 arası furyaya dönüşen jübilelerin kültür hayatına neler kattığını JÜBİLE adlı kitabında anlattı.

GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com

Cumhuriyet'in ilk yıllarında Muhsin Ertuğrul'un başlattığı, edebiyat ve ilim kamuoyunun devam ettirdiği Jübile geleneğini artık sadece gazete arşivlerinde rastlanan bir hatıra. Peki bu gelenek nasıl başladı? Kimlerin jübileleri yapıldı? Cumhurbaşkanı Erdoğan gençlik yıllarında hangi büyük şairin jübilesini sundu? Araştırmacı-yazar Selçuk Karakılıç Jübile adlı kitabında tüm bunları cevaplıyor.

Edebiyatımızda jübile geleneği ne zaman başladı? Kimler için jübile yapıldı?

Jübile, ilk defa Osmanlı döneminde sanat hayatımıza girdi. 1912'de sanat hayatının 50. yılı dolayısıyla tiyatro sanatçısı Mardiros Mınakyan için düzenlenen ilk jübilede Sultan Mehmet Reşat "Maarif Nişanı" ile kendisini taltif ettiğini biliyoruz. Aslında jübileler, tiyatro sanatçıları için yapılagelen seçkin törenlerdi. Osmanlı döneminde başlayan ancak Cumhuriyet'in ilk yıllarında adeta furya haline gelen jübileler yine tiyatro ve sinema sanatçılarına yapıldı.

Türkiye'de jübile geleneğini asıl başlatan modern Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul'dur. Ertuğrul'un 1933 yılında tiyatro sanatçısı Behzat Butak'a düzenlediği tören, Türkiye'de bir ilktir. Bu jübile, sanat kamuoyunda şaşırtıcı biçimde dikkat çekince devrin edebiyat otoriteleri de jübileye kayıtsız kalamadı, bu törenler özellikle büyük sanatçılar için yapılmaya başlandı.

Edebiyatımızda ilk jübile Halid Ziya Uşaklıgil için Eminönü Halkevi Başkanı Agâh Sırrı Levend'in girişimleriyle yapıldı. Hikmet Feridun Es, edebiyat dünyasının dikkatini çeken bir davette bulunup Hüseyin Rahmi Gecesi düzenlenmesini teklif edince edebiyat jübileleri ardı ardına gelmeye başladı. O dönem Halid Ziya, Fuat Köprülü, İbnülemin Mahmud Kemal, Yahya Kemal, Necip Fâzıl, Abdülhak Hâmid, Mustafa Şekip, Hüseyin Rahmi, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Emin, Orhan Kemal, Âşık Veysel, Münir Nurettin Selçuk, Mesud Cemil, Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit Rey, Neyzen Tevfik ve daha pek çok isim için jübileler düzenlenmiş.

Kimlerin jübilesi yapılacağına nasıl karar verilirdi ve organizasyonları kimler yapardı? Bu toplantılarda bir kurumsallık oluşmuş muydu?

Doğrusu "jübile"nin gelenekleşmesinden bahsetmek zor. Çünkü sanat hayatımızda organize olamamak gibi büyük bir meseleyle karşı karşıyayız. Her kesimin ittifakla benimsediği bir sanat akademisinden yoksun olmaktan kaynaklanan problemler kurumlaşmayı da engelledi. Jübile özellikle edebiyat dünyasında gündem olunca kelimenin etimolojik tarihi ve anlamı günlerce tartışılmış. Hem İbranice hem de Katoliklerin dinî bir kavramı olması sebebiyle jübilenin "Kendi âdetlerimize olduğu gibi kelimelerimize de yuf borusu" çalacağından endişe edilmiş, hatta yapılan jübilelerin yıl dönümlerinin de yanlış olduğu dile getirilmeye başlanmıştı. Zira jübile, "elli yıl" anlamına geliyordu ve sanat hayatının 50. yılını dolduran, alanında otorite olmuş isimler için yapılmalıydı. Ancak o yıllarda jübile sanki meslekten emekli olanlar için yapılan veda merasimi gibi algılanması da sert tartışmalara yol açmış.

Böyle bir atmosferde 1925-1950 arası furyaya dönüşen jübileler neredeyse her sanatçı için yapılmaya başlanınca gelenek oluşmadan sönmeye başlamış. Törenler, düzenleyici heyet veya belirgin bir merkez de olmadığı için genellikle jübilesi yapılan sanatçının dost çevresinin gayretleriyle özellikle İstanbul Eminönü Halkevi ve İstanbul Üniversitesi'nin ortaklığında yapılıyor.

İstanbul Basın Birliği Başkanı Hakkı Tarık Us meslek hayatında 50 yılını dolduranlara muhteşem bir jübile yapmıştı. Keşke Hakkı Tarık'ın bu girişimi devam etseydi ve gelenekleşseydi bugün jübile yaşıyor olacaktı. Fakat ne yazık ki, Türkiye'de jübile, 1930'ların başlarında kavram ve anlam kargaşasıyla başlamış ancak bir türlü sanat kamuoyunun ortak bir kabulüyle kurumsallaşamamıştır.

Jübilelerde siyasi ve dünya görüşü farklılıkları noktasında bir ayrım var mıydı? Yoksa ortak değerler olarak mı görülürdü jübilesi yapılan isimler?

1930-1950 arası, günümüzdeki gibi keskin hatlar yoktu ve politize olmuş bir sanat kamuoyu da olmadığı için siyasetin değil, sanatın öncelikleri tercih sebebiydi. Halid Ziya, Yahya Kemal, Abdülhak Hamid, Mehmet Emin Yurdakul, Münir Nurettin, Mesut Cemil, İbnülemin Mahmut Kemal gibi isimler aktüel politikanın dışında oldukları için ortak değer ve kültürümüze hizmet etmiş büyükler olarak alkışlanıyordu. Dolayısıyla bu jübileler, sanat kamuoyunda ilgiyle izlenen toplantılardan ibaretti. Ancak 1950 sonrasında yapılan jübileler de siyasî havanın ve ideolojik kamplaşmanın tesirlerinin görüldüğü söylenebilir. Aşık Veysel'in Jübilesi'ne Neyzen Tevfik'in, Yahya Kemal'in toplantısına Hamdullah Suphi'nin, Halid Ziya'nın jübilesine başta Peyami Safa olmak üzere bütün edebiyat adamlarının katılması sanat mutabakatının sağlandığını göstermiyor mu sizce? Bu toplantılara davet edilmek büyük bir ayrıcalık, davet edilmemek ise küskünlük sebebiydi.

Peki neden daha sonraki yıllarda bu törenler anlamını kaybetti?

Jübile, "elli yıl" anlamına gelen bir seçkin tören olmasına rağmen, sanat hayatının 25, 30, 35, 55, 60, 70. yıllarına denk gelen isimlere jest olsun diye tertip edilmesi amacından uzaklaşmasına sebep oldu. Bugün sadece Azerbaycan'da yaşayan jübile, hâlâ gösterişli toplantılar olarak tertipleniyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, Jübile'yi, biraz da unuttuğumuz bu seçkin toplantıların sanat kamuoyunda yeniden canlanmasını istediğim için yazdım.

Kitabınızda Necip Fazıl için yapılan jübilede Üstad'ı o dönem üniversite öğrencisi olan Cumhurbaşkanımızın takdim ettiğini anlatıyorsunuz. Nasıl gerçekleşmiş Tayyip Erdoğan ile Üstad'ın karşılaşması?

Kaldırımlar, 1928'te yayımlandığında sanat çevrelerinde olağanüstü ilgi görmüş ve Necip Fâzıl, devrin kalburüstü sanatkâr ve eleştirmenlerince takdir edilmişti. Peyami Safa'ya göre "yeni Türk şiirinin şairi"ydi. Mustafa Şekip Tunç ise, "Yalnız bu şiir büyük bir sanatkâra yeter" diye övüyor, Yaşar Nabi ise çıtayı biraz da yükselterek onun "bir mısraının bir millete şeref vereceğini" iddia ediyordu.

Necip Fâzıl'ın asıl mücadelesi 1930'larda başlamış ve tek başına Tek Parti ve onun politikalarıyla mücadele etmişti. İşte bu mücadelesini anlatmak amacıyla "Fikir ve Şiir Hayatının 50. Yıl Dönümü"nde, Millî Türk Talebe Birliği'nce 23 Kasım 1975 Pazar günü jübile düzenlendi.

Programı takdim etmek üzere genç bir sunucu aranırken yapılan yarışma sonucunda iki genç finale kalır. Necip Fâzıl'ın karşısına çıkartılan gençlerden biri, uzunca bir medihle üstadı övmeye başlar. Ancak Üstad hiddetlenip "olmaz" der. Sıra diğer sunucu adayındadır. İki yıl önce Tercüman gazetesinin açtığı "En İyi Şiir Okuma Yarışması'nda" dereceye giren bu genç, yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olacak Recep Tayyip Erdoğan'dır.

Genç Tayyip Erdoğan, avuç içi kadar bir kâğıda yazdığı notlarına bakarak "Bizi dört kıta, yedi iklim hâkim kılan ruhun mimarı" diye takdim edince Necip Fâzıl, "Beni bu genç takdim etsin, çünkü şiirlerimi en güzel bu delikanlı okuyor" der. Bu söz hem doğrudur hem de Necip Fâzıl'ın dünyasını izah eden çok boyutlu bir ifadedir. Necip Fâzıl, büyük sanatkâr olarak övülmekten hoşlanmasına rağmen abartılı ve sahte övgülere tahammül edemeyen biriydi. Bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanımızın ölçülü konuşması Necip Fâzıl'ın dikkatini çekmiş, programın sunuculuğunu ona vermiştir.

Necip Fâzıl'ın bu talimatından sonra jübileyi genç Tayyip Erdoğan sunmuş, hatta Zindandan Mehmed'e Mektup isimli şiirini de ilk kez o toplantıda okumuştu. Ne gariptir ki, jübilenin genç sunucusu aynı şiiri yaklaşık yirmi beş yıl sonra başka bir mahfilde okuyacak ve başına bin türlü gaile gelecek ama sonunda hem kendisinin hem de Türkiye'nin kaderini değiştirecektir. Cumhurbaşkanımızın Necip Fâzıl mektebine girişi çok öncelere dayanmakla birlikte asıl tanışmaları bu jübile vesilesiyledir.

Yaşarken sanat ve edebiyat dünyasından ustaların bu şekilde onurlandırılması ne anlam ifade ediyordu bu değerli isimler için?

Bir sanatçıyı veya bilim adamını öldükten sonra anmak elbette vefadır ama asıl vefa yaşarken değer verildiğini hissettirebilmektir. Büyük ölülerimizi anmak, eserlerini yaşatmak kültürümüzün gereğidir. Ancak bir ömür boyunca estetik kaygılar güderek eser vermiş bir sanatkâra ve Türk düşüncesine hizmet etmiş bilim adamına yaşarken hak ettiği iltifatı, öldükten sonra sunmaya çalışmak en hafif tabirle vefasızlıktır. Jübileler aslında "yaşarken hatırlanma"nın sahnelendiği bir vefa organizasyonudur.

Geçmiş veya tarih, birer müze malzemesi, metaı olabilir ama büyüklerimiz, millî kültürümüzü zenginleştirenlerimiz müzelik değildirler. Halid Ziya, Necip Fazıl, Münir Nurettin, Mustafa Şekip, Fuat Köprülü gibi isimlerin yaşarken değer verildiklerini, takdir edildiklerini hissetmiş olmaları dünyanın en kıymetli mükâfatlarından daha değerliydi. Zira kendi jübilelerinde bunu dile getirdiklerine şahit oluyoruz. Necip Fâzıl'ın şu sözleri ne kadar mutlu olduğunu göstermiyor mu? "Mahcubum! Lâyık değilim! Ancak liyakatin ne demek olduğunu anlamak makamındayım. Teşekkür ederim"

Tarık Buğra da duygulanmış ve konuşamamıştır mesela. "Bana Türkçeyi en iyi bilen yazar diyorlar. Hâlbuki ben "mutluluk" kelimesinin anlamını bugün öğrendim. Mutlu oldum" diyor Tarık Buğra.

En son kimin için jübile yapıldı? Bu geleneğin devam etmesi kültür sanat hayatımıza ne tür katkılar sağlar size göre?

Vefatından az önce Cemal Reşit Rey'e yapılmıştı jübile. Bugün az da olsa Saygı Gecesi adıyla ve farklı formatta yapılan törenler var. Ama bunlar gerçek jübile törenleri değil. Çünkü jübile, sanat veya ilim hayatının 50. yılı idrak edilenlere düzenlenen törenlerdir ve devrin Kültür, Millî Eğitim Bakanları başta olmak üzere büyük sanat ve ilim adamları katılarak konuşma yapar. Arkasından jübilesi yapılan muhteşem bir hitabetle teşekkür eder. En sonunda Türk müziği icra edilir, sergi açılır, kitap basılır. İşte bugün buna rastlamıyoruz maalesef. İyi kötü bir anma geleneğimiz var. Ama neden sevgimizi yaşarken belli etmiyoruz?